Alman medyasında Kürt temsiliyeti

Haberleri —

 Kürtler, egemen diskurda yerlerini dünyanın her yerinde ve Almanya’da öz örgütlülükleri ve mücadeleleriyle edindi. Bu mücadele ile görmezden gelinmelerini olanaksız kılan bir dalga yarattılar ve milyonlarca insanın dostluğunu kazandılar. Halkların sömürgeci tarifine karşı direniş bahsinde bu, belki de yegâne örnek. Keza Kürtlerin Avrupa’daki imajının üretildiği mekanizma, halen sömürgeciliğin kurallarına göre işliyor.

Almanya Kürt Toplumu Derneği Genel Başkanı Ali Ertan Toprak, Türkiye’nin Kuzey Suriye/Rojava’ya yönelik işgal saldırısı sırasında en fazla mesai yapan isimlerden biriydi. Almanya ana akım medyasında Kürtler adına konuşan tek kurum olmasına rağmen dernek, ne en büyük Kürt örgütlenmesi ne de Kuzey Suriye/Rojava’daki yapıları temsil etme ehliyetine sahip. Toprak’a konuşma ehliyeti veren tek “özelliği”, Kürt olması. Geri kalanlar, ne olduğuyla değil, “ne olmadığıyla” ilgili.

 

Osman OĞUZ     -   oseoguz@gmail.com

 

Almanya Kürt Toplumu Derneği (Kurdische Gemeinde Deutschland e.V.) Genel Başkanı Ali Ertan Toprak, Türkiye’nin Kuzey Suriye/Rojava’ya yönelik işgal saldırısı sırasında en fazla mesai yapan isimlerden biriydi. Televizyon ve radyo kanalları, gazeteler, dergiler, enstitüler… Almanya kamusalına bir biçimde müdahil olan birçok kurum için Toprak, başvuru merciiydi. Ülkede yaşayan Kürtlerin saldırılara ilişkin pozisyonu ve bölgede olup bitenler, ondan soruldu.

Toprak, Hristiyan Demokrat Birliği (CDU) üyesi ve temsil ettiği Almanya Kürt Toplumu Derneğine bağlı 20 dernek bulunuyor. Almanya ana akım medyasında Kürtler adına konuşan tek kurum olmasına rağmen dernek, ne en büyük Kürt örgütlenmesi ne de Kuzey Suriye/Rojava’daki yapıları temsil etme ehliyetine sahip. Meseleyi en iyi özetleyen sanırım Peter Schaber’in Lower Class Magazine’e yazdığı yazının başlığı: “Bana oradan bi’ Kürt getir!” Zira Toprak’a Almanya’daki Kürtler adına ve Rojava’daki gelişmeler üzerine konuşma ehliyeti veren tek “özelliği”, Kürt olması. Geri kalanlar, ne olduğuyla değil, “ne olmadığıyla” ilgili: Alman kamusalının bu davranışı, ırkçı referanslara sahip Kürt imajıyla ve PKK fobisiyle ilişkili. O nedenle hikâyeyi anlatmaya biraz gerilerden başlayalım…

‘Yarı vahşi, şiddete eğilimli sürü’

Saksonyalı yazar Karl May, 1800’lü yılların sonunda, bugün hâlâ sömürgeleştirilmiş toplumların oryantalist betimlemesi konusunda en iyi örneklerden biri olmayı sürdüren bir roman serisi yayımladı. “Vahşi Kürdistan’ın İçlerinde”, bu serinin 1881-82 yıllarında okurla buluşan parçasıydı. Karl May, Kürtleri “yarı vahşi, şiddete eğilimli sürü” olarak tanımlıyor, Ortadoğu’daki başka toplumlarla da çeşitli açılardan karşılaştırıyordu. Fakat bir sorun vardı: Tıpkı Immanuel Kant’ın yaşadığı liman kentinden hiç görmediği insanların sosyal ve psikolojik tarifini yapması gibi May da Ortadoğu’yu hiç görmemişti. Kürtleri tanımıyor, bilmiyordu ama onların neye benzediği, nasıl yaşadığı konusunda uzun yıllar Almanya’daki en önemli otorite olmayı sürdürdü.

May’ın Kürtler hakkındaki “yarı vahşi, şiddete eğilimli sürü” betimlemesi, bugün Alman medyasının haberlerinin önemli bölümünde yaşamayı sürdürüyor. Medyanın yakın dönem Kürt imajının işleyişini ve gelişimini anlamak için Münihli tarihçi Dr. Nikolaus Braun’un tasnifi faydalı olabilir. (1)

Braun, Alman medyasındaki Kürt görünürlüğünü beş döneme ayırıyor: Yokluk, Kurban, Fail, Kahraman, Yeniden Fail (?).

o Yokluk aşaması, 80’li yılların ortalarında, yirmi Kürt politikacının yargılandığı PKK’ye yönelik ilk büyük “terör davasına” kadar sürüyor. Bu dönemde Kürtler, Alman medyasında neredeyse hiç yer almıyor. Bireysel düzeyde Kürtler haber yapıldığında dahi Kürt olarak değil, “Türk misafir işçi” olarak sunuluyorlar. Bu tavrın bilinçli bir görmezden gelme ile ilişkisi olduğu da söylenebilir; zira Özgürlük Hareketiyle ilişkilli Kürtler, 1978 yılında kurdukları ilk dernekten itibaren giderek daha yoğun biçimde politik çalışmalar yapıyor, ülkelerinin gündemini Almanya kamusalına taşımak için yoğun çaba sarf ediyor. Brauns burada sosyal demokratların tavrını örnek gösteriyor: SPD, 1 Mayıs eylemlerinde bildiriler dağıtan, sendikalarda örgütlenmeye çalışan Kürtleri görmezden geliyor, çünkü Türk misafir işçileri CDU’nun göçmen politikasına karşı örgütlemek istiyor. Kürtler, klasik olduğu üzere, “Türkleri üzmeme kaygısının” gölgesinde bırakılıyor.

o  Kurban imajını ortaya çıkaran, 1988’de Irak’ta, Saddam rejiminin gerçekleştirdiği katliamlar ve Halepçe’ye yönelik kimyasal saldırı oluyor. Bu dönemde Kürtler, dünyanın öbür ucundaki acı çeken nesneler olarak görünür oluyor. Medya organları sırasıyla okurlarını ağlatma yarışına giriyor ama Kürtlerin katline de sebep olan meselenin politik muhtevasına dair neredeyse hiçbir metin üretilmiyor; bu politik muhteva ekseninde mücadele eden örgütlerin sözü de görünür olmuyor. Keza Kürtler, medya tarafından konuşan ve eyleyen özneler değil, acı çeken nesneler olarak “konu ediliyor”. Kendi adlarına konuşma hakları bulunmuyor, hikâyeleri yeniden yazılıyor ve esasen “Almanların ürettiği hikâyeler” olarak pazara çıkarılıyor.

o Fail imajının yoğun üretimi, 80’li yılların sonunda başlıyor. Almanya’daki Kürtler, neredeyse ilk defa medyanın konusu hâline geliyor: Şiddete eğilimli, kontrol edilmesi gereken failler olarak. Kürtlerin öfkesi, ülkelerindeki savaşın şiddetlenmesi ve Almanya’da egemen diskurun dışına itilmeleriyle daha da artıyor; görünür ve duyulur olmanın tek yolu olarak elde radikal eylemler kalıyor. Basın kuruluşlarının, Türk konsolosluklarının ve otobanların işgal edilmesi, bu dönemde Alman medyasının temel gündemi hâline geliyor. (2) (Alman halkı, tarihte olduğu gibi, otobanlarına büyük kıymet veriyor!) 1993 yılında yürürlüğe giren PKK yasağıyla birlikte Kürtler, Alman medyasında da temel olarak “terörist” olarak görünür olmaya başlıyor. Gazeteciler, “Bu insanlar neden bu denli öfkeli? Meselenin sosyal ve politik kaynağı nerede?” gibi soruları sormak yerine şiddet sahnelerini skandallaştırmayı tercih ediyor. Bu, kamusal alanda Kürtlere karşı adeta bir korku dalgasının örgütlenmesi anlamına geliyor. Stern dergisinin 1999 yılındaki karikatürü de bu resmi özetliyor: Darmadağınık odasının ortasında ağlayan çocuk, kızgın gözlerle bakan annesine “Kürtler yaptı!” diyor.

o  Kahraman imajı ise Kobanê Direnişi ve DAİŞ’e karşı mücadele sırasında yaygınlaşıyor ama hem Kürtlerin politik hareketlerine ve taleplerine hem de Almanya’da yaşayan Kürtlere ilişkin bilinçli körlük, büyük oranda yaşamayı sürdürüyor. Almanya’nın ikinci büyük ve en örgütlü göçmen topluluğunu oluşturan Kürtlerden yine “Ay’ın ötesindeki varlıklar” gibi bahsediliyor. IŞİD’e karşı mücadele eden kadınların etkileyici fotoğraflarının ağırlığını oluşturduğu haberlerde hem politik muhtevaya ilişkin vurgular hem de gerçek muhatapların sözü, medyanın PKK fobisi duvarına çarpmaya devam ediyor. En olumlu haberlerde dâhi kötülük çağrışımından, “terör” hatırlatmasından vazgeçilmiyor. Öte yandan Kürtler, etnik kimliklerine indirgeniyor ve farklı siyasal akımlara, tartışmalara sahip olabilecekleri yüzgeri ediliyor. Bu yazının başında bahsi edilen Almanya Kürt Toplumu Derneğinin medyada “Kürtlerin yegâne temsilcisi” olarak görünümü de buraya yaslanıyor: Medya, sürekli homojen bir soyutlama olarak “Kürtler”den bahsediyor; politik içerik ve ayrımlar da, Kürdistan’daki farklı kimlikler de, dayanışma gösteren farklı halklardan insanlar da görmezden geliniyor.

Ukrayna’da ‘istila’, Kürdistan’da ‘taarruz’

Almanya’daki dayanışma eylemlerinin bu “basitlikte” anlatımı, “Kürtler ve Türkler birbirine girdi!”, “Kürt-Türk çatışması Almanya sokaklarında!” gibi h aber sunumlarında da görünür oluyor. Alman medyası, sanki Kürtler ile Türkler arasında yalnız “ırksal ayrımlara” dayanan bir çatışma varmış gibi anlatımı tercih ediyor. Dayanışma eylemlerinin çok kimlikli yapısının yanında eylemlere yapılan saldırıların ırkçı içeriği de görmezden geliniyor. Alman halkına komşuluk eden, ülkedeki 50 yılı aşkın tarihiyle artık toplumun bir parçası haline gelen Kürtlere ve onların eylemlerini temsil eden örgütlere soru sormadıkları, Kürtlere kendi adlarına konuşma şansı tanımadıkları için de meselenin kamusaldaki temel görüntüsü, “Kürt-Türk kavgası” oluyor.

Sözcük seçimiyle ilgili bir başka örnek de Türk devletinin Kuzey Suriye/Rojava’ya yönelik saldırılarıyla ilgili haberlerde karşımıza çıkıyor. Kalle Schönfeld, ANF’nin Almanca edisyonuna yazdığı yazıda (3), Alman basınının Türk devletinin saldırılarını hiçbir politik bağlama oturmayan, askeri “taarruz” sözcüğüyle anlatmasını eleştiriyor ve Ukrayna örneği veriyordu: Ukrayna’da 2014’te gelişen saldırılar söz konusu olduğunda aynı basın, saldırı (Spiegel), işgal (Süddeutsche Zeitung) ve hatta “Rus istilası” (Welt, Stern, Zeit) sözcüklerini kullanmıştı. Bu karşılaştırma, sözcük seçiminin bahsi geçenlerin Kürtler olmasıyla, yani Alman basınının sürekli yeniden ürettiği “Kürt imajıyla” bağlantısı olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

  Alman medyası Rus birliklerinin Ukrayna’daki savaşını ‘istila’, Türk devletinin Kürdistan’a yönelik saldırısını ise ‘taarruz’ ifadeleriyle yansıttı.  

Kürt Toplumu Derneğinin görmesi gereken...

Kürtler, egemen diskurda yerlerini dünyanın her yerinde ve Almanya’da öz örgütlülükleri ve mücadeleleriyle edindi. Bu mücadele ile görmezden gelinmelerini olanaksız kılan bir dalga yarattılar ve milyonlarca insanın dostluğunu kazandılar. Halkların sömürgeci tarifine karşı direniş bahsinde bu, belki de yegâne örnek. Keza Kürtlerin Avrupa’daki imajının üretildiği mekanizma, halen sömürgeciliğin kurallarına göre işliyor: Sömürgeci diskur içinde bir gerçeklik “yaratılıyor”; kültürel farklar gibi söz öbekleri, yaratılan hiyerarşinin gizlenmesinde kullanılıyor; sömürgeleştirilenler bir kimlik bunalımına mahkûm ediliyor ve kendi sözleri ve kimlikleriyle, özne olarak egemen diskurda görülme ve duyulma ihtimalleri ortadan kaldırılıyor. Tüm bu sürece Amerika’nın keşfinden bu yana varlığını sürdüren “emreden Avrupalı erkek” imajı eşlik ediyor; Kürtler o erkek tarafından tarif ediliyor, kendilerini o erkeğe kanıtlamaya zorlanıyor. Bu tanımın dışına çıkan Kürtlük, sözgelimi yasaklanan PKK, ya Karl May’ın tanımına ya da görünmezliğe hapsedilmeye çalışılıyor.

Yazının başına dönersek: Almanya Kürt Toplumu Derneği ve özel olarak da Ali Ertan Toprak, medyadan gördükleri muhabbetin böyle bir iktidar mekanizmasının sonucu olduğunu bilmeli. Davet edildikleri platformlarda iyi ya da kötü sunumlar yapıyor olmaları, şu veya bu pozisyonu savunuyor olmaları, bu bağlam açısından tamamen ilgisizdir: Temsil kabiliyetlerini, Avrupa’daki Kürtlerin büyük farkla en örgütlü kurumu olan ve Kürdistan’da saldırı altında olan yapıları da temsil ehliyetine sahip olan KON-MED’in ve bağlı derneklerin kamusaldan kovulma çabasına borçlular ve “iyi Kürt” olarak “servis edilmek” isteniyorlar. Almanya’nın dört bir yanında yüzlerce eylem örgütleyen, on binlerce insanı harekete geçiren örgütlerin temsilcilerinden öyle ya da böyle temsil çalıyor, söz çalıyor olmak, içlerine sinmemeli. Aksi takdirde maalesef Kürt’ün sömürgeci, oryantalist tarifinin truva atları olacaklar.

1. Nikolaus Braun: Die Darstellung der KurdInnen in den deutschen Medien: https://medienblog.hypotheses.org/6242?fbclid=IwAR0rc66ia-x9qtSZG-zw51xGAWQTZPy5NwfS5Jwb4Me1Ob8Wtzd6MGxHQuI Bu metinde bir araya getirilen görüşlerin önemli bölümünün linkteki online kitabın ilk üç makalesine referans içerdiğini de belirtmeliyim.

2. “Kürt Halkının Dostları” tamlaması da bu dönemin ürünü. Radikal sol “taz” gazetesinin Hamburg bürosu, dayanışma çabalarına balta vurduğu iddiasıyla Beate Reiss öncülüğündeki bir grup tarafından işgal ediliyor, gazete “Kürt halkının dostları büromuzu işgal etti” açıklaması yapıyor, eylemciler tamlamayı üstleniyor ve dayanışma hareketinin ismi olarak kullanıyor.

3. Kalle Schönfeld: Die Angst der Medien vor dem Despoten https://anfdeutsch.com/hintergrund/kommentar-die-angst-der-medien-vor-dem-despoten-14709

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.