Acıyı bal eylemek

Haberleri —

‘Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı.” Yuhanna İncil’i bu cümlelerle başlar.

1973 yılıydı. Mekanımız Dêrsim’di. Henüz yeni çözülmüş dilimiz ‘bir baykuş kadar bile ötmeyen diller ortamında’ en büyük silahımızdı. Güven telkin eden genç insanlara büyük bir sırrı ifşa eder gibi anayurt gerçeğinden söz ediyor, ‘Kürdistan sömürgedir’ diyorduk. İdeolojik dağarcığımızdaki en önemli cümle buydu. İki sözcükten ibaret bu cümle seslendiğimiz gençlerin duygu dünyasında deprem etkisi yaratıyordu. Sözün tanrısal gücüne tanıklık ediyorduk. Sömürgeci katillerin ‘Tunceli’ mezarlığına defnettikleri Dêrsim şimdi dirilme belirtileri gösteriyordu. Yumurtadan yeni çıkmış kuş yavruları kadar çelimsiz olsalar da, anlamın yüreklerine işlediği gençler ‘yeni insan’ın doğuşunu müjdeliyorlardı. Doğruydu, başlangıçta söz vardı ve Tanrı sözdü.
Dağ Mahallesi’nde tek gözden ibaret bir gecekonduda kalan öğrencilerle ilişki kurmuştuk. Burası önemli bir uğrak yerimizdi. Yatacak yer bulamadığımızda bu gecekonduda kalıyorduk. Öğrencilerle daha sık ilgilenen arkadaşımız Veli Tayhan’dı. Gecekondu Sakine Cansız’ın kaldığı eve çok yakındı. Sakine 1974 yılında bu gençlerle ilişkiye geçmişti. Öğrenci evine uğruyor, bazen yemek taşıyor, öğrencilerden kitap alıyordu. Tartıştıkları da oluyordu. Anayurt, Kürdistan ve sömürge kavramlarıyla böyle tanışmıştı. Sözün gücü Sakine’yi de etkisine alacaktı. Söz tohumdu ve Sakine’de bolca ürün verecek bereketli bir toprak bulmuştu. Tohum bu toprağa kök salacak ve bir süre sonra gün yüzüne çıkacaktı. Söz Sakine’yi, Sakine de sözü yüceltecekti.
Gıyaben tanıdığım Dêrsim’in bu asi kadınıyla ilk kez 1975 yılında karşılaştım. Sanırım İzmir’den dönmüştü. Yine Dağ Mahallesi’nde bizi sıkça ağırlayan bir barakada bir araya geldik. Yanında evlendiği üniversite öğrencisi akrabası da vardı. Eşini liseden tanıyordum, o zaman benden bir devre gerideydi. Sakine’nin etkisi ve biraz da zorlamasıyla Türk solundan kopmuş ve grubumuza katılmaya karar vermişti. Sakine’nin görüntüsü daha dünmüş gibi gözümün önünde canlanıyor, ancak konuşmamızın içeriği için aynı şeyi söyleyemem. Büyük ihtimalle yaptığı evlilik üzerine konuştuk, nerede ve nasıl çalışacakları üzerinde durduk. Dêrsim’de kalmadı. Yine evlilik ilişkisi de uzun sürmedi. Kendisini tamamen grup çalışmasına adadı.
Dêrsim’de pek çok kadro adayı çıkarmıştık. Yerellikten çıkıp ulusallaşsınlar, tecrübe kazansınlar ve halklaşsınlar diye bunlardan bazılarını Kürdistan’ın farklı illerine yolluyorduk. Gönderdiklerimiz arasında kadın kadro adayları da bulunuyordu. Çoğu yeni çalışma yerlerine alışıp oradaki kadrolarla uyum sağlayamadığı için kısa süre içinde geri dönüyordu. Kazım Demirtaş, Veli Tayhan ve Bircan Yıldız gittikleri yerde kalıcı olabilen ender arkadaşlarımızdandı. Sakine arkadaş çok daha farklıydı. O hep kendi ayakları üzerinde durmak istedi. İşin kolayına kaçmaya asla tenezzül etmedi. Zorlukların devrimci kişiliği bileyen bir masat işlevi gördüğünü bilerek, her zaman zor olanı seçti. Bingöl’de, Elazığ‘da faaliyet yürüttü. PKK’nin Kuruluş Kongresi’ne Elazığ delegesi olarak katıldı. Kongreye katılan iki kadın delegeden biri oldu.
Kişi gerçek dostlarını felaket anında tanır diyordu Lenin. Sakine’nin pratiğinde de bu belirlemenin doğruluğuna tanıklık ettik. İşkence tezgahları ve zindanlar onda cisimleşen tanrıça kişiliğini açığa çıkarıp hepimize, herkese gösterdi. İlk kapsamlı tutuklama operasyonunun yapıldığı Elazığ‘da tutuklananlardan biri de Sakine Cansız’dı. Felaket anları sadece sözü kendinde yücelteni değil, düşkünü, inançsızı ve haini de gözler önüne serer. Elazığ’daki sorgulamalarda hızla ihanete savrulan da, ölümüne direnişte sebat eden de oldu. Sakine direniş çizgisinin sembolü, direnişte ısrar edenlerin moral kaynağıydı. Direnenlere kendi gücünden güç kattı; fesatçının, fırsatçının, hainin üzerine yürüdü, yüzüne tükürdü. Bu direnişçi duruşu kişiliği etrafında muhteşem bir sevgi halesi yarattı. Diyarbakır zindanları bu haleyi daha da aydınlattı ve onu zindanlardan çıkarıp halkın ve yoldaşlarının yüreğine taşıdı. Sakine yüreklerdeki tanrıça tahtına oturdu, hâlâ oturuyor ve sonsuza dek oturmaya devam edecek.
Şahadetin kutsallığı tartışılamaz. Şehit kanıtlanmış gerçekliktir ve özgürlük mücadelesinin ölümsüz öncüsüdür. Bundan zerre kadar kuşku duymuyorum. Yine de Sakine’nin şahadetini hiç yüreğime kabul ettiremiyorum. İlk şehitlerimizi verdiğimiz günleri hatırlıyorum. Bir yoldaşımız vurulduğunda içime müthiş bir acı çöreklenirdi. Kendisiyle konuşuyormuş gibi, keşke senin yerinde ben olsaydım, keşke sana değen kahpe kurşunlar benim bedenime saplansaydı derdim. Şehitler çoğalıp koca bir ordu haline geldiğinde duygularımda bir tavsamanın yaşandığını fark etmiştim. Sakine’nin şahadetini duyduğumda ilkin inanmadım, kabul ettiğimde ise aynı cümleleri tekrarladım. O şahadetiyle birçoğumuzda kurumaya yüz tutan soylu duygulara yeniden hayat verdi. Şehit özgür yaşamın sürekli akış halindeki kaynağıdır. Bildiğim, bu kaynaktan beslenmek ve gerektiğinde beslemek gerektiğidir.
Mücadele arkadaşlarımdan ara sıra güzel mektuplar alırım. Bunlardan beni en çok etkileyen ve etkilediği kadar hüzüne boğan, bir kadın gerillanın Sara arkadaş hakkındaki duygularını anlattığı mektubu oldu. Benim ifade etmeyi beceremediğimi onun kadının duygu çağlayanı diliyle çok daha iyi ifade ettiğine inanıyor ve bir kısmını olduğu gibi aktarıyorum:
“Öyle basit ve yersiz kaygılar yaşıyoruz ki bazen, ya da birbirimizi öyle anlamsız şeylerle yargılıyoruz ki, sonrasında hepimizde süreklileşen birçok pişmanlık oluşuyor. ‘Keşke’ler, pişmanlıklar vicdanımızın bir yükü oluyor ve ruhumuzu kemiriyor sürekli. Bizim yaşamımız öyle çok kaybedişlerle, apansız gitmelerle dolu ki! Ertelediğimiz, zamanında birbirimize söylemediğimiz, yüreğimizden akan birçok şey dudaklarımızın ucuna takılı kalıyor ve bir daha hiçbir zaman dile gelemiyor. İşte size bunun için yazmak istedim. Birçok yoldaşa söylemek, paylaşmak istediğim şeyleri değişik nedenlerle hep belirsiz bir geleceğe, bir sonraki buluşmaya erteledim. Sonra şimdi bir yürek sızısı olarak kaldı içimde.
“İnsanlık tarihinin bu en soysuz çağında yüreği avucunda bir kısım insanın direnişi ne kadar erdemli, soylu değil mi? Siz Önderlik için ‘yüreği avucunda’ tanımlamasını yapmıştınız. Bizler de, yüreğini Önderlik yolunda adayanlar da o düzeyde olmasa da bu felsefeye göre yaşamaya çalışıyoruz. Aslında birçoğumuzun yüreği avucunda. Giden yoldaşlarımız da öyleydi. Şu farkla ki, bu çağın hengamesinde, maddiyatçı yaşam kültürünün her günkü tüketiciliğinde bunu yeterince fark edemiyoruz. Kendimize, varoluşumuza, eylemimize gereken anlamları yükleyemiyoruz ve kendimizde tüketiyoruz birçok şeyi. Önderlik hep yaratıyor ve çoğaltıyorken, biz tüketip eksiltiyoruz. Yaşadığımız AN’ı tarihten ve gelecekten kopararak küçük düşlerin, küçük çıkarların ve işlerin keşmekeşliğinde boğuyoruz. Hem kendimizi, hem birbirimizi…
“Bu yüzden zamanında yeterince anlam veremediklerimizin, yeterince değer veremediklerimizin acısı var yüreklerimizde. Bir  büyüklüğü görmek için yüreğin ve beynin de o oranda büyük olması gerekir. Bir hazineyi keşfetmek, bir güzelliği fark edebilmek herkesin harcı değil. Sıradan duygu ve düşüncelerle yapılamaz bu keşifler. İçimizde öyle yüzlerce insan belki de güzellikleri yeterince fark edilmeden gitti. Önderlikten sonra o boşluk hep açık kaldı, kalıyor.
“Heval Sara’nın gidişinde, diğer yoldaşların gidişinde bu duyguları yaşadım… Hepimiz için büyük bir şok oldu, hepimiz çok sarsıldık, inanmadık, inanmak istemedik. Çok ağır bir tufan gibiydi o şahadetlerin biçimi, yarattığı o ağır, sancılı boşluk. Ama yine de sizin bir başka acıdığınızı düşündüm hep.”
Evet, acımız tarifsiz. Sakine ve yoldaşlarının zamansız gidişleri karşısında acılar tufanına gark olmamak mümkün mü? Ancak acı çekmek kendi başına ciddi bir anlam ifade etmez. Mesele acıyı bal eylemesini bilmektir. Bunun yolu da onların haklı davasını zafere taşımaktan geçer. Sakine ve yoldaşlarının anılarına bağlılık zaferi sağlatacak yegane güçtür.

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.