Amarcord

Sinema dilinin evrensel sihirbazlarından İtalyan yönetmen Federico Fellini, 1962 yılında yaptığı “Dolca Vita” (Tatlı Hayat) adındaki filmle, adını dünya sinema tarihine yazdırmış, 1973 yılında yaptığı “Amarcord” filmiyle de ününü pekiştirmişti.
Amarcord, Rimni’yi de içine alan bölgenin İtalyanca lehçesinde, “hatırlıyorum” demektir.
Fellini, “Amarcord”da geriye gidiyor ve doğduğu, ilk gençlik yıllarına kadar yaşadığı sahil kasabası Rimni’yi anlatıyor. Kasaba hayatının gölgesinde, 1930’ları, iktidarı ele geçiren Musolini Faşizminin teröre dayalı yükselişini…
Filozofu, soylusu, burjuvası (eşraf), avukatı, fahişesi, esnafı, tabii ki Faşist partinin yerel şefi, devletin değil artık partinin muhafızı olan polisi ve jandarmasıyla bir kasabanın kişiliğinde, Faşizme esir düşmüş İtalya’nın resmini çiziyor.
Kasaba halkının beyninde, hayallerinde, “tek lider”in hayaleti korkuluk olarak dolaştırılıyor.
Onun, “tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek lider, tek görüş” üzere olan sloganına itaat etmek ve boyun eğmeyle uyum sağlamak doğru, gerisi yanlış, dolaysıyla suçtu. Sivil yerel şef, polis ve jandarma suçluları, ya da suçlu olduğundan şüphelenilenleri tesbit, takip ve fişlemekle görevliydi. Fişlenenler, daha sonra tek tek yakalanıp, “hak ettikleri akıbete” havale ediliyordu.
Faşizme zararlı yayınlar yasaklanıyor, kitaplar, dergiler meydanlarda şenlik ateşlerine yakıt oluyordu.
Musolini rejimi muhafızlarının gözü, kulağı her yerdeydi. Yatak odaları, oturma salonları, kapı eşikleri, pencere diplerindeydi.
O dönemde yatak odaları, salonlara yerleştirilecek mikrofon ve kamera teknolojisi, henüz gelişmemişti. Onun yerine kulakla dinleme ve adım adım takip vardı.
Kapı ve pencerelere kulak verilip dinleniyor, yasak müziğin melodisi varsa içeriye hamle ediliyor, suçlular ve suç aleti ele geçiriliyordu.
Filmin unutulmaz sahnelerinden biri de, direnişçilerin kasaba meydanına yerleştirdikleri aygıtlarla, rejimin düşman olduğu müziği aniden yayınlaması üzerine polis ve jandarmanın hoperlörlere karşı taarruza geçip, onları kurşun yağmuruna tutmasıydı.
Hapis tutulan Kürtlerin başlattığı açlık grevinin dışarıya taşması ve tepkilerin toplumsal hücrelere kadar yayılması nedeniyle, Amarcord’u hatırladım. Polis, Diyarbakır başta olmak üzere, şehirlerde TC’ye karşı kitlesel tepkiye önlem olarak, bir kaç kişinin bir araya gelmesini önlüyor, bu amaçla maskeli ya da peçesiz meydanların, kavşak ve caddelerin giriş, çıkışlarını, dönemeçleri tuttuyor, zırhlı araçlar çimenlere mevzileniyor, üç kişi bir araya geldi mi yüzlerine gaz sıkıyor, su fışkırtıyordu.
Bu AKP ikidarının “Olağanüstü uygulamasını biz kaldırdık” övünmesini de alt üst eden, onun ötesinde Sıkıyönetimi de aratan bir şeydi. İlya Ehrenburg’un “Paris Düşerken” romanında anlattığı Paris işgalinde de böyle haller görülmemiş, yaşanmamıştı, sevgili okurlar.
Türk Başbakanı Recep Bey, Müslüman biradelerinin öncüsü olarak Suriye yönetimine savaş açtığında, onu “sen kendi halkına sokağa çıkıp gösteri yapmasını yasakladın” diye azarlaması, Türk-İslam sentezi milliyetçiliğine has bir “ileri demokrasi” buluşu olmaya devam ededursun, Diyarbakır, Fellini’nin Rimni’sini de aratan garabetlere tanıktı.
Bir hüzün ki, kim nereyi kimden koruyor bellirsiz, ama şehir namluların gölgesindeydi. Şehrin insanları, gelip geçen herkese göre yön, hedef değiştiren namlular, paçeli, yüzü açık palislerin bakışına aldırışsız, ilgisiz fakat, akşam karanlığıyla birlikte Diyarbakır ahu zar ediyor, haykırıyor, öfkeyle homurdanıyordu.
Bütün evler, apartmanlar, sokaklar ses veriyor, düdükler, ıslıklar çalınıyor, tencereler, tavalar dövülüyor, aynı anda ışıklar açılıp söndürülüyor, bu arada polis şehri susturmak için evlerin balkonlarına gaz bombaları fırlatıyor, su fışkırtıyor, becerebildiği kadarıyla “suçlu tesbite” çabalıyor, yakaladığına ceza kesiyordu.
Türk polisinin can havlıyla sağa, sola böyle segirip, suçlu tesbit etme çabaları, Amarcord’da bile görülmeyen sahnelerdi. Ahmet Altan, buna “bütün şehri fişliyorlar” adını veriyordu.
Ama asıl ilk, bir şehrin ev ışıklarına bakılarak baştan başa fişlenmesi değildi. Amorcord’u da geride bırakan asıl ilk, Cumartesi günü zuhur ediyor, Türk devleti, Kürtlerin meydanlarda bir araya gelip, yeyip, içmeden durmalarını yasaklıyor, yasak delinmesin diye de parkları, meydanları polis gücüyle işgal ediyordu.
Musolini rejimi, evlerin ışıklarına bakarak insanları fişledi mi bilmiyorum, ama balkonlara, açık pencerelerden ev içlerine gaz bombaları atıp, su fışkırtmadığını biliyorum.
Türk askeri darbeler tarihinde de böyle buluşlar, yoktu. Üç beş kişinin bir araya gelmesini polis işgaliyle yasaklamak, yeni bir keşif, yer yüzünde bir icatsa eğer, bunun şanı, şerefi Türk ve İslam sentezinde buluşmuş AKP milliyetçiliği ve bu milliyetçiliğe has “ileri demokrasi” fikriyatına aittir. Amarcord’da bile olmayan, şerefli bir buluş…
