ALİ ERDOÐAN: Bu otobüsün şoförü yok!

Haso, „Üç gündür bekliyoruz burda. Neden gelmediniz?“ diye sordu. Memo,
„Hiç sorma, başımıza geleni. Üç kişiydik, Kel Hasan’ın Huso’su Kale’de yakalandı, geri gönderdiler. Bizler zor bela kurtulduk. Dışarılarda yattık. Uygun bir zamanı kolladık. Huso’ya çok üzüldüm. Elinde, avucunda ne varsa şebekeye yedirmişti bizler gibi“ dedi.
Londra’ya gelmek için yola çıktılar. Londra merkezde trenden inince, Hackney’e gelmek için otobüse bindiler. Otobüs iki katlıydı. Haso önde, üst kata çıktılar. Memo, arkalarında merdivenlere tırmandı. Oturdu koltuğun birine. Oturmasıyla kalkması bir oldu. „Bu otobüsün şoförü yok“ dedi ve inmeye davrandı.
Haso, koluna yapıştı, „Şoförü alt katta“ dedi ve oturmasını sağladı. Memo, utandı. Kızardı. Pencereden dışarıyı seyre daldı. Avrupa’ya gelişinin hazzını duyumsarken, bir yandan da bir burukluk hissetti. Geçmişini anımsadı. Geride bıraktığı doğduğu köy ile ‘mutluluğu yakalayacağım’ diye düşlediği, içinde bulunduğu Avrupa’yı kıyasladı. Bu farklı mekanlarda sallanıp durdu. Bu sallantı arabadan mı geliyordu, yoksa içinden kopan fırtınadan mı geliyordu, bunun ayırımında değildi...
Köyleri, Çaysur (Kırmızı köy) adında bir dağ köyüydü. Bütün Kürt-Alevi köylerin başına gelen kaderi, Çaysur da paylaşmıştı. Aleviler kıyıma uğradıklarında, ötekileştirildiklerinden dolayı hep şehir merkezlerinden, ulaşım olanaklarından yoksun, kuytu yerlere, dağ eteklerine yerleşmişlerdi. 30-40 sene öncesine dek mecbur kalmadıkça şehre uğramazlardı. O zamanlar, evin bir ihtiyacını gidermek için şehre vardıklarında, kendilerinden sonra dükkana bir yerli gelmişse, kenara çekilir, o ihtiyacını gördükten sonra alışverişlerini yaparlardı. Kıt olanaklar içerisinde yaşamaya çalışıyorlardı; buna yaşama denirse. Köyde okuma-yazma bilen pek azdı. Komşu köylerdeki dostların evlerine gönderilip okula giden çocuklar biliyordu....
Günün birinde, köye bir erkekle iki genç kadın geldi. Köylüyle toplu halde toplantılar yaptılar. Niçin dağa çıktıklarını, gayelerinin ne olduğunu bir bir anlattılar. Daha sonra köy onların uğrak yeri oldu. Zamanla köye gelenlerin sayıları arttı. Köy halkı onları, onlar da köylüyü içtenlikle sevdi, saydı. Zaman zaman köylü onları bekler oldu...
Ondan sonra köyün üzerine kara bulutlar çöktü. Daha önce, sadece askere almak, vergi toplamak ve seçim için köye gelirlerdi. Bu defa cemselerle iki günde bir, gecenin birinde-ikisinde köye gelirlerdi. Tüm köylüyü köy meydanında toplar, kadın erkek çırılçıplak eder, dayak faslına başlarlardı: „Anarşistleri neden barındırıyorsunuz?“
Aramalar sonunda kimseyi bulamayan yüzbaşı, çileden çıkar „toplayın bunları karakola“ diye emir verirdi. Üç saat mesafedeki karakola sürüklercesine yayan olarak, genç-yaşlı, kadın-erkek götürülür, orada 2-3 gün aç susuz dayaktan geçirilirdi. Sonra da çoğunlukla savcının karşısına çıkarılmadan salıverilirlerdi.
Köyde yaşama olanağı kalmamıştı. Metropollere gidenlerin durumu ise içler acısıydı. 2-3 aile bir odada kiracı kalıyordu çoğunlukla, işsiz. Ellerinde, avuçlarında ne varsa, yok pahasına satıp paraya çevirdiler. Soluğu Avrupa’da almaya baktılar.
İngiltere’ye de ne hayallerle gelmişlerdi! Gerçekten bir gelecek hayalleri var mıydı? Belki de sadece Londra’ya gittiklerinde çok paralarının olmasını hayal etmişlerdi. O paraları şebekeye verip çocuklarını getireceklerdi. Çocukları Avrupa okullarında okuyacaklardı. İş güç sahibi olacaklardı.
Ama o paraları nasıl kazanacaklardı? Nerede ve nasıl barınacaklardı? Gittikleri yerde hemen iş bulacaklar mıydı? Dil sorununu nasıl çözeceklerdi?
Bu sorular, Memo’nun hiç aklına gelmemişti. Diyelim ki, bütün bu sorunlar halloldu, mutlu olabilecekler miydi? Geldiği ülkenin dili, kültürü, gelenek ve görenekleri çok farklıydı. Nasıl uyum sağlayacaklardı? Ya ülke özlemi? Köyün yaylasındaki çoban çeşmesini, köyün altındaki sık ağaçlıkta eşi Fato’ya aşkını ilan ettiği yeri özlemeyecek miydi? Bir boşluk... Bu boşluk ve çaresizlikten kurtulup tutunacak bir dal arama hali gibi...
Adettendir, misafir ağırlanır. Haso, bir-iki arkadaşıyla birlikte Memo’yu lokantaya götürdü. Yediler, içtiler, kendilerinin tabiriyle „felekten bir gün çaldılar“. Sarhoş oldular. Bu insanların içip sarhoş olmasına gerek yoktu. Tüm şehri kuşatan ışıklı manzara, varacağı bir limanı olmadan deryada dolaşan bir gemi gibi, boşlukta uçuşan duyguları taşıyan bir bedeni sarhoş etmeye yetiyordu zaten...
Memo, viskiyi yudumlarken, köydeyken kendini tepenin arkasında akan serin çaya bıraktığı o eski günler gözünün önüne gelip gidiyordu. Bedenini öylesine suya bırakırdı hep. Su hiç derin değildi. Orada kaldığı sürede haz duyuyordu. Malı mülkü pek yoktu ama kendisiyle barışık bir canı vardı. Bardakların birbirine çarpmasına eşlik eden „şerefe“ sözüyle bu tatlı düşten uyandı. Mahcup oldu biraz.
Günler günleri takip ediyordu. Memo, asker arkadaşının yardımıyla bir fabrikada temizlik işini bulmuştu. Aslında fabrika değildi. Topu topu 15 kişi çalıştıran bir dikiş atölyesiydi. Buradaki atölyelere fabrika diyorlardı.
Memo, hem çalışıyor ve hem de devletten sosyal yardım alıyordu. Bu parayla çocuklarını getirtmek çok zor olacaktı. Kaç sene süreceğini düşünüyordu. Başka da bir şey düşünmüyordu. Bir çıkmazdaydı. Kara kara düşünüyor, çıkar bir yol bulamıyordu. İçin için ağlıyordu. Bir gün yine asker arkadaşı Haso’la „felekten bir gün çalarken“ içti içti, sarhoş oldu. Başladı ağlamaya. Derdini arkadaşına bir bir anlattı. Bir yol önermesini istedi.
Arkadaşı Haso’nun ailesi kalabalıktı. Çoğu çalışıyordu. Askerde iken Memo’nun çok yardımını görmüştü, hep kollanmıştı. Şimdi yardım etme sırası Haso’daydı. „Sen hiç üzülme, bizler ne güne duruyoruz. Parayı denkleştirip şebekeye verelim. Aile bireylerini getirtelim. Sonra sen bana yavaş yavaş ödersin“ dedi. Memo, Haso’nun eline sarıldı, öpmeye çalıştı. Gözyaşlarıyla arkadaşının ellerini ıslattı. Birbirlerine sarıldılar. Lokantadaki diğer müşterilerin dikkatini çekti.
Para denkleştirildi. Şebekeye verildi. Yirmi gün sonra Memo tüm aile bireylerine kavuştu. Derin bir oh çekti... Şimdi tek bir sorunu kalmıştı: Asker arkadaşına borcunu nasıl ödeyecekti?
Memo’nun iki kızı ve bir de oğlu vardı. Yine arkadaşının yardımıyla hepsi birer işe girdiler. Devlet onlara parasız ev de vermişti. Memo’nun oğlu Ahmet, henüz 17 yaşındaydı. Bir pazar günü eve geldi, „Anne, güzel bir iş buldum“ dedi. Annesi „İşin ne oğlum?“ deyince, „Paket dağıtacağım. Günlük 500 lira veriyorlar. Bu artabilirmiş. Bana öyle dediler“ diye yanıt verdi. Bu haberi duyan babası, paketlerin ne olduğunu sormadı. Çünkü ona para lazımdı. Asker arkadaşının borcunu bir an önce ödemek istiyordu.
Birkaç ay içerisinde Ahmet paraya para demedi. Altına sıfır kilometre Mercedes çekti. Babasının borcunu ödedi. Türkiye’de ve Londra’da daireler aldı. Çoğu zaman Ahmet eve gelmez oldu. Babası bunun nedenini sormadı. Sorduysa gerekli cevabı alamadı.
Bu süre içerisinde Ahmet, dağıttığı paketlerle tanıştı. İçerek bağımlısı oldu. Son aldığı bir parti malı sattığı halde parasını patronuna vermedi. Parayı bilinen yolda harcamıştı. Ahmet, çıkış yolunu bulamadı. Bunalıma girdi. Bir sabah cesedini parkta bir ağaca asılı buldular. Bu yolla intihar eden Türkiyeli gençlerin sayısı 24’ü geçiyordu. Ve bu yolda cezaevine giren 16-21 yaş arası Türkiyeli gençlerin sayısı 4000’i aşıyordu...
