Amara Cudi

Amara’yı ilk gördüğüm günü hatırlıyorum; Kobanê’de YPJ karargahındaydı. Yaralanmış, tedavi görüp geri dönmüştü. Birlikte Cizîr’den geldiğim tabur, öğlen saatlerinde kapıdan geçmişti. Gece karanlığında iki kadın dikkatimi çekti. Viyan Peyman ve Amara Cûdî. Viyan saçlarını parçalardan dolayı gevşek bağlamıştı, bu haliyle Rosa Luxemburg’a benziyordu. Viyan ve Amara. Hikayeleri birbirine dağda bağlanmış iki Rojhilatlı kadın. Öyle güzel, öyle duru iki insan.
Newal DEVRİM
“Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini”
Ahmet TELLİ
Bu hikayeyi yazmamak için ne kadar çok uğraştım bilemezsin. Bulduğum tüm gerekçeleri teker teker çürüttüm önce. Ama yine de herşey beni yazmaya itti, adeta yaşamın kendisi paçalarımdan tutup çekiştirdi. Bundan kaçamadım. Bir insanın iç yolculuğa çıkması kadar zorlayıcı bir şey yok sanırım. Belki de Amara’da ben kendime dokunmaktan korkuyorum. Yoksa bunca direnmem niye? Oysa Amara Cûdî, “Rojhilat’ın gelini” öyle güçlü, renkli ve insana dair ne varsa her şeyi içinde barındıran bir karakterdi ki; ona bunca değmiş, onun yüreğinin yarısına (Rojhat Batman’a) bu kadar değmiş bir insan olarak hikayesini yazmadan ömrümü noktalamak ona büyük bir haksızlık olurdu. Yarım kalan bir hikaye geride kalanlar tarafından tamamlanmalı, tarihe mal edilmelidir. Çok kaçtım, Amara’dan kaçmanın kendimden kaçmak olduğunu bile bile kaçtım. Çünkü ağır geldi, geliyor.
“Ölüm ne zaman ağır gelir” diyor soruyor şair ve yine kendisi cevaplıyor. “Ölüm, hikayesini bildiğimizde incitir” diyor. Her gün aldığımız ölüm haberlerine kanıksanmış bir yanımız. Bir yanımız da bir gün karşılaşmış olma ihtimalinden kaynaklı hafızamızı zorlayan bir yerde. Diğer yanımız, yanıbaşımız. Eşimiz, dostumuz, ailemiz... Bir yolculuğa adanmışsa hayatlar, yoldaşımız... Ölüm ne zaman yanıbaşımızdan yakalasa bizi, ağırlığını o zaman yaşarız. “Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek” diyor Cemal Süreya “Üvercinka”da. Oysa daha ilk sözde, zaman bütün hikayelerin tozlarını ruhumuza serpiyor. “İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar” diyor şair, biz bir hayata şahitliğin bütün ağırlığından kaçarken. Sevgili yoldaşım Amara;
“Burada senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok”
Şairin dizelerine de sığdıramadığım bir ömrün, bir yolun güzelliğiyle, aşkla ve inançla... Ancak şimdi iki kelam yazabiliyorum.
Yaralı olduğum dönemde yitirdiğimiz arkadaşlarımızın ağırlığını kaldıramadığım için o dönem özellikle kaçındım yazmaktan. Sonra savaş gerçekliğine sığındım. Onlarla ilerde buluşma, kucaklaşma arayışıydı belki de bu. İki anlamda da böyleydi, uğruna canlarını verdikleri mücadelenin bir parçası olmak, onlar için bir mermi sıkmak, bir bomba patlatmak hep daha iyi geldi bana. Ya da eylerken final cümlemi kurarak onlarla buluşmayı hayal ettim, bu hayal de içimi ısıttı. Öyle ölümü falan düşündüğüm için değil, hatta hiç değil. Sadece yaşadığımız hayatın doğal bir sonucu olduğu/olacağı için. Ama ben yaşamakla lanetlenmişim sanki.
Devrimin coğrafyası -çok açık-, Kürdistan’dır. Ne eylersem, nerede bulunursam bulunayım, kendimi devrimin coğrafyasına göre kurmalıyım, dedim. Öyle de yapmaya çalıştım. Nitelikli bir katkıyı nerede, nasıl sunabilirim arayışına girdim. Olanak yoklaması yaptım. Bu süreçte de benden/bizden gidenlerle ileride buluşabileceğimi tasavvur ettim, buna sığındım. Daha yazmak zamanı değil, dedim. Ama hi bir arayış, olanak yoklaması (onun gerekleri) Amara’nın hikayesini tamamlamış olmayacak. Amara kendi hikayesiyle var olmalı. Sadece kanıyla suladığı Kobanê topraklarında, omuz omuza savaştığı ve hikayesini bilen, geride kalan az sayıdaki insanda yaşamamalı.
Amara’yı ilk gördüğüm günü hatırlıyorum; Kobanê’de YPJ karargahındaydı. Yaralanmış, tedavi görüp ve geri dönmüştü. Kafasında parçalar vardı. Henüz tam iyileşmemişti ama o cepheye gitmişti. Gece dört gibi sınırı geçmiştik ve ben YPJ karargahındaydım. Birlikte Cizîr’den geldiğim tabur, öğlen saatlerinde kapıdan geçmişti. Benim durumum kapıdan geçmeye elverişli olmadığı için sınırdan geçmiştim. Onlar da henüz cepheye dağıtılmamıştı, herkes karargahtaydı. İlk gözüme çarpan; gece olmasına rağmen karargahtaki canlı yaşamdı. Sonra anladım ki, cephe gerisi diye bir şey kalmamış ve zaten cephe hattı bir 200-300 metre ilerimizdeymiş. Kobanê’de geceler gündüze, gündüzler geceye karışmış. İşte o gecenin içinde iki kadın dikkatimi çekti, biri Viyan Peyman. ‘Fermandarım’ stranını Cizîr’de dinletmişti Nûbahar diye bir arkadaş. Kobanê’den gelmiş, yaralıydı. Viyan Peyman’ı anlatmıştı. Öyle güzel anlatmıştı ki, adeta onu görmeden onu tanır olmuştum. Diğeri ise Amara Cûdî. Saçlarını parçalardan dolayı gevşek bağlamış, bu haliye Rosa Luxemburg’a benziyordu. Viyan ve Amara. Hikayeleri birbirine dağda bağlanmış iki Rojhilatlı kadın. Öyle güzel, öyle duru iki insan.
Amara adeta İstanbul Türkçesi ile konuşuyordu, Rojhilatlı olduğunu söyleyince şaşırdım. Kobanê’ye dair içeriden ilk bilgileri ondan almış oldum. Bana cephelerin, savaşın durumunu anlattı. Cephe dediğimiz Kobanê’nin yüzde 25’ine sıkışmış olan bir alanın kuzey dışındaki -Mürşitpınar Sınır Kapısı tarafı- her yeri kapsıyordu. Nelere dikkat etmem gerektiğini anlattı. Ben ondaki derinliği gördüm, o bende farklılığı. Sanki çok eskiden tanışıyormuşuz gibi koyu bir sohbete daldık. İnsana dair ne varsa onun zirvesini yaşıyordu Amara. Öfkenin de, sevincin de, hüznün de, özlemin de zirvesini. Yönetimin insanları kavrayamadığını anlattı örneklerle. Ben de sonuçta kimsenin kaderinin bir insanın iki dudağı arasında olamayacağını, bu yüzden rapor yazabileceğini anlattım. PKK’nin aynı zamanda bir vicdan ve adalet hareketi olduğunu, bunun salt dışarıya dönük değil içe dönük de böyle olduğunu anlattım. PKK burada yaşadığımız, gördüğümüz değil ama PKK irade, cesaret, cüret ve fedanın zirvesinin yaşandığı şu günlerde burasıdır. Kobanê savaşçılarının kendisidir. Hemen rapor yazmaya koyuldu. Türkçe yazıyordu ve sadece bazı sözcüklerde yazım hatası yapıyordu. Yaşadıklarını tane tane yazdı. Kendisini adeta kör bir kuyudaymışcasına hissettiği bir zamanda bu konuşmamın ve yönlendirmemin iyi geldiğini anlattı. Bir gün içinde o kadar çok şey paylaşmıştık ki, birbirimizi tanıyorduk artık. Tıpkı unutma beni çiçeği alıp vermek gibi bir şeydi bu. Sonra Mürşitpınar Sınır Kapısı’nı da kapsayan büyük bir DAİŞ saldırısı oldu. Kobanê’yi düşürmeye dönük bir saldırıydı. Her birimiz cephe hattının bir tarafına gitmiştik. Ben Güney’de şimdi YPG karargahının olduğu hattaydım. O yine doğu cephesine yollanmıştı. Herkesin saatleri günlere, yıllara sığdırdığı zamanlardan geçiyorduk. Onbeş gün sonra birbirimize yakın bir mevzide buluştuğumuzda adeta ikimizde farklı birer insandık. Ancak baki olan şuydu; biz birbirimizin bilincine de yüreğine de iyi gelmiştik.
8 Aralık 2014’ten 29 Mart 2015 tarihine kadar hep onunla birlikteydim. Saldırı kolunda beraber gitmişliğimiz de oldu, düşman tarafından kuşatılmış vaziyette çarpışmışlığımız da. Savaşın her kesitini yaşadım onunla. Öfkesinde de sevgisinde de zirveyi yaşıyordu ve sahiciydi. Savaşın içerisinde güzelleşen ve kurduğu tüm ilişkilere nüfuz etmeye çalışan haliyle beliriyor kafamda.
DAİŞ’in 26 Haziran 2015 tarihinde Kobanê’ye yeniden saldırdığı ve katliam yaptığı süreçte şehir merkezinde yaşanan çatışmalarda şehit düştü Amara. Yoldaşına siper oldu. Daha sonra Bakur’da şehit düşen Havîn Amed’e yönelen suikast kurşunun önüne atıldı. Ama onun hikayesi o kurşunla bitmedi ve bitmeyecek.
Amara’nın ölümsüzleşmesi sonrası birbirimize tutunarak acımızı dindirmeye çalışan üç yoldaş, birbirimize söz verdik. Amara’yı mutlaka yazacak, onun hikayesini tamamlayacaktık.
Bir insanı çok yönlü ve bütünlüklü tanıyabilmenin yolu ne olabilir diye çok düşündüm, hikaye anlatıcılığını da. Karakter çözümlemesini iyi yapabilmenin veya bir olay örgüsünü bütünlüğü içerisinde verebilmenin nasıl olabileceğine kafa yordum. Birkaç açıdan anlatmak, farklı farklı imgeleri kullanmak gerekiyor. Peki bu nasıl olabilir? Elif Şafak’ın Bit Palas kitabında kullandığı teknik beni etkilemiştir. Bit Palas’ın ana karakterleri Bit Palas apartmanının sakinleridir. Ve her yaşanan olaya çoğunlukla tanık olan birkaç daire sakini vardır. Bir olay yaşandıysa ona tanık olan, bir parçası olan her daire bu hikayeyi ayrı ayrı anlatır. Bu postmodern roman tekniğine uygun bir anlatı biçimidir. Herkesin doğrusu kendisine, tek doğru yoktur vb. mesajlarını böylece güçlendiren bir yapı kurulmuştur. Geçelim bunu… Ben herkesin doğrusu kendisine demiyor, doğrunun göreliliği gibi bir düşünceyi savunmuyorum. Ama şunu atlamamak gerekiyor. Hakikate yakınlaşmamızı sağlayacak olan, bir şeyin çok yönlü, farklı farklı pencereler, konumlanma noktalarından gözlemlenmesi ve çözümlenmesidir. Bir hakikat var bir de hakikat yolcuları... Birey, hakikat arayışına tek biçimli, düz, doğrusal bir hareket tarzı ile ulaşamaz. Bu yüzden postmodern bir yazar açısından farklı bir misyonu olsa da bu roman tekniğini önemsemek gerektiğini düşünüyorum.
Bir de kendi yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var; bir insan tek bir kareden ibaret değil. Ben birisinin fotoğrafını çekerim, o an o insan güzel çıkmaz, ne bileyim belki de fotojenik değildir. Sadece o kare üzerinden tanımaya çalışırsam o insandaki zenginliği, güzelliği göremeyebilirim. Zaaf ve zayıflıklarını farketmeyebilirim. Bu yüzden o ana sıkıştıramam her şeyi. İşte bu yüzden Amara’nın üç ayrı koldan yazılıp tek bir hikayeye bağlanması çok iyi olur diye düşündüm. Heja anlatacaktı. Amed’den seferberlik çağrısı sonrası kopup Kobanê savaşına gelmiş, duruşuyla adeta eski bir dağ kadrosuymuş gibi değerlerle bütünleşmiş Heja. Amara’yı ondan dinlemek, onunla paylaşımlarını akıtmak gerekiyordu. Diğer anlatıcı Rojhat Batman’dı. Amara’nın günlüğüne “Sizi Kürdistan gibi seviyorum Heval Rojhat” dediği Rojhat... Bir büyük aşkın içinde sevdiği ve sevme halinin hepsini Kürdistan aşkına akıttığı sevdası. Şengal’in en yüksek zirvesine çıkıp Amara’nın ismini yazmayı hedefleyen Rojhat... Adulê’de Şengal’i gören Derwêşe Evdî misali Amara’da Kürdistan’ı, Kürdistan’ın her karış toprağında Amara’yı gören, her şeyiyle onunla büyük buluşmaya hazırlanan Rojhat...
Ama olmadı. Heja yaralarını sarmaya çalışırken tutuklandı ve çıktıktan sonra da peşinde yılların tutsaklığı ile bir bilinmezliğe -belki de bilinirliğe- doğru yol aldı. Belki de sözümüzü unutmamış, yazıyordur bir yerlerde. Bu durumda onun yazacakları da ulaşamamış olacak. Rojhat ise bu toprakların Derwêşê Evdî’si oldu, daha ne yazsın, daha ne söylesin. Şengal’in en yüksek noktasına belki de Amara’nın ismini kazıdı. Ve ömrüne güzel bir nokta koydu. Amara ile büyük buluşmasını gerçekleştirdi.
Bense hala Rojava’dayım. Ne zaman aklıma düşse onu yazmamış olmanın ağırlığını hissettim. Sanki onu yarı yolda bırakmış gibi kendimi kötü hissettim. Ona dokunmak, onda kendime dokunmak içindir bu yazdıklarım.
“Boşuna çekilmedi bunca acı” sevgili Amara. Bekle zafer şarkılarıyla yanına gelişimizi. Bekle…
Sevgi mevsimini hissederek…
Amara’nın ayrılırken bana verdiği mektup:
Merhaba rêhevala mîn,
Yazmaya çalışırken, ne kendimi ne de seni ezmek gibi bir yaklaşıma girmek istemem. Değerlendirme yaparken de, düşüncelerimi dile getirirken de bu yaklaşıma giremem. Kendimde hak bulma, hak görme dışında, dostça, yoldaşça yaklaşmaya özen göstermeye çalışacağım.
Can yoldaş, olgunlaşmış bir bahara benzer yoldaşlığın, bahar mevsimine benzer yoldaşlığın... Sana karşı duygularımı somutlaştırmada duygularımı dile getirsem de zorluk çekerim, çünkü duygular kiloluk bir durumu arz etmiyor. Bir soyut varlıktır yaşamda somutlaşan.
Bu duyguyu, ötmeye zaman bulmayan kuşlara sor onlar anlar.
Seni severken bir an bile bu duygudan kaçmadım, tıpkı nefret ettiğim anlar gibi. Sen buna dayanmazken ben de anlam vermeye çalışıyordum. Sen mevsimimiz hep bahar olsun isterdin. Ama baharı bahar yapan kış değil midir?
Yaşam yaşanırken anlaşılmaz der, Adorno. Ama bizimki öyle değildi. Yaşadığımız sevgi mevsimini hissederek yaşıyorduk, yaşayacağız. İkimiz anlamlandırma peşine koştuk. Amacımız anlaşılır hale gelmek, anlamaktı. Ve hep öyle olsa ne güzel olur hayat. Sonsuz sevgi varken, zıtların birliğini unutmadım. Bu da birbirini bitirme değil birbirini yaşatacak özelliklerdi, sevgi nefret özelliklerim.
Bu zıtlar beni insan yapan, devrimden kopmama özelliğimdi. Daha doğrusu anlama, merak etme, tanımaya sevk eden özelliklerdi, sebepti. İnan nefretim sevgimi geliştiriyor. Sevgim de nefrete, sorgulamaya yer veriyor. Tıpkı yaşam-ölüm, siyah-beyaz, güzel-çirkin özellikler zıtlar, kutuplar gibi ikisini de kendimde gördüm. Benim doğal özelliklerimdir ama tabii ki irademi aşmaması için sonuna kadar onunla savaşacağım.
Birçok zaman ayaklarımın titrediği, durmakta zorluk çektiğim günler olmuştu. Ama yine de beni ayakta durdurmaya çalışan sendin. Bu paragrafı yazarken gözlerim tekrar doldu.
Ben duygularımı, düşüncelerimi yazarken kendimin varlığını hissediyorum. Özellikle Kobanê’de bana yardım eden sendin, bu konuda senin payın, emeğin var. Hep bana derdin kendinin farkında ol, sen varsın diye söylüyordun.
Doğru düşündüğüm kadar büyük adımlar atmıyorum. Ama inan hep mücadelemi “anlamak” için vereceğim.
Rêhevala mîn,
Düzel ve düzelt mücadelesini sonuna kadar vereceğim. Beni bazı bireyler fazlasıyla yıprattı. Yemin, ama onların inadına çöpçülük de olsa Başkan için ve senin gibi özgürlük için yıllarını feda eden yoldaşlar ve Mahir, Şervan, Rûstem, Rojhat, Jînda, Newal, Hebûn, Sorxwîn için de olsa candan katılmaya özen gösteriyorum ve vereceğim de.
Sizi seviyorum, çünkü başka evrenleri tanımaya çalışan iyi yürekli insanlarsınız.
Sizi seviyorum, keşfetmekten, güzelliği ve çirkinliği görmekten korkmayan insanlarsınız.
Sizi seviyorum çünkü benim her şeyimsiniz...
Sizi seviyorum...
Yazımın anlamını yitirmemesi için burada son veriyorum. Başarılar...
Devrimci Selam ve Saygılar / Amara Cûdî
22.03.2015 saat 13.57/Cadê Köyü
