200 gün süren fırtına Kürtlere ne anlatıyor? - Selami ASLAN

Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Leyla Güven bir kıvılcım yaktı. Talep edilenler kısmen gerçekleşti. Sayın Öcalan ile görüşme gerçekleşti. Tam olarak sonuç alınamazsa da, güçlü bir mücadele deneyimi daha edinildi. Sayın Öcalan’ın mesajı ile birlikte binlerce insan girdikleri açlık grevi ve ölüm orucunu sonlandırdı. Bu mücadele esnasında yaşamını yitiren şehitlerimizin ruhu şad olsun.
Ama bu fırtınanın Türk devletine, uluslararası güçlere değil, sadece Kürtlere ne anlattığını iyi değerlendirmek istiyorum.
Türk devletinin 4 Temmuz 2015’te Kandil’e hava operasyonlarıyla başlattığı ve PKK’yi topyekun imha hedefiyle yürüttüğü ‘Çöktürme Planı’ ile şiddetli bir savaş dönemi yaşandı. Kürdistan’da tıpkı Cumhuriyetin ilk yıllarındaki imha siyaseti bu dönemde daha modern ve teknolojik silahlarla devam etti. Öyle ki bodrumlarda insanlar diri diri yakıldı. Dersim dağlarındaki mağaralarda katletme biçimi ile Cizre bodrumlarındaki katletme biçimi arasında hiçbir fark yoktu. Irkçı Türk ulus devletinin 1925 yılı itibari ile başladığı bu katletme saldırıları Kürtleri uzun bir dönem sessizliğe bürümüştü.
Devletin zihninde her zaman değişmeyen paradigma buydu. Budur da. Kürtleri en vahşi şekilde katletmek!
Bu yüzden de ne zamanki Kürtler özgürleşmek istedi, devlet bu vahşi yöntemlerde saldırdı. 1925 Şeyh Said, 1938 Dersim, ve 1982 Diyarbakır Cezaevi ve 1990’ların faili meçhul cinayetleri ile 2015 tarihindeki Özyönetim direnişindeki devlet katliamları, devletin Kürtlere yaklaşımında bir değişiklik olmadığını periyodik olarak gösteriyor.
Fakat Kürtlerin mücadelesi açısından bu dönem ile Cumhuriyetin ilk dönemini ayıran temel bir faktör var. 1930’ların Kürdistan’ında bir yerde serhildan yapan Kürtleri katlettiğinizde diğer bir bölgedeki Kürtleri korkutabilir ya da yeterli bir biçimde gelişemeyen ulusal duygudan kaynaklı topyekün bir Kürt direnci ile karşılaşmayabilirdiniz. Bu dönemin farkı var ve bu dönemde bir halk liderinin, Öcalan’nın Kürdistan’ın her köşesinde ve her kentinin sokaklarında yaşayan güçlü ulusal ve demokratik bir perspektifi var. Bu perspektifi ‘Kesintisiz mücadele, keskin Kürtlük ve evrensel değerlerde bir demokrasi anlayışı’ şeklinde değerlendirebiliriz.
İşte artık adına hangi plan dersek diyelim, Türk devleti karşısında bir Öcalan düşüncesi faktörü görüyor. Bunu aşamıyor, bu yüzden yapabileceği en iyi şey kendisi açısından o düşüncenin sahibi bedeni İmralı’da tecrit altında bırakmak.
200 gün süren açlık grevlerinde olan ve son günlerde de ölüm orucuna yatan insanlar bunu net bir şekilde gördüğü için bu eylemin içine girdi. Halktan destek beklediler, kısmen destek gelse de, faşist Türk ulus devletinin Kürdistan’da yarattığı yıkım psikolojisi halkın yeterince destek vermesine izin vermedi.
Açık söylemek gerekirse bu direnişin yükü oğullara, kızlara ve analarına kaldı. Son 1 aydır yoğun bir şekilde polisin tüm saldırılarına ve hakaretlerine rağmen, beyaz laçekleri ile alanları terk etmeyen Kürt anaları mücadelede fırtına gibiydiler. Gerek Kürdistan kentlerinde gerekse batı kentlerinde Kürt analarının bu direnişi cezaevlerindeki çocuklarına moral ve motivasyon verirken, halka da cesaret aşıladı. Kürt anneleri bu direnişi ile Kürt Özgürlük Mücadelesi tarihinde en güzel yerlerini alacak.
Peki bana, arkadaşıma, dostuma ve herkese, öncelikle Kürtlere ne düşüyor? Bu 200 günlük fırtına bize ne anlatıyor.
Öncellikle 2015 yılında kentlerimizi yakıp yıkan, gençlerimizi bodrumlarda ateşe veren, annelerimizin cenazelerini sokak ortasında kurda kuşa yem eden, yurtsever kardeşlerimizi askeri araçların arkasına bağlayarak sürükleyen devlete ‘Biz varız, yok olmayız’ mesajını verirken en çokta Kürtlere birşeyler söylüyor.
En önemlisi devletçe Kürtlere yaşatılan bu travmaları iyileştirmek için bir terapi uyguluyor. Kürtler 200 gün süren bu amansız mücadele ile yeniden ruhunu iyileştirecek, zihnini güçlendirecek ve mücadele için harekete geçecek. Geçmeli, çünkü bu insanlar bunu istiyor. Bu haklı davanın Önderi Kürdün tarih sahnesinden yok olmasını engellerken, bizim onun için daha fazla mücadele etmemiz gerekmiyor mu? Gerekiyor, bu bir görev olmalıdır.
Dolayısı ile açlık grevleri başladığında bu travmanın da etkisi ile mücadeleden geri çekilen, yılgınlık yaşayan ve olumsuz tavır takınan, kimi zaman eylemlerde kol kola girip, kulaktan kulağa fısıldayan ve açlık grevinin olmaması gerektiğini söyleyen yoldaşlara bir terapi seansı olduğunu hissececeğiz. ‘Mücadele ettiler, bizleri iyileştirdiler’ diyeceğiz. ‘O zaman sıra bizlerde’ diyerek bundan sonra ortaya koyacakları perspektifte en güçlü duygumuz ile katılacağız.
Artık her sabah birbirimizi gördüğümüzde nasıl ki, ‘Rojbaş’ diyorsak, uzunca bir süre de birbirimize fırtınadan bahsedeceğiz. ‘Leyla, Öcalan, Kürt, Mücadele, Zindan, Heval ve Beyaz Laçek’ diyeceğiz. Bu anahtar kelimeler artık bizim dilimizde düşmemeli ve bu mücadelenin ortak aklına ve kurmaylarına daha fazla kulak vereceğiz.
