Ahmet KAHRAMAN: Kürtlerin kültürel esareti

Haberleri —

Kürtlerin, ulusal bağımsızlık savaşının ömrü, İskoçlar, İrlandalılarınki kadar eski olmasa da, yüz yıllara yayılı uzun bir bir süreçtir. Başkaldırının ilk namlusu, 1800 yılında tetiklendi.

Savaş yenilgiler, kısa ömürlü zaferler, yıkım ve yangınlar arasında ihanetlere, entrikalara bürünerek uzadı; iki yüz yıla yayıldı; ama sönmedi. Hareket, değşik zaman dilimleri içinde, farklı biçim ve renklerle ilerleyerek, nihai hedef umutlarının somutlaşarak serpildiği günümüze gelindi. 

Ancak, bütün ulusal kurtuluş hareketleri gibi, Kürdistan ulusal mücadelesi de siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik bağ, bağlantı boyutlarıyla birbirine geçmiş, bütünleşmiştir. Bütünsellik parantezini açarak söylemek gerekiyorsa eğer, işgalci güç, hayatın bütün bu boyutlarını esir alıp eritmek, kendisiyle birleştirip yok etmek için uğraştı. Kürtler ise her boyutta bireysel ya da örgütsel çabayla yok oluşa karşı koydu. 

 

DİL İLK HEDEFTİ

İşgalci güç, yok edicilikte ilk hedef olarak kültürel varlığın en değerli dalı dili seçmişti. Dilin eritilip yok edilmesi, gerçekten bitirmek istedikleri Kürtlerin sonu olacaktı.

Bu amaçla, ani bir vuruş yaptılar ve bir sabah kültürel yok edilmişliğin ilk hamlesi olarak Kürt dilini yasakladılar, Kürtlerin deyimiyle "kıtm", yani inkar ettiler.

Kürtler, bu sırada soykırım köprüsünde bastırılıp ezilmiş, yerde yok olma derekesine düşmüştü. İnkara karşı koyup direnecek güçleri yoktu. Ancak, her Kürt gücü ve imkanı oranında kendince direnerek, konuşma kelimelerini yaşatıp koruyabildi.

İrlanda’ya yaptığım bir gezide, bir müzeyi gezerken, tanıdığım genç bir şairin sergilenen kitabını görmüş ve yanımdaki dosta, "ama" demiştim. "Bu şair, müzelik olmayacak kadar genç!.."

Dostum gülmüştü:

"Kendisi genç, ancak, bu kitabın yeri müzedir. Çünkü, bize, dilimizi (Kelt dili) unutturdular. Hüzün verici bier durum ama, yeni kuşaklar dilimizi bilmiyorlar. Bu kitap, Keltçe yazılmış ilk kitaplardan olduğu için, müzede sergileniyor."

Dostumuz devam etmişti:

"Bu konuda, Kürtler bizden şanslı. Çünkü onlar dillerini korumayı bilediler."

Ancak, gerçeğin dili öyle miydi? Kültürel soykırım mağduru Kürtlerin, kalemleri kırık, yazı dilleri kesik değil miydi?..

 

DİLDE İLK YASAK

Kürtler, Osmanlı kabuğu altında özerk yaşıyorlardı.

Kendi okulları vardı. Bugünkü üniversitelerin ayarında olan, Yüksek Medreslerinde hukuk, felsefe, mantık, matematik, tarih, coğrafya ve astronomi dersleri okutuluyordu.

Kürtler, edebiyatta da, dünyanın gerisinde değillerdi.

Ehmedê Xanî, büyük bir aşk destanı olan "Mem û Zîn" eserini, Cervantes’in Don Kişot'undan yaklaşık 60 yıl sonra 1692 yılında tamamlamıştı.

Daha nice yazarlar yetişti.

Ancak matbaa ile birlikte yazının gelişip yayılmaya başladığı 1800’lerden itibaren, Osmanlı’nın müdahalesiyle karşılaşmaya başladılar. Ancak, asıl ölümcül müdahale, İttihat ve Terakki Cemiyeti adıyla örgütlenen Türk ırkçılığı akımının, 1908 yılında darbeyle yönetimi ele geçirmesinden sonra geliyordu.

İttihatçılar yayımladıkları bir yasayla Kürtlere askerlik yapma ve vergi ödeme yükünü yüklüyor, okullarda da Osmanlıcayı zorunlu kılıyordu.

Bu asimilasyon hamlesiydi. Kürtleri kendi olmaktan çıkarmaya yönelik ilk adım, kültürel soykırıma girişti. Kürtler, boyun eğmediler. Birbirinden bağımsız sayısız başkaldırı hareketi başladı. Olaylar gelişirken Birinci Dünya Savaşının rüzgarları baş gösterdi. 

 

KÜRTÇE KONUŞMAK DA YASAK

Birinci Dünya Savaşı sonrası sürecinde, Osmanlı kabuğu çatladı. Bünyeden, 24 ayrı devlet çıktı. Bunlardan biri de Türk (TC) devletiydi.

TC’nin yurttaşları, Osmanlı kalıntılarından oluşuyordu. Müslüman olduğunu söyleyen herkesi Türk diye kayda geçiyordu. 

Fransızlar ve Britanya tarafından kurulmaya çalışılan devlet için de "Türkler ve Kürtlerin ortak devleti" olacaktı. diye oyalıyorlardı.

Bu bir oyalamaydı. 1923 yılında imzalanan Lozan anlaşmasından sonra, yalan söyledikleri ortaya çıktığında artık çok geçti. Çünkü devlet oluşmuş, güç kazanmış, Kürtler Ermenilere uygulanan soykırım benzeri kırım ve yangın anaforunda sıkıştırılmışlardı.


Bu arada, Kürt "Medreseleri" kapatılmış, yalnız Kürtçe eğitim değil, konuşma dili de yasaklanmıştı.

Yasak, çünkü ülkede herkes, topraklarında kalmak için, din değiştirmiş Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar ve tekmil Balkanlılar, kağıt üzerinde, neresi olduğu kimsenin bilmediği Orta Asyadan göç edip gelmiş Türktü. Türkçe bilmeyenlerin ana dili de Türkçeydi.

Herkes Türk olunca, Kürtler de Türk olmuş oluyordu. Türkçe bilen parmakla gösteriliyordu, ama onların da ana dili Türkçeydi.

Kürtçe, "Türk medeniyetinin yanında vahşi" kaldığı için konuşulması yasaktı. Kürtçe şarkı mırıldanmak, yeni doğan çocuklara Türk soyuna uygun olmayan isim seçmek de…


 EŞEK VE KATIRLARIN HACZİ

Türk devleti, kontrol edemeyeceği dağlarda, bayırlarda, köyler ve tek tek evlerde değil, ama şehirlerin sokaklarında, çarşıda, pazarda "Türkçe dışındaki diller" tabiriyle Kürtçeyi yasaklamıştı.

Yasağın denetimi için, polis ve jandarmanın yanında, Türkçe bilmeyenleri dahil bütün belediye ve devlet çalışanları görevliydi. Kürtçe denetçileri, suçluları anında ve yerinde cezalandırmakla yetkiliydiler. Çarşıda, pazarda dolaşıyor, kahvehanelerde oturup etrafa kulak veriyor, Kürtçenin fısıltısını duyunca da üstüne atılıyor, seyircilerin bakışı altında yere yatırıp tekme-tokat dövüyor, sonra para cezasına çarptırıyorlardı.

Para cezası, anında tahsil ediliyordu. Parası olmayanın üstündeki ceketi, yeleği, gömleği, şalvarı, köyden gelenlerin kıymetli malı olan atı, eşeği, katırı haczediliyor, hacze değer hiç bir şeyi olmayanlar ise tutuklanıp hapse konuyordu.

 

KART KURT KÜRTLERİ

Yasaklar, 1950’lere kadar, büyük bir hiddet ve şiddetle uygulandı.

Fakat, cezalar yerleşik gerçeği değiştiremeyince, konuşma yasağına ilişkın uygulamalar gevşetildi. Yasaklar, toplu yerlerle sınırlı kaldı. Kürtçe’nin yazıda kullanım yasağı ise dönemlere ve iktidarların tutumuna göre değişti.

1960’larda bile, bir ara Kürtçe yayın yapılırken, örneğin Kafasya Kürtlerinden Ereb Şemo’nın "Şivanê Kurmanca" (Kürtlerin Çobanı) adındaki romanı 1960’ların sonunda Kürtçe olarak yayımlandı. Bunu, Ehmedê Xanî’nin "Mem û Zîn" izledi.

Ancak, 1980’deki askeri darbeden sonra, Kürtçe konuşma yasağı yeniden genelleştirildi.

"Kürt yok" teorisi de değiştirildi. Yeni teoriye göre Kürtler dağ Türkleriydi. Kış günlerinde karda gezerken ayaklarının altındaki kırılma ile "kart, kırt, kurt" sesi çıkardıkları için zamanla Kürt adını almışlardı.

 

CEZAEVLERİNDE İŞKENCE

Yeni yasak dalgasının en büyük mağdurları, esir muamelesi gören tutuklulardı.

Diyarbakır askeri cezaevi özellikle can kıyıcıydı. Tutukluların birbiri ve ziyaretçileriyle, kendi dilleriyle konuşması yasaktı. Çoğu tutuklu, görmeye gelen anne ve balarıyla, karşılıklı suskun, bakışmakla kalıyordu. Ağzından kelime kaçıran dayakla, anne ve babalar da evlatlarını görmeme cezasına çarptırılıyordu.

Esirler, bir süre sonra isyan ettiler. Her türlü işkenceyi göze alarak mahkemelerde Kürtçe konuşup savunma yapmaya başladılar.

Böylece dünya, "kesik dil" olayından haberdar oldu.

Nobel edebiyat ödülünün sahibi Britanyalı yazar Henry Pinter, Diyarbakır Cezaevini gördükten sonra, "Dağ Dili" adındaki tiyatro eseri yazınca, tepkiler dünya boyutuna vardı.

Ancak, yasak gevşemedi.

 

AKP DÖNEMİ VE KÜRTLERİN ZAFERİ 

Irak diktatörü Saddam Hüseyin, 1988 yılında Halepçe’yi kimyasal bomba ile vurunca Kürtler, dört bir yana dağıldılar. Bir dalga da TC’ye vurdu.

Bu olay, aynı zamanda Türk devletinin inkarına darbe oldu. Yalanları ortaya çıktı. İnkar bozuldu: Kürt vardı. Kürtçe konuşan da…

Bundan sonra tartışmalar hararetlendi. Kürtçe konuşmalar, yasak duvarını aşmaya başladı. Başbakan Turgut Özal, "benim annem de Kürt’tü" demek zorunda kaldı. Ama yasak hala yürürlükteydi. Politikacılar halkı Kürtçe selamlama suçundan, sayısız insan Kürtçe konuşma, müzik yapma, dinleme ve mırıldanmak, çocuğuna isim verme, yazı yazma suçlamasıyla yargılanıyor, mahkum ediliyorlardı.

Bu arada tepkiler, Kürdistan siyasal hareketiyle paralel olarak toplumsallaşıyordu.

1990’larda, yasaklarda gevşemeler oldu.

Çünkü, Türk devleti estirdiği teröre rağmen başa çıkamamış, Kürt varlığını ve dilini inkarı yasak duvarının gerisinde tutamamış, bu arada Kürt başkaldırı hareketi ileri bir adımla televizyon yayınına geçmiş, yasağı iyice allak bullak etmişti.

AKP, 2002 yılında iktidar olduğunda, liberal görünme çabasındaydı. Bu rolle, Kürtçe konuşma ve müzik üzerindeki yasaklar hakkında esneklik gösteriyor, ama öbür yanda mahkemeler dolup taşıyordu.

Çünkü Kürtler, örgütlü olarak inkar ve yasağa ittaatsizliğe başlamışlardı. Kürtçe konuşma, yazı yazma ve müzik dinleyip mırıldanma konularında kendilerini ihbar ederek, suça ortak olarak mahkemelere topluca çıkıyorlardı. 

Öbür yanda internet çağıydı. Bilgi akışı ve görüntü önündeki sınırlar kalkmıştı. Televizyon yayınları nedeniyle de yasakları korumak, inkaraı sürdürmek imkansızdı.

 AKP iktidarı, bu süreçte Kürtçe yazıya karşı olmadığını, ancak Türk alfabesinde Q, W ve X gibi harfler bulunmadığı için davaların açıldığını öne sürmeye başlayınca, insanlar kitlesel olarak kendilerini ihbar ettiler. Mahkeme salonları dolup taşmaya başladı. 

Çocuklara verilen Kürtçe isimler yüzünden ise mahkemelerde dosyalar durmadan kabarıyordu.

AKP iktidarı, Genelkurmayın istemi üzerine, kendisinden önceki iktidarın aldığı Kürtçe televizyon yayınını kararını, hayata geçirmek zorunda kaldı. Kürtlere kendi dilleriyle propaganda yapmak üzere yayına başladı.

Bu arada çocuklara Kürtçe isim ve müzik yayını yasakları delindi.

TC’nin yasakları takip ve cezalandırma imkanı kalmamıştı. Uygulama fiili olarak ortadan kalktı.

Kürtler direnerek, kendi yayınlarıyla yasakları etkisiz kılarak, Türk devletini (TC) çaresiz bırakmışlardı.

Kürtler, kültürlerinin dil dalını koparıp almış, kazanmışlardı.

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.