Amed Suriçi’nde bir gezi


Otelim rahat ve güzel, tek mahsuru, alanın tam karşısındaki Türkü Evi’nin gece ikiye kadar çalan gürültülü müziği. Geceleri de bu mekanın önünde yarı üryan kızlar, içeriye müşteri davet ediyor.
Amed tam bir çelişkiler kenti. İyi ile kötünün, güzelle çirkinin, geleneksel olanla modernin, zenginle yoksulun bu kadar iç içe olduğu ve göze battığı bir kent dünyada sanırım çok azdır. Otelin önünden geçen kızların ve kadınların bazıları tesettürlü, ama tesettürlü olanlar kadar kısa etekli, kolları omuz başına kadar açık olan kızlar da var. Hepsinin ortak yanı ellerindeki “Aypod” denilen telefonlar.
Otelin önünde Avrupa’da, İstanbul’da bile görmediğim devasa bir kaç cip duruyor. Elbette bunlar çoğu Güney Kürdistan’ın zengin Kürtlerinin. Giysileri ile kolayca ayırdedilen bu Kürtler, her yerde yiyip içiyor ve bol bol alışveriş ediyor. Sokak köşelerinde tezgahına koyduğu beş-on sigarayı satmaya çalışanlar, çerezden, çakmağa kadar akla gelebilecek herşeyi satmaya çalışan seyyar satıcılar. Ve ne yazık ki, hemen her köşede kucağında küçük bebesiyle dilenen kadınlar...
O kadar çok ciğerci ve tatlıcı var ki…
Suriçi’nde döküntü, yığma evlerin yanı sıra, restore edilmiş konaklar. Sur dışında beton ama muntazam yapılar. Parklar, bahçeler...
Suriçi’nde gezerken, “şu ara sokaklarda gezip, bol bol halkla sohbet etme olanağı olsa, kimbilir kaç öykü çıkardı,” diye düşünüyorum. Ara sokakları temizlemek çok zor. Çünkü motorlu temizlik araçlarının girmesi olanaksız. Eğer Sur içini bilmiyorsanız nerede, karşınıza ne çıkacağını da bilemiyorsunuz. Tarihi yüzyıllar öncesine kadar giden bir kilisenin yanında veya karşısında büyük bir camiye rastlıyorsunuz. Elbette kiliseler hep boş ve artık turistik bir müzeye dönüşmüş durumdalar, camiler ise tamamen dolu olmasada, hep cemaati var. Ve nedense avlusunda temiz, beyaz giysili, badem bıyıklı orta yaşlı insanlar toplanıp sohbet ediyor. Ellerinde tesbihli ihtiyarlar ise duvar diplerinde pinekliyor.
Sabahın köründe açık olan işyerleri çorbacılar ve her köşe başındaki ciğerciler. Biraz sonra tatlıcılarda sanatını icra etmeye başlayacak. O kadar çok ciğerci, tatlıcı var ki, “bu kentin yarısı ciğer ve tatlı pişiriyor, diğer yarısı da yiyor,” diye düşünüyorum.
Sur içinin ana caddesi Gazi Caddesi. Bu caddenin sonunda meşhur Kervansaray olduğunu duymuştum. Güneş henüz yakıcı hale gelmeden o mekana gidip bir kahve içmeyi düşünüyorum. Eskiden deve kervanlarının develerinin bağlandığı ahırlar ve kervancıların kaldığı üst kattaki odalar, şimdi geceliği 140 lira olan beş yıldızlı bir otele dönüştürülmüş. Avlusunda açık büfe kahvaltı veriliyor.
Bir garsona, “sadece kahve içebilir miyim?” diye soruyorum. “Elbette içebilirsiniz,” diye bir köşede yer gösteriyor. Bürokrat olduğu davranışlarından belli olan kadınlar ve erkekler kahvaltı ede dursun. Ben, “bir merak uğruna kimbilir bir fincan kahve için kaç lira vereceğim,” diye düşünüyorum. Kahvem gelinceye kadar etrafı biraz geziyorum. Her taraf pırıl, pırıl modern olanla geleneksel olan çok güzel biraraya getirilmiş. Arka kısımda tertemiz bir yüzme havuzu. Bu tür otellerde kalıp “Kürt sorunu ve çözüm sürecine ilişkin ahkam kesen” gazeteciler aklıma geliyor...
Hesabı ödemek istiyorum. Garson, “Sizden hesap almıyoruz beyefendi,” diyor. Niye bilmiyorum. Belki de TV’den tanıdı.
Vali camiye gelince kentte işler değişiyor!
Kervansaraydan çıkıp yürüyorum. Duvar dibinde her halinden yoksul olduğu belli bir ihtiyar gazeteci, müşteri bekliyor. Bu kent çelişkilerle dolu diyorum. Yoksul ayakkabı boyacısı müşteri beklerken ne yapıyordu biliyor musunuz? Dikkatle Özgür Gündem gazetesi okuyordu... Biraz ilerde üstünde SALOS camisi yazan küçük bir yapı, içerde beş-altı kişi namaz kılıyor.
Yürümekten yorulmaya başladım. Daha önce bana önerilmiş bir mekan aklıma geliyor. Dört Ayaklı Minarenin yanındaki bir kahve... Minarenin yanındaki dar sokakta duvarı mora boyanmış, küçük bir kapının üstünde Piya Mutfak Kahvesi yazıyor. İçeri giriyorum. Yine restore edilmiş küçük bir Diyarbakır evi. Bu kentte herşey çarpıcı, nerede, ne bulacağınızı, neyle karşılaşacağınızı bilemiyorsunuz. Şirin bir avlusu var Kahvenin. Duvarlarda seramikler. Ve çok hafif insanı rahatsız etmeyen Latin Amerika müziği çalınıyor. Avrupa’nın göbeğinde alternatif bir kahvedesiniz sanki. Sahibi Zübeyde hanıma selam getirmiştim. Kendisi Ünye’li oralardan gelip Amed’in Sur İçi’nin arka sokaklarında böyle şık bir mekan açmış. Bir çay içip, öğleden sonra değişik makarnalarından yemek için bir kez daha gelmeye söz veriyorum.
Kahveden çıkıp Gazi Caddesinden yürüyerek otelime doğru gidiyorum. Ulu Cami’nin karşısında hiç görmediğim garip bir araba var. Filmlerde gördüğümüz, şu telefon bağlantısını engelleyen irili ufaklı antenlerle donatılmış simsiyah bir minübus. Yine simsiyah içleri görünmeyen arabalar, tomolar. Caddenin kenarında sivil, resmi polisler ellerinde koca silahlarla dolaşıyor. Muhakkak önemli bir olay var ama ne? Elindeki bakır fincanları şakırdatarak meyan kökü şerbeti satan gence soruyorum. Ne oldu birşey mi var? “Önemli birşey yok abey, vali camiye geldi. Her gelişinde böyle olur,” diyor.
Hava bugün otuz sekiz derece olacak. Terlemeye başladım. En iyisi otele gidip biraz dinlenmek... Yolda yarım kilo kadar meyva alıyorum. Satıcı genç para almak istemiyor, “Bu da bizden olsun hacım,” diyor. Zorla veriyorum meyvanın tutarı olan dört Lirayı. Sahi bu kentte herkes bana niye hep hacı amca! diye hitap ediyor acaba?..
Cegerxwîn Gençlik Kültür ve Sanat Merkezi
Kayapınar Belediyesi tarafından inşaa edilen Cegerxwîn Gençlik Kültür ve Sanat Merkezi’ne gidiyorum. Aslında bu kuruma Kültür ve Sanat Merkezi demek haksızlık. Pırıl pırıl birçok dersliği olan bir üniversite burası. Burada da iki-üç yıllık bir eğitimle öğrenci yetiştiriliyor. Resim, sinema, tiyatro, müzik, Kürt halk oyunları eğitimi veriliyor. Elbette tüm dersler Kürtçe.
Çekimleri hep iki kamerayla yapıyoruz. Kameraman arkadaşlar her zamanki gibi çok titiz. Onlar mekanın ikinci katında hazırlık yaparken biz kantinde yönetici arkadaşlarla sohbet ediyoruz. Giren, çıkan cıvıl cıvıl onsekiz-yirmi yaşlarında öğrencilerle dolu kantin.
Çekimi devasa bir tablonun önünde yapıyoruz. Direnişi canlandıran bu tablo Cegerxwîn Kültür Merkezinin yöneticilerinden birisi olar ressam arkadaş tarafından yapılmış. Bir diğer konuğumda müzik bölümünde eğitim gören bir bayan arkadaş.
Sohbete önce Cegerxwîn’i konuşarak başlıyoruz. Tüm öğrencilerin büyük saygı duyduğu Cegerxwîn, 2. Dünya Savaşında Suriye’ye göç eden bir ailenin çocuğu. Yaşantısına ırgatlık, çobanlık, cami imamlığıyla başlamış. Bedirhan’larla tanıştıktan sonra Hawar dergisinde şiirler yazmaya başlar. Marksizmi-Leninizmi öğrendikçe, kendisini uluslararası proletaryanın saflarında bir sosyalist olarak tanımlar. O artık bir yeryüzü şairidir.
Her ikisi de çok mütavazi olan arkadaşlarla Kültür Merkezinde sürdürülen çalışmaları konuşuyoruz. Ressam arkadaş,” Kürt Özgürlük Hareketinin yükselişine parelel olarak, Kürt gençlerinin kendi kültürlerini öğrenmek için, adeta açlıklarını giderircesine eğitim çalaşmalarına katıldıklarını anlatıyor.”
Çekim biter bitmez başka bir etkinliği izlemek için koşturuyorum. Ermenistan Kürtlerinden dilli düdük ve kaval ustası yaşlı bir sanatçı ile çekilmiş bir belgesel gösteriliyor. Sanatçı yoksul bir köylü. Çekimlerin yapıldığı köyü de, yoksul bir köy. Belgesel de dikkatimi çeken bir sahne vardı. Yaşlı sanatçı bir mezarın başında içki içtikten sonra kalınını mezara döküyordu. Sanırım kendisi Yezidi olduğu için, kendi halkına ilişkin bir geleneği yerine getiriyordu. Yaşlı sanatçıyı da Ermenistan’dan getirmişlerdi. Gösterinin bitiminde, sağlığı çok yerinde olmamasına rağmen, seyircilerin isteğini kınmayıp, kavalı ile bir kaç ezgi çaldı.
Silvan’da Kürdistan doğası katledilmek isteniyor
Bugün kameraman arkadaşlar Silvan’a çekim için gideceklerini söyleyince, ben de peşlerine takıldım. Diyarbakır’dan Silvan’a kadar 70-80 kilometre yolumuz var. Yolun sağı ve solu buğday, arpa tarlalarıyla kaplı. Bazı kısımlarda ekinler biçilmeye başlanmış.
Kameraman arkadaşlar Kayagazı çıkarılmasına ilişkin yapılan bir panelde çekim yapıyor. Konuşmacılar HDP’li bilim insanları. Gösterilen belgesel bir film Kayagazı çıkarılmasının, doğayı nasıl tahrip ettiğini anlatıyor. Kayagazı çıkarılması için açılan kuyulardan yerin ikibin metre altına kadar binlerce ton su veriliyor. Ama salt su değil, kayaların parçalanması için suya onlarca zehirli kimyasal madde katılıyor. Ve bu kimyasal zehirler tüm yeraltı suyunun ve doğanın zehirlenmsine yol açıyor.
İlk kuyu Silvan’ın yirmi kilometre kadar uzağında açılmış bile. Shell şirketi parayı bastırıp arazileri kiralamaya başlamış. Arkadaşlar dönüşte kuyunun yanına gidip çekim yapmak istiyor. Ama kuyuya yaklaşınca çok sıkı obesa kameraları ve dikenli tellerle korunduğunu görüyoruz. Girdiğimiz yoldan hemen dönüp, şüphe çekmemek için ilerde gördüğümüz iki büyük malikaneye doğru gidip birisinin avlusuna giriyoruz. Avluda buğday yığılı, bir köşede lüks cipler. Beli tabancalı ağa olduğu her halindan belli olan birisi ne aradığımızı soruyor. Bu sıra avlunun girişinde sopalı bazı adamlar beliriyor. Neyse ki yöreyi az-çok bilen bir kameraman arkadaş yakınlardaki bir köyün ismini vererek oraya gitmek istediğimizi söylüyor. “Beni takip edin,” diyor belinde koskoca tabanca olan. Yolda köyü tarif edip ayrılıyor. Bizde biraz oyalanıp uzaktan kuyuyu çektikten sonra, Diyarbakır’a dönüyoruz. Belli ki, bu geniş arazilerin sahibi kendi arazisinde kuyunun açılmasına izin vermiş olan toprak sahibiydi.
Bizim çekim yaptığımız günlerde Lice’de baskı ve zulüm vardı. Dört Kürt emekçisi katledilmişti. Ama süslü-püslü medya ve televizyonlar bu katliamdan hiç bahsetmiyor, sabah akşam “bayrak” tartışması sürdürüyorlardı. Arkadaşlara, “Lice’ye giderseniz beni de götürün,” diyorum. Ama gitmeyeceklerini tüm yolların askeri birlikler tarafından kesildiğini söylüyorlar.
Keçi Burcu’nun üstünde son çekim
Sabah erken Keçi Burcu’nun üstünde çekim yapacağız. Gecikirsek güneş ışığı çekimi engelliyormuş. Benim için zor da olsa Diyarbakır Surlarının en büyük burcu olan Keçiburcu’nun tepesine tırmanıyoruz. Sağ yanımızda boydan boya yemyeşil Hevsel Bahçeleri uzanıyor. Konuğum Fethi Suvari. İki Üniversite bitirmiş olan Suvari, Kürdistan’ı çok iyi biliyor, çünkü uzun süre bu coğrafyada topoğraf olarak çalışmış. Cezaevindeki günlerini boşa geçirmemiş. Ekolojiyle ilgili araştırmalar ve kitaplar yazmış. Sohbetimiz daha çok ekoloji ve insan ilişkisi üstüne yoğunlaşıyor.
Yarın kültüre, sanata gözlerim, kulaklarım dolu dolu bu kadim kentten ayrılacağım. Televizyon çekimlerinde son derece titiz davranan, kılı kırk yaran kameraman hevallara sonsuz keşekkür ederek izlenimlerimi noktalıyorum.
Aram Yayınları
İlk çekimi aram yayınlarında yaptık. Aram yayınları ve kitaplığı yeni restore edilmiş bir eski mekanın altında tertemiz bir kitabevi. Raflarda Türkçe, Kürtçe kitaplar var. Yayınevini yöneten arkadaş son iki yılda Kürtçe kitap yazan yazarların giderek çoğaldığını belirtiyor. “Artık Kürtçe yazan da, okuyan da geniş bir kitle var,” diyor. Kitap satışlarının da çok iyi olduğunu belirtiyor. Son dönemde en çok satan kitap Sakine Cansız’ın anıları olmuş.
Önceleri basılan kitaplarla ilgili çok sık dava açılıyormuş. “Kürtçe kitapları inceleyen, ceza verilmesini talep edenler sıradan sıradan polislerdi,” diyor. Son zamanlarda pek dava açılmıyormuş. Çoğu ünüversite öğrencisi olsa da, esnaf, işçi her kesimden okuyucuları olduğunu belirtiyor.
O sırada yayınevinde olan yazar İrfan Babaoğlu ile bir gün sonra çekim yapmak için sözleşiyoruz. Çekimi yine restore edilmiş eski bir Amed evinde, Özgür Gazeteciler Cemiyeti’nde yapıyoruz. İrfan Babaoğlu uzun süre cezaevinde “misafir” edilen bir Kürt yazarı. Ona yakın kitaba imzasını atmış. Biz daha çok Auschwitz’den Diyarbakır’a 5 Nolu Cezaevi kitabı üstüne sohbet ediyoruz. Babaoğlu bu cezaevinde çok sık dillendirilen işkencelerden daha çok direnişten söz ediyor. Kitabı için 1 yıl üç ay hapis cezası ve 16.000 lira para cezası verilmiş. İşin komik yanı ilk baskısına ceza verilmezken ikinci baskısına bu ceza verilmiş. Kürt-Pen’inin üyesi olan Babaoğlu cezaevinde en önemli olanın kişiliğini korumak olduğunu belirtiyor.
ATİLLA KESKİN
