‘Sıto annem babamı evlendirdi’


Osman Baydemir’in bilinmeyen yönleri - 1
a2004 yılından bu yana Amed’in Büyükşehir Belediye Başkanlığını yapan Osman Baydemir ilk defa Yeni Özgür Politika’ya ailesinin kapısını aralıyor. Baydemir, çocukluğunu, mahkum olan babasını, paşa olan dedesini, çift anneli kuma ilişkisini, çocukları ile yaşadığı sıkıntıları, Diyarbakır’da yaşadığı zorlukları, uykusunu kaçıran sorunları, gururlarını, belediye çalışmalarını, özeleştirilerini anlattı.
Bize çocukluğumdan bahseder misiniz? Nasıl bir aile ortamında yetiştiniz?
Gerçekten çocukluğumu yaşadım mı, emin değilim. Sadece ben değil, yaşıtlarım da gerçek manada bir çocukluk yaşamadı.
İki anneli idim. Büyük annem Sıto, küçük annem Azê. Toplam 11 kardeştik. İki ev yan yana idi. Aile fertleri tarım ve hayvancılıkla uğraşırlardı. Yazları Azê annemi hiç görmezdim. Çünkü o, sabah çok erken saatlerde, babamla veya çalışma çağına gelenlerle birlikte tarlaya gider, eve çok geç saatlerde dönerdi. Dolayısıyla zamanınım önemli bir bölümü büyük annem Sıto ile geçti. Bugün dahil, Sıto annem ile Azê annem arasındaki ilişkiyi hiçbir literatüre uymayan bir ilişki olarak görüyorum. Aslında benim açımdan avantajı vardı. Sıto annem bizi himaye ederdi. Sıto annem aynı zamanda Azê annemi babama karşı korurdu. Bir nevi Azê annem onun kuması değil, sanki geliniymiş gibi muamele görürdü. Biz de sanki onun torunuymuş gibi ilgi, alaka ve şefkat görürdük Sıto annemden.
Nasıl evlenmişler?
Çok uzun zaman önce Şeyh Said isyanından sonra köyde düğün kuruluyor. Sıto annemi aile meclisi kararıyla amcasının oğluna verecekler. 1929-30’lu yıllar. Ve Sıto annem babama “gel beni kaçır, evlenmek istemiyorum” diye haber salar. O akşam babamla Sıto annem birbirlerini kaçırıyorlar. Orada macera başlamış oluyor. Gel zaman git zaman aileler arasında barış oluyor. Tekrar köye dönüyorlar. Bu arada Sıto annemin doğurduğu bütün çocuklar, kimisi 2, kimisi 5, kimisi 6 yaşında ölüyor. Düğün gecesi Sıto annem kaçtığı için annesi Sıto anneme beddua etmiş. Ve bundan dolayı evlatları yaşamını yitiriyor. İnanç bu. Sıto annem babamın çocuk sahibi olması için yeniden evlenmesini istiyor. O dönemin koşullarında çocuk sahibi olmak aslında işgücü sahibi olmaktır. Özellikle erkek çocuk sahibi olmak aynı zamanda güvenlik politikasıdır.
Ve bu arada köyde vuku bulan kavgada ölümlü bir hadise yaşanıyor. 9 yıl 9 ay süren mahkûm hayatının ardından babam Sıto annemle birlikte Suriye’ye kaçmak durumunda kalıyor. Bin xet’e (Sınırın alt tarafına) gidiyor. Bin xet’te bir müddet Cemil Paşa Ailesi ile birlikte hareket ediyor. Babam kimseyle paylaşmadığı, soru sorduğumuzda azarlandığımız bir evlilik yaşıyor. Sıto annem Xazal isimli biriyle evlendiriyor babamı.
Suriyeli mi?
Kendisi Suriyeli Kürtlerden. Asla anlatmazdı, asla paylaşmazdı. Daha sonra hikayeyi Sıto annemden dinledim, bir daha babama sormadım, bildiğimi de hissettirmedim. Bir roman konusu. Babam Suriye Kürdistanı ile Kuzey Kürdistan arasında gidip geliyor. Bunun bir politik boyutu var, ama aynı zamanda sınır ticareti yapıyorlar. Suriye’de 9 yıl 9 ay kalıyor, Dokuzçeltik Köyü’ne –benim doğduğum köye- geliyor ve yeni bir yaşam kuruyor.
Sıto annemin 10 doğumdan sadece 2 çocuğu yaşıyor. Sıto annem babamı tekrar evlenmesi için zorluyor. Azê annemi istemeye giden heyetin içinde Sıto annemin kendisi de var. 16 yaşında iken Azê annem babamla evlendiriliyor. Azê annemden olma 9 çocuğun ortancasıyım. Toplam 11 kardeşiz. Çocukluk yaşamım içerisinde hem Sıto annemden hem Sıto annem ile Azê annem arasındaki ilişkilenme biçiminden hem de babamın yaşanmışlıklarından çok ciddi bir şekilde etkilendim.
Anlattıklarınıza göre Sıto anneniz yaşamıyor...
Sıto annem 1995’te vefat etti, 3 ay sonra da babam. Aralarında inanılmaz güçlü bir bağ vardı. Babam büyük varlıkları olmuş, varlık içinde iken yoksulluğa düşmüş, ama yoksulluk içinde tekrar varlıklı hale gelmiş güngörmüş, gün geçirmiş bir insandı. Ermeni soykırımına, Şeyh Sait isyanına, Seyit Rıza isyanına, 12 Eylül’e, bütün darbelere tanıklık etmiş adeta Kürdistan yakın tarihinin tümünü yaşamış bir insandı. Sosyal ve siyasal olarak bir tarih kitabı gibiydi. Ve çocukluğumdan beri gittiği bütün cemaatlere, toplantılara, camilere, düğünlere, yaslara, taziyelere beni yanında götürürdü.
Kürt toplumunun kendi içindeki ilişkisi, selam verme biçimi, saygısı, sevgisi, hatta öfkesi konusunda da birebir gözlemlerim oldu. Babamla aramdaki hukuk ve ilişki aslında Kürt toplumunu tanımamda çok önemli katkılar sundu. Babam ekmeği çok kutsardı. Yerde bir dilim ekmek bulduğunda mutlaka yerden kaldırır, öper, eliyle ufaltır ve yüksek bir yere koyardı.
Evimizin avlusunda buğday dövmek için cürüm dediğimiz çukur bir taş vardı. Başka canlılar da istifade etsin diye mutlaka su ile doldururdu. Sofrada bir israf olursa inanılmaz kızardı. Bir gün niye böyle yapıyorsun dedim. Babamın annesi Asi’nin anlattıklarını aktardı.
Dedem ve kardeşleri dram yaşadı
Büyük bir kıtlık dönemi. İki kardeşi Osmanlı-Rus harbinde cephede, dedem olan Paşa da Diyarbakır-Cizre yolunun yapımında görevlendiriliyor. Evdeki en büyük kardeşin ismi Abdullah. 14-15’lerinde bir delikanlı. Açlıkla boğuşan çocuklara buğday getirmek için komşu köye hırsızlığa gidiyor. Sırtladığı buğday çuvalı ile birlikte evin bacasında sıkışıp kalıyor. Ve yakalanıyor. Eve döndüğünde kan kusuyor. Tek kelime söyleyemeden can veriyor. Yani feci şekilde dövülmüş. Babam “yoksulluk en büyük musibettir” diyordu. Bu olayı her anlatışında gözleri doluyordu. Bu nedenle babam ekmeği kutsuyordu. Tabi Osmanlı-Rus harbine giden iki amcasından da haber alınamıyor, akıbetleri bilinmiyor. Paşa dedem firar ediyor ve köye geri dönüyor.
Babamın anlattıkları yaşamım boyunca israftan uzak durmamı sağladı. Şatafatlı sofralar her zaman beni rahatsız etti. Bir sofra çok zenginse ve o sofranın bir kısmının çöpe gideceğini bilirsem inanılmaz derecede rahatsız oluyorum ve babamın amcasının anlattıklarını hatırlıyorum.
Anneniz yaşıyor mu?
Azê annem yaşıyor.
Annenizle diyaloğunuz nasıl, görüşebiliyor musunuz?
1990-1994 yılları arasında öğrencilik dönemi. Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne gidiyordum. Her sabah ama her sabah Azê annem arkamızdan su dökerdi. Okula gidecek ve geri dönmeyecek kaygısı vardı. Gerçekten evinden çıkıp geri gelmeyen onlarca, yüzlerce Kürt genci faili meçhul cinayette yaşamını yitirdi.
Ve ben Azê annenin ve barış annelerinin hayır dualarının yaşamıma sirayet ettiğine inanıyorum. Sevgi bağları ve hayır dualarının beni kötülükten koruduğuna inanıyorum.
Kürt anneleri sizi hep evlatları gibi görüyorlar. Her platformda size çok özen gösteriyorlar.
Bana göre sevgi tamamen içten, yürekten, vicdandan gelir. Yüze, özellikle gözlere, bakışlara yansır. Kürt kadınları, özellikle de annelerin yaşamış olduğu trajedi, yaşamış olduğu yaşam zorluğu dünyanın nadir coğrafyalarında vardır. Bir Kürt erkeğinin sırtında bir yük varsa, Kürt annenin sırtında yüz yük vardır. Dolayısıyla bana sorarsanız en mazlum olan kadınlardır, Kürt anneleridir. Ben Sıto annemden, Azê annemden biliyorum. Bunu halalarımdan, teyzelerimden biliyorum. Barış annelerinden biliyorum. Yetişmiş olduğum kır toplumundan biliyorum. Ama aynı zamanda direngenliklerini de biliyorum. Kürt annelerine olan sevgi bağım insani ve vicdanidir. Yaşamımın en onurlu ve beni mutlu eden zenginliğinden bir tanesi de Kürt annelerinin beni evladı olarak görmesidir. Bu, yaşamım boyunca en büyük zenginliğimdir. Dünyanın maddi anlamdaki hiçbir serveti bu zenginlik kadar anlam ifade etmez. İnşallah ben o sevgiye hep layık kalırım. Onları mahcup etmem, onları mahcup ettirmem. Çünkü bir annenin yaşamında evladından daha değerli bir şey yok. Ve 30 yıl boyunca bu anneler evlatlarını yitirdiler. Aramızdaki diyalog ve bağ beklentisiz ve kusursuz olmalıdır. Çünkü o zaten yitirebileceği en büyük değerini yitirmiş. Eğer annelere ben de sizin evladınızım mesajını verebilmişsem ne mutlu bana.
Yaşamımı değiştiren kucaklaşma
“Oğlu Eşref’ten 28 gün boyunca haber alamayan anne ile İHD’de karşılaştım. Ağlayıp boynuma sarıldı, beni oğluna benzetmişti. Dünyam altüst oldu. Ve ben o gün İHD’ye üye oldum.”
Hukuk fakültesini tercih etmenizin özel bir nedeni var mıydı?
11 kardeş içinde okumak bana, bir yaş büyüğüm olan Emin’e ve küçüğümüz olan Hamit’e kısmet oldu. 3 kişi üniversiteyi bitirdi.
Ben 1971 yılında doğmuşum. Doğrusu doğum günümü tam olarak bilmiyoruz. Genelde nüfusa kayıt işlemleri toplu halde yapılıyor. Birkaç doğum olduktan sonra ve okul çağına geldiğimizde toplu halde götürülüp kayıt yaptırılırdı. Nüfus cüzdanına göre Emin 05.05 doğumlu, ben de 06.06 doğumluyum. Tabi her ikisi de doğru değil. Annemin verdiği bilgiler doğrultusunda öyle tahmin ediyorum ki 26 Mart 1971’de doğmuşum. Ama bu bilginin de ispatı yok. (Gülerek) En azından 26 Mart olarak kabul ettik.
Köy ortamı içinde ailenin bir avukata bir de doktora ihtiyacı vardı. Emin’in doktor, benim de hukukçu olmamızı istiyorlardı. Doğrusu ben de Emin’i kıskandığım için, Emin doktor olacaksa ben de doktor olacağım dedim. Normalde sayısalcı değilim. Birinci yıl Emin ile birlikte sayısal alana hazırlandım. Sınava girdim, kötü puan aldım. Baktım ki bu işin olacağı yok (gülerek) doktorluk hayalimden vazgeçtim. İkinci yıl Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Emin de Antep’te İnşaat Mühendisliği’ni bitirdi. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite yıllarının tamamı Diyarbakır’da köyde geçti. Yarım gün tarlada çalışarak, yarım gün ders çalışarak... 2004’e kadar, yani belediye başkanlığı dönemine kadar doğduğum köyde yaşadım.
Üniversite yılları çok ilginçti. Her ne kadar köy-kır toplumunda gördüklerim, öğrendiklerim, yaşamın zorlukları bende bir olgunlaşma süreci yaşatmışsa da, politik manada netleşmemi sağlayan, politik manada kır toplumundan başka bir dünyanın var olduğunu 1990 ile 94 arasında öğrendim. Üniversiteye ayak bastığım gün ilk defa uzun saçlı ve küpeli erkekler gördüm. Üniversiteye ilk gittiğim gün takım elbiseliydim. Beni asistan sananlar da olmuştu. Benim dışımda hocalar dâhil olmak üzere takım elbiseli ve kravatlı kimse yoktu.
İlk şoku yaşadınız…
İlk şoku orada yaşadım. Hatta Aziz abim beni Çarşiya Şeviti’ye götürmüştü. Çarşiya Şeviti’den takım elbise aldı. Takım elbisenin kolları uzundu. “Abi bu bana büyük” dedim. “Bir şey olmaz. Yıkanır çeker, hem de seneye giyersin” demişti.
Daha sonra Sivil Toplum Örgütlerinde aktif faaliyet yürüttünüz. Bir dönem İHD yöneticiliği yaptınız. Neden İHD?
Tabi 1990-94 yılları pek çok arkadaşımızı, yaşıtımızı yitirdiğimiz zulüm yıllarıydı. Var olma, yok olma yıllarıydı. Ve kesinlikle her bir Kürt ferdinin neredeyse tercih yapmak zorunda olduğu bir dönemdi. Ya dağa gideceksin, saflara katılacaksın ya da bir şekilde devletin zulmüne boyun eğeceksin. Hatta halkına ihanet edeceksin. Dolayısıyla 1990-94 yılları aynı zamanda yaşıtlarım için bir sinir harbinin yaşandığı yıllardı. Benim arayışım daha çok dağa gitmeden de bir şeyler yapılabilir mi şeklindeydi. Aile ile bir nevi sözleşme yaptık. Ben okulu bitireceğim, siz de beni evlendirme politikasından vazgeçeceksiniz. Çünkü aile bir an önce evlendirip başımı bağlayıp koruma altına alma arzusundaydı.
Anne için adliyeyi terörize ettim
1994 yılı sonlarında Av. Hüsniye Ölmez’in bürosunda stajımı yapmaya başladım. 1995 yılı Eylül ayı idi. İHD’den üç kişi geldi. Yönetim oluşturmak istediklerini ancak korkunç bir baskı olduğunu ve kimsenin yönetime girmeyi kabul etmediğini söyleyerek, Hüsniye abladan yönetime girmesini istediler. Hüsniye abla çok sakin ve nezaketli bir dille, biraz da mahcubiyet duyarak taleplerini geri çevirdi. Kendisinin de zaten politik bir geçmişi vardı. Başka önerilerde bulundu. Onlar beni göstererek, “bu çocuk kim?” diye sordular. O da ‘Osman benim stajyerim. Henüz çok yeni. Pişmesi lazım” dedi. Hatta onlar gittikten sonra Hüsniye abla bana acele etmememi, stajımı bitirip birkaç yıl avukatlık yapmamı öğütleyerek, “bir müddet sonra yine sivil toplum örgülerinde çalışabilirsin” dedi. Doğrusu bir heyecan vardı bende. İHD’nin bürosu da Hüsniye ablanın bürosunun olduğu binadaydı.
Ertesi gün İHD’ye gittim. Bir anneyle karşılaştım. 28 gün boyunca oğlundan haber alamayan ve her gün İHD’ye gelen, çocuğunun akıbetini öğrenmek için yardım bekleyen bir anne. O anne beni görür görmez boynuma sarıldı ve ağladı. Uzaklaştı gelip tekrar sarıldı. Beni oğluna benzetmiş. Tabi onun o ağlaması, bana sarılmasıyla benim dünyam altüst oldu. Ve ben o gün İHD’ye üye oldum. Gerçekten de oğlu Eşref, 35. günde JİTEM’de kabul edildi. Ama o 7 gün boyunca gece-gündüz ben savcılığı, adliyeyi, her tarafı terörize ettim. Her dakika telefonla arama, oraya gitme, dilekçe verme gibi. İşte gözaltına alındığı görülmüş, tanıklarımız var vs. gibi. 7 gün sonra, onun gözaltına alınışının 35. gününde “evet, bizdedir yarın mahkemeye çıkartacağız” kağıdını aldım. Dolayısıyla o annenin bana sarılışı, kucaklaşmamız, bir yaşamın kurtarılmasına, ama aynı zamanda da benim bir insan hakları aktivisti olmamda ilk adımın atılmasına yol açtı.
1995’ten 2002’nin Kasım ayına kadar İHD Diyarbakır Şube Başkanlığı, yönetim kurulu üyeliği, Genel Başkan Yardımcılığı gibi görevlerde bulundum. Ama bu zaman dilimi içerisinde kurulan pek çok derneğin çalışmalarına katıldım. Bütün meslek yaşamımda Ticaret Hukukunu ilgilendiren bir dava dosyası dışında para kazanmadım. Tüm meslek yaşamımı bir insan hakları savunucusu perspektifiyle değerlendirdim. Doğrusunu ifade etmek gerekirse, insan hakları mücadelesi benim üçüncü üniversitemdi. Köy toplumunda yaşadıklarım, babam, Azê annem ile Sıto annem arasındaki ilişki, hukuk, o sosyal yaşam aslında benim birinci üniversitemdi. Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve orada yaşananlar, öğrenci gençliğinin mücadelesi, siyasi sürecin kendisi, köylerin yakılması, ikinci üniversite oldu. Ama benim siyasi kişiliğimin şekillenmesini sağlayan, dünyaya bakışımı netleştiren üçüncü üniversite, İHD içerisinde yaşadıklarım, tanık olduklarım ve özellikle de Kürt annelerinin yaşadıkları, ama bu yaşadıklarına rağmen inanılmaz güçlü duruşları oldu. Benim hayatımda bir nevi esas şekillendirmeyi oluşturdu. Bugün itibariyle kendimi, evladını, eşini ya da kardeşini yitirmiş Kürt annelerine borçlu hissediyorum.
Hazırlayan: ELİF GÜRÇALI
