4. Kuşak Kürt gençliği


“Ben 14 yaşımdayken, babam benim için o kadar cahildi ki, ona hiç katlanamıyordum. Ancak ben 21 yaşındayken, bu yaşlı adam son yedi yılda ne kadar şey öğrenmiş diye şaşırdım.” (Mark Twain)
Önsöz:
Bu yazı, 2007 yılında Berlin’de 17 Juni Bulvarında kutlanan Newroz tablosuna dayanıyor. O Newroz’da, o döneme kadar Kürdistan’lıların etkinliklerine “ilk kez” katıldıklarını tahmin ettiğim, yaşları 14-19 arası yüzlerce gencin eylemliliklerine tanık oldum. Bu gençler, genellikle Türk ve yabancı kökenli gençlerin giydikleri “Picard” markayı taşımıyorlardı. Genç kızlar, Prada ayakkabılı, makyajlı, bazıları kısa etekli ya da dar pantolonlarla yürüyüşe katılmışlardı.
İtinayla izlediğim bu Newroz kutlaması daha bir başkaydı. Bu Newroz Mart’ın 9’unda yasaklanmış ancak bu yasak 15’inde Berlin İdari Mahkemesi’nin 11. Dairesi tarafından kaldırılmıştı. 17 Mart 2007 Cumartesi günü gerçekleşen kutlamaya Almanya genelinden gelen binlerce kişi katılmış; genelde rahat bir ortamda gerçekleşen kutlamada, 18 kişi geçici olarak tutuklanmıştı. Kürtler, Newroz öncesi demokratik haklarını kullanmaları engellenmek istendiği için, yeniden kriminalize edildikleri duygusuyla, yasaklanan bir kutlamanın eşiğine gelmişlerdi.
Önce yasaklanan, sonradan yasağı kaldırılan Newroz’un beklenmeyen eylemcileri, bu “sürpriz idoller”di. Radikal sloganlar attılar. Zafer işaretleri yaptılar ve bu eylemin pozunu verip bol bol fotoğraf çektirdiler. Newroz’a katılan diğerleri gibi, ben de fotoğraflar çektirildiğinde, adeta bir mankenler grubunun forslu çıkışını seyrediyordum. Kız çocuğu ile kadın olma arası bir dönemin bu genç kızları, orada bulunan Kürt topluluğuna yakın durmuyor. Bilmedikleri egzotik bir dünyaya özlem duyan ve ona ulaşmanın çabası içerisindeydiler. Sanki kendilerinden önceki kuşakları ve bir türlü kabul görmedikleri Alman toplumunu da bir tarafa iterek, romantizmine endekslendikleri o dünyaya varmak istiyorlardı.
Erkek çocukluk yaşını hızla terkeden ve hala yetişkin olmayan delikanlılar ise dizginlenmek istemeyen, sabırsız eylem adamlarıydılar. Aslında kimseyi de dinlemek istemez bir halleri vardı. Çağ atlamak ister gibiydiler. Biraz uçarlarsa, Kürdistan’a varacaklarını sanan, kalıba sığmayan bu gençler, yüreklerinde otorite ve baskıya son veren, engellenmesi mümkün olmayan dava adamları gibi yürüdüler.
Tüm bunları izlerken, 3. ve 4. (bundan sonra 4. kuşak olarak geçecek) kuşağı düşünmüştüm.
Yani, 91’den 97’ye kadar olan dönemde köyleri, kasabaları, ormanları yakılan, dünyalarına kara bulutlar salınan bir dünyadan kopup gelmek mecburiyetinde bırakılan anne ve babaların çocukları. Bazıları çocuk yaştayken, aileleriyle zorlu bir mücadele sonucu kaçak olarak gelmişlerdi. Diğerleri Almanya’da doğmuş ve travma taşıyan ebeveynlerinin travmalarının ikinci derecede taşıyıcıları olmuşlardı. Travmayı bizzat yaşamayan ama devralan bu gençler ne anne ve babaları tarafından o travmayı anlayacak düzeyde bilgi sahibi edilmiş ne de tamamen uzak tutulmuşlardı. Hep Kürdistan’ı duydular. Ama Kürdistan’ı tanımıyorlardı. Kürdistanlı olmak onlar için “ulusal vazife” idi.
Okullarda ebeveynlerinin Kürdistan’dan geldiklerini söylediklerinde, babaları tarafından Kürtler’i inkar bilinciyle eğitilen Türk öğrencilerin sözlü ve birçok defasında da fiziki saldırılarına hedef oldular. Birinci derecede ırkçı Türk toplulukları tarafından ayrımcılığa tabi tutulan bu gençler, Almanya’da genel olarak yabancılara karşı egemen olan dıştalanma politikasının da etkisiyle büyüdüler.
Evde travma dünyası; sosyal yaşamda birinci derecede Türk konsoluslukları ve ırkçı kurumlarının etkisindeki Türk topluluklar tarafından dıştalandılar. Almanya’da yapısal olarak kabul görmeyen, “yabancı“ Türk toplulukları, bu Kürt gençlerini kabul etmedi.
Ailelerine yabancı yetiştiler. Toplumda yabancıydılar. Sosyal köken olarak, ezilen dünyanın insanlarıydılar. Ergenlik çağına geldiklerinde, arayışa geçtiler. Babalarının (Kürdistan’ından) dünyasından uzaklaştılar. Almanya’daki okullarda, Alman eğitim mentalitesiyle yetiştiler. Mantıkları Almancaydı, ancak Alman toplulukları dünyasında yerlerini bulamadılar. Türk topluluklarınca da reddedildiler.
Ve ergenlik çağındaki arayış ve bir kimliğe sahip olma isteği sonucu 2007 Newroz’una geldiler. Neden? Ne de olsa babaları, akrabaları olanlar kriminalize ediliyorlardı. Sokaklarda saldırıya uğrayan, geceleri yasaklanan topluluklarla akrabaydılar. Hiçbir yerde tutunamayan 4. Kuşak gençler tutunacakları, “ben”i ararken, Newroz’da kendilerine ait bir “dünya” buldular. Mantıkta Alman fizikte Kürt kızlar ve erkek gençler, bu ne Alman ne de Kürt freni kabul etmedikleri yaşta, sanki hiç kimseye ait olmayan bir adadaydılar. 2007 Berlin Newroz’undaki tablo buydu işte.
Saptamalar
Yazıyı 2000’li yılların Almanya’da yaşayan Kürt kökenli gençliğiyle sınırlı tutuyorum. Bundan dolayı da, bu daraltılmış resimle ilgili istatistiki bilgilere sahip olmadığımızdan dolayı, genelde verilmiş bazı istatistiki sayılara dayanacağım.
Konuya ayrıntılı geçiş yapmadan önce, bazı genel görüşlere yer vermek istiyorum:
2000’li yılların “Kürt kökenli” 4 kuşak gençliği:
BİRİNCİ TESPİT: Muhtemelen kendisini sonradan Kürt gören gençlik oluyor. Ebeveynleri Kürt olan bu gençler, kendilerine sorulduğunda: Anne ve babalarını Kürt, kendilerini ise Berlinli, Kölnlü, Hamburglu olarak tanımlıyorlardı.
İKİNCİ TESPİT: Bu gençlerden bir kısmı 80’li yılların son yarısından 90’lı yılların ilk yarısına kadar, Botan, Serhad, Garzan vd. bölgelerde travmayı bizzat yaşadılar. Almanya’da ya hiç ya da düzenli bir travma tedavisi görmedikleri için, sürekli travmatik rahatsızlıklar geçirerek büyüdüler.
ÜÇÜNCÜ TESPİT: 91 Cizre Newrozu’ndaki katliamla birlikte başlatılan ve 90’lı yılların ikinci yarısına kadar devam eden sistematik köy yakma ve toplu katliamlar sonucu siyasi mülteci olarak Almanya’ya gelen ebeveynlerin burada doğan ve ergenlik yaşına gelen çocukları, Kürdistan’da yaşanan travmanın dolaylı/ikincil taşıyıcıları oldular. Almanya’da kendilerinin sosyal ve psikolojik sorunlarına cevap arayan kurumlardan yoksundular.
ÜÇÜNCÜ TESPİT: Bu gençler, anne va babaları politik kolonilerde yaşadıklarından ve genellikle Almanya’da serbest dolaşım ve oturum haklarından yoksun olduklarından dolayı, göçmen/politik Kürtler‘in çocukları olarak kaldılar. Yaşadıkları, travmanın devamı oldu. Asıl travma geçti, travmayı tanımayı, alabilecekleri tedaviyle yeniden tanıma şansından yoksun kaldıkları için, travma yaşamlarında tehdit edici, tetikte bir kabus olarak kaldı.
Önceleri
1950 yılında Almanya’da yaşayan yabancıların sayısı, nüfusun yüzde 1’i olarak geçiyor, sayı: 500.000. 60’lı yıllara kadar şahsi olarak yapılan başvurular sonucu Almanya’ya işçi alınıyordu ve 60’lı yıllarla birlikte Almanya, ikili anlaşmalarla işçi almayı hızlandırmış, 1973’teki krizle birlikte işçi alınması durdurulmuştu. (Statistisches Bundesamt). İstatistiklerde Kürtler (kendilerinden) hesaplanmadığından dolayı, şimdiye kadar Almanya’da tam olarak ne kadar kuzey Kürdistanlı’nın ve diğer Kürdistan parçalarından gelen nüfus sayıca tespitli değildir. Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalarda (örnek: Multi-Client-Studie, Kuzey Ren- Vestfalya - 2006) Türkler (Kürt olmayanlar), Kürtler (Türkiye’den) gibi tanımlamalar kullanılmış ancak Almanya genelinde Kürtler’in nüfusu, cinslerin oranı, aile yapısı, yaş oranı, dini yapı, sosyal demografik yapısı üzerine kitle araştırmaları yapılmamıştır.
Böylesi araştırmalardan yoksun olunduğu için, 4. Kuşak üzerine kaleme aldığım bu sınırlı yazıda, herkes gibi, kısmi olarak bilinen, genellikle de tahmini sayılara başvurdum. Bu sayıların çoğu “Türkler” için kullanılmış. Geçen yıl Türkler’in sayısı 2,95 milyon olarak tespit edilmiş (Statistisches Bundesamt). Kuzey Kürdistan’dan gelenlerin sayısı tahminen 800.000 civarında kabul edilmektedir. Bu oran üçte birin altındadır. Buraya not olarak düşmek istiyorum: Almanya’daki Kuzey Kürdistanlıların sayıları yuvarlak tahminlere dayanıyor.
Siyasi sığınmacılara gelince, Kürtlerin sayısı 90’lı yıllarda “Türkiye’den” gelenlerin dörtte üçü olarak kabul (tahmin) edilebilir. Bu, 90’lı yıllara gelindiğinde Kürdistan’da başlayan “silahlı mücadele”ye karşı yükseltilen baskı ve şiddetle bağlantılıdır. Resmi istatistiklere göre Türkiye’den gelerek siyasi sığınma talebinde bulunanların sayısı, 1992’de doruğa ulaşarak 28.327’ye varmıştır. Bu sayı 1998 yılında 11.754’e düşmüştür. 2013 yılının ilk üç ayında Almanya’ya sığınmak için başvuranların başını yüzde 15,5 (2.959 )ile Rusya Federasyonundan gelenler çekiyor. İkinci sırada Suriye’den gelenler var yüzde 12,3. Bu istatistikte Türkiye’den gelenler bölümü yoktur ve muhtemelen Türkiye yüzde 33,4’ü oluşturan “diğerleri” arasında yer alıyor.
Kuşaktan kuşağa
Birinci kuşak, genelde 1961’de Almanya ile Türkiye arasında yapılan imzalanan işgücü anlaşması sonucu gelenler için kullanıldı.
Birinci kuşağın sayısı, 1960’da 2.700 iken, 1970’e gelindiğinde 469.200’e varmıştır. Konumuzu ilgilendiren Kürt nüfusu bu sayılarda saklıdır ve rakam tam olarak belli değildir. Eğer üçte bir varsayımından hareket edersek, 70’e gelindiğinde birinci kuşak Kürtlerin Almanya’daki sayısı 15.000 civarındadır.
Birinci nesil, eğer geçmişteki sosyal ve siyasi faaliyetlere bakılırsa, genelde “Kendini Kürt” sayan nüfus değildir. Kuzey Kürdistan’dan gelen nüfus, eğer “kendisine Kürt demeyi” öğrenmişse bunu Almanya’da özellikle Sovyetler etkisindeki Suriye ve Irak işgalindeki Kürdistan parçalarından gelip 50’li yılların ortalarından itibaren kurumlaşan Kürt öğrencilerden ve politik sığınmacılardan öğrenmişlerdir. Bu konuda 1947 yılından itibaren Kamran Bedirxan’ın Paris’te Sorbon Üniversitesi’nde Kürtçe dilinde seminerler vermesi ve 1949 yılında Paris’te “Kürtçe Araştırmalar Merkezi”ni kurmasına ve özellikle de Rojava’dan gelen Kürt öğrencilerin 1956 yılında Almanya’da Wiesbaden Avrupa Kürt Öğrenciler Birliği’ni (KSSE) kurmasına işaret etmek istiyorum. Bu dönemdeki faaliyetler Mustafa Barzani’nin başını çektiği direniş ekseninde gelişiyordu.
Birinci nesil Kuzey Kürdistanlılar Barzani eksenli hereketten etkilenmiş olsalar da kurdukları dernekler 70’li yılların ortalarına (1974) kadar “Türkiye İşçi-Kültür ve Dayanışma Dernekleri” gibi isimler taşıdılar. Kürt kelimesinden sakınıldı. Nedenleri arasında, Türk Konsolosluklarının o dönemde, Kürt kelimesini “barut fıçısı”yla ayırt etmemeleri, Kürtler’in tam ulusal bilinçten yoksun olmaları ve Kuzey Kürdistan’da halka kök salan bir direnişin olmaması sayılabilir.
1985’e gelindiğinde, aile birleşimi sonucu yabancı nüfus Almanya’da 4,4 milyona vardı. İstatistiklerde Türkler’in nüfusu 1985’te 1,4 milyondur. Buna göre Kürtlerin nüfusu yarım milyon civarındadır. 1987’de Türkiye’den 57.000 kişi gelerek Almanya’da korunak aramışlardır. İkinci kuşak, birinci kuşağın yarattığı ekonomik temele oturdu.
Birçok araştırma ve otobiyografik anlatımda, birinci kuşağın zor şartlarda, işyeri değiştirme hakkından yoksun, yıllarca ev-iş eksenindeki yaşamın zorluklarına katlanarak, sadece işgücünü üretmek üzere çalıştığı aktarılmaktadır.
İkinci kuşak, birincisinin oluşturduğu zemin üzerinde, yaşam standartı yüksek olmazsa bile, meslek, dil öğrenme ve sosyal yaşama adapte olmak açısından, yaşamı daha rahat sürdürdü.
Üçüncü kuşak, 80’li yıllarla birlikte, politize olmuş Kürdistan’ın gölgesine düştü. Bir taraftan işgücü sahibi göçmen Kürtlerle, 12 Eylül askeri darbesinin sürgün ettiklerinin buluştuğu, sayıca önde gelen ülkesi Almanya oldu. Bu ise, işgücünü pazarlayan üçüncü kuşak ile sürgün “yeni kuşak” Kürtler arasında o döneme kadar planda olmayan sosyal çatışmalara yol açtı. Birinci kuşak, kazanımlarını kaybetmemek için tutucu davranırken ve ikinci kuşak, sosyal alanda yükselmek ve tutunmak için çaba gösterirken, onların devamı üçüncü kuşak beklenmedik bir rakip ile karşı karşıya kaldı: Politik sığınmacılar.
Bu beklenmedik tarihi karşılaşma, Almanya’da işgücüne dayalı Kürt göçmenlerin siyasallaşmasını da birlikte getirdi. Bunun asıl nedenlerinden biri, Türkiye’deki sömürgeci sistemin saldırıları, baskı, talan ve şiddetine maruz kalanların, o zamana kadar Almanya’da yaşayan ve burada yerleştiğini düşünenlere akraba olmasıydı. Travma, aile ilişkilerini harekete geçirdi. Türk devletinin Kürdistan’daki şiddet politikası aynı zamanda Almanya’da yaşayan Kürt topluluğunun da uykusunu kaçırdı. Bundan dolayı da, giderek politize olan kitleler, Avrupa ve özelde Almanya’da da politik bir topluluk olarak varolmanın eşiğine geldiler.
Son kuşak
4. Kuşak: 1987‘den 1997’ye kadar Türkiye’den Almanya’ya gelen sığınmacı sayısının üçte ikisi baz alınırsa, tahminen 100.000’i aşkın sürgün edilen Kürt’ün çocukları. Önceki kuşaklarla kıyaslandığında, Almanya’daki eğitim ve sosyal sisteme daha çok adapte oldular. Babalarına tercümanlık ettiler ve babalarının otoritesi sarsıldı. Genellikle evlere hapsedilen annelerinin yanında oldular; evlerde yenik düştüler ve sonuçta yaşamı dışarıda ve özellikle de babalarının inadına dış dünyada aradılar. İçinden çıkılmaz ikilem: Kürdistan’daki Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin etki yarattığı Almanya’daki Kürt topluluğu ile Kürtleri kriminalize eden Almanya’nın NATO üyesi Türkiye’ye silah yardımına varan politikası arasında kaldılar.
Sonuç:
4. Kuşak korunak aradı. Almanya’daki Kürt toplumu, bu kuşağın sorunlarını görmedi ve bu kuşağı Avrupalı Kürtler olarak da kabul de etmedi. Onları Almanya’da yaşayan, o uzaktaki Kürdistan’a duyarlı kılabileceği Avrupalılar gibi görmedi. Onlar bir yerde Kürdistan’ın tabi nüfusu olarak kabul edildiler. Görevlerini yerine getirmedikleri için de zorlandı ya da bir tarafa itildiler.
İşte o gençlik, ergenlik çağının verdiği güçle, babalarını cahil adetti. Aynı zamanda Almanya’daki kriminalizasyona karşı direnen bu gençlik, 2007 Newrozu’nda kendi cephesini açtı.
Böylece Almanya’da yaşayan Kürtler ve özellikle de gençlik ile ilgili hala gerçekleşmeyen geniş çaplı bilimsel kitle araştırmaları gerekiyor. Nereden nereye? Buna cevap ararken, Babalar, ev kadınları, kız çocukları ve en önemlisi hiçbir yerde korunağı bulunmayan ve sesine kulak verilmeyen yeni kuşağın sosyal kimliğini aramak gerekiyor.
Son sözüm: 4. Kuşağa nasihat etmeyin, kulak kabartın ve iyi bir dinleyici olun.
SELİM FERAT
