Amed’de bir mekan: Sülüklü Han

Kentler gibi sokakların ve mekanların da bir kimliği, bir ruhu vardır. Kentin bir bileşeni olarak kimi mekanlar vardır ki; bulunduğu kentin tüm kimliksel bileşeni gibidir. Duygu yükü olarak o kentin tüm koku ve renklerini verir. İşte Diyarbakır’ın Suriçi’ndeki Sülüklü Han da böyle bir mekan…
Kendilerini ‘’Sülüklü Han Kollektif’’ olarak ifade eden mekanı işleten arkadaşlar, tam bir imece ruhuyla çalışıyorlar. Vakıf malı bu harabe yapıyı alıp, aslına uygun onardılar ve kente yeniden kazandırdılar.
İşletenleri, çalışanları, her biri birer aşık zaten. Aşkla yapıyorlar işlerini. Kim işçi, kim işletmeci o da çok belli değil. İsim saymayayım şimdi, hepsi de candan dostlar, birinin ismini ansam öbürünün hatrı kalır. Ama asıl han sahipleri edasıyla ortalarda salına salına dolaşan iki kara kediyle, anaokuluna giden Leyla’yla Dudu güzellerini belirtmeden geçemem.
İster yağmur yağsın, ister güneş yaksın saçak altları çoktur. Çayı, meşrubatı, pasta, böreği es geçiyorum ama fincanda pişirilen kahvesi ve özellikle kendi üretimleri olan şarap es geçilecek türden değil.
***
‘’Kentler ve mekanlar da İnsanlar gibidir’’ der Fellini…
Evlerin yan yana gelişi nasıl ki bir sokak oluşturmaya yetmiyorsa, salt bir bahçeden oluşan bir mekan da kimlik oluşturamaz. Mekan; dokusuna, o kentin kimliksel doku ve kültürlerini, kokularını ve renklerini katmışsa mekandır. Ancak o zaman tarihin tozlu sayfalarına düşürülmüş dipnotlar gibi, eski bir yara anlatabilir belki o taşların özetini.
Konu- komşu aynı özlemin yüreği, aynı ateşin yaktığı ağıtlardan geliyor, kalpler kırık ama umutsuz değil, paylaşır yoksulluğu ve zulmü, kentin en uzak köşeleri.
Amed böyle bir kenttir işte. Tarihte saat kaç olursa olsun bir umuda ayarlı tik-taklarla besledi yüreğini... Acısı yıldırmadı onu, bırakmadı kendini. Gün yorgun inse de varoşlarına, o her sabah yeniden onarıyor, toparlıyor kendini. Al perçemli bir bahar kollarında terlerken, sanki Dicle’nin sularına salıyor hasretini.
Gençliğim bu kentin bazalt taşlarla örülü bu sokaklarında geçti. O zamanlar bu kent renkli kişilikleriyle bir mozaiğin kalıntılarını barındırıyordu daha… Son Yahudi Ferho, ’Kafle’den, katliamdan bir şekilde kurtulmuş ve Salih adını almış Ermeni Salo Tümes, Cumhuriyet İlkokulu müdürü Hembeli Müdür, Zaza Meheme, Mahallenin alaylı ebesi Leylo Bibi, Bekçi Kemal, Şükri Bakkal, Berber Elo, Kuşların Ablası Remziye Abla…
Sıcak yaz akşamlarında, kapı önlerini yıkayan kadınların serinlettiği, duvar diplerinde fısıltılı sohbetler…
Yaralı bir ceren sureti gibidir bu kent, bu taş mekanlar… Acılar sarmış, hüzne yedirmiş sanki esmerliğini. Dünyanın bütün dertlerini kollarında büyütmüş sanki. Dinmek bilmez acılarla kimbilir kaç bahar geçti. Üç öğün sulanan teneke saksılarda kimbilir kaç ayrılık çiçek açtı, kaç sevda helalleşti.
O dar sokaklar ve o bêkêr’-yaramaz (anamdan alıntı) ben…Şimdi daha iyi anlıyorum, kendimi daha iyi ‘’sobe”leyebiliyorum. Ne o oyunlardaki ebe oluşum bitti ne de o sokakların dışına çıktım. Nereye gitsem de bir parçam o sokaklarda, O Esmer’de kaldı hep…
***
Güneş kaybolmuş, kara bulutlar çökmüştü kentin üstüne... Bir sigara yaktım, derin birkaç nefes aldım. Bir yağmurun sesine ayarlanmış adımlarla yürümeye başladım. …Sülüklü Han’dayım şimdi.
Han’da otururken, sanki o anılarla oturuyorum biraz da. İşte yine öyle oldu. Beynimi zonklatan tüm sözcükleri toprak kokusuyla yıkadım... Zaman, düş, yara, ten, tuz, gece, makam, hüzzam, çığlık, gurbet, yol, yıl, hasret, şarap, yağmur, keman... Ve başıboş bu sözcükler belki bir cümle kurar, usulca kulağına fısıldar taşların dedim.
