Aşiret, şeriat, anomali: Kürtlerde hukukun tarihi ve sosyolojisi

Haberleri —

Salih Bedirhan, 1913 yılında yayımlanan Roji Kurd neşriyatında Kürtlerin dönem itibariyle acz içindeki durumuna işaret ederek feryat etmekteydi. Ona göre içinde bulunduğumuz şu yokluk bulaşmış durumumuz hakimin huzuruna gelip haklar iddia eden sağır ve dilsiz bir insana benziyor. Halbuki iddiasını beyandan bile aciz bulunan bu biçare davacının bir avukatı dahi yok. (1) Bu yazının neşredilmesinin üzerinden yüz yılı aşkın süre geçti. Bu uzun yüzyılda Kürtlerin iddialarını sahiplenen binlerce avukatı olmasına rağmen hala müstakil bir hukuklarının olmaması büyük bir sorun olarak karşımızda duruyor. Kürtler bu uzun sürede alternatif bir hukuk geleneği inşa edemediği gibi yaşadıkları dört parçadaki iktidarların zaman zaman kendilerini sömürge hukuku metinleriyle yönetmesi nedeniyle büyük hukuksal-varoluşsal sorunlar da yaşadı. Modern dönemde Kürtler hiçbir zaman hukukun sujesi olmadı, tersine kendilerine dayatılan hukuka bazen katlandı bazen de isyan ederek varlıklarını korudu. 


Aşiret ve yasa

Ünlü Kürdolog-Şarkıyatçı Basil Nikitin’in, bazı dönemlerde Kürtlerin dillerini değiştirmek zorunda kaldığı halde değiştirmedikleri tek şeylerinin töreleri (2) olduğuna dair iddiası tartışılmaya değer bir iddiadır. Kürtlerin total bir tavırla dillerini değiştirdiğini kanıtlayan filolojik ve arkeolojik verilerin varlığı kuşkuludur. Buna rağmen feodal toplum yapısının temel formlarından olan geleneksel aşiret töresinin sözlü hukuk kaynağı olarak pek az değişikliğe uğradığı herhalde tartışmasızdır. Hakikaten Kürtlerin kendi aralarında egemen olan hukukun “töre hukuku” olduğu iddia edilebilir. Hukuk bir üst yapı kurumu olarak cari olduğu toplumun iktisadi ve sosyolojik yapılarıyla doğrudan bağlantılıdır. Kürt tarihinin bir bakıma aşiretlerin tarihi olduğunu, Kürt sosyolojisine yön veren esas amilin aşiret olgusu olduğunu düşündüğümüzde Kürtlerin neden aşiret kurallarınca yönetildiğini daha iyi anlayabiliriz. 

Kürtler aşiret yasalarıyla ilgili “Qanune Êşiri, Usulê Êşira” şeklinde aşiretlere referans veren linguistik bir tanımlama geliştirmiştir. Bu yasalar sözlü kaideler olup aşiretler arası ilişkilerden, iktisadi tecrübelerden, aşiret ahlak ve dünyasından ve de kısmen dini kaynaklardan tevarüs edilen bir tür kolajdı. Aşiret reisleri aşiret içi ve aşiretler arası sorunları çözmeye yeltendiğinde ilk başvurduğu hukuk kaynağı bu töre yasalarıydı. Qanune Êşiri olarak başvurulan bu sözlü hukuku tatbik eden, hukuk üreten, karar veren, yargılamayı yapan ve icrai denetimi yapan aşiret reisidir. Mirlik döneminde bu yargı faaliyetini yürüten erk ya mirin kendisi ya da mirin divanıydı. Mirin divanında aşiret konfederalizminde yer alan tüm aşiret reisleri veya yetkili yaşlıları bu yargılamaya katılmaktaydı. Bazı durumlarda savaşta büyük yiğitlikler sergilemiş genç cesur savaşçılar da divana üye olarak alınmaktaydı. (3) Hususen de yaşlılar meclisi üzerinden aşiret hukuku yani töreler ortaya serilerek olay vasıflandırılıp suçun tipikliği ele alınmaktaydı. 

Hobbes’un “kılıç olmaksızın sözleşmeler sözden başka bir anlam taşımaz” sözünü hatırladığımızda aşiret hukuku kılıç tekelini elinde bulunduran dominant aşiret tarafından denetlenmekteydi. Bazı dönemlerde aşiret hukuku eliyle kamu düzeni tavizsiz carileştirildiği için adli olaylar minimize edilmişti. Mesela dönemin misyonerleri ve seyyahlarının Bedirhan Bey döneminde Muş’tan Cizre’ye kadar hiçbir saldırıya uğramadan selametle yolculuk yapmaktan bahsetmeleri tam da bu sebepledir. 

Öte yandan aşiret reisleri de aşiret hukukuna tabi olduğu için sınırsız güce sahip değildi. Aşiret reislerinin egemenlik haklarını kısıtlayan iki hukuk kaynağından biri aşiret kanun ve gelenekleriydi. Sözgelimi Mem û Zin eserinde Mem, Mir Zeyneddin tarafından zindana atıldığında Tajdin ve Arif tam da aşiret kanun ve geleneklerine dayanarak Mir Zeyneddin’e ve Beko’ya meydan okuyabilmekteydi. İdris-i Bitlisi eliyle Osmanlılar ile Kürt mirleri arasındaki yönetsel sözleşme uyarınca Kürt mirlikleri kendi içinde bağımsızdı. Bu bağımsızlık 19. yüzyıl ortalarına kadar mirlerin kendi konfederal lokasyonlarında serbestçe icra edebilecekleri müstakil bir hukuku da kapsıyordu şüphesiz. 

Mamafih Mirlik sistemi Osmanlı bürokrasisi ve sultanı tarafından merkeziyetçi politikalar gerekçe gösterilerek askeri seferler eliyle yerle bir edildi. 1850 yıllarına doğru bu askeri seferler nedeniyle Kürtlerin aşiret konfederasyonları da dağılmaya başlanmıştı. Dağılmayla ortaya çıkan yeni aşiretler güç arayışına girip Kürdistan benzeri görülmemiş aşiret kavgasına tutuştuğunda aşiretler arası dengeyi sağlayan aşiret kanunları da hükümsüz kaldı. Bu dönemde talan seferlerinin etkisiyle aşiret hukuku yerini gücün hukukuna bıraktı. Güçlü olanın haklı olacağı bir tarihi dönemeçten geçen Kürtler hem Osmanlı orduları tarafından hem de birakuji savaşlarıyla yerle bir olarak toplumsal düzeni tamamen kaybetti. Bu yıkım sosyolojisinde toplumsal-politik statüsü artan şeyhler, aşiret kanunlarına değil dini kanunlara göre hüküm verecekti. 


Şafiilik hukuku

Bilhassa Nakşi şeyhlerinin Kürdistan’ı 19. yy boyunca yeniden İslamileştirmesi/Sünnileştirmesi dalgası Kürtlerin toplumsal dünyasını şekillendiren, tayin eden yeni bir hukuk kaynağı olarak dinsel hukuku çıkarttı ortaya. Nakşilerin özellikle Mevlana Halid’in birinci amacı mistik tasavvuf geleneğinden ziyade toplumsal ilişkileri ve gündelik hayatı tanzim eden bir İslami nizam inşa etmekti. Fıkhın siyasi bir değer haline gelip topluma hükmetmeye başlaması büyük oranda Mevlana Halid’in dünyanın değişik yerlerine gönderdiği 116 halifesi sayesinde mümkün olurken; Nehriler, Barzaniler, Berzenciler üzerinden Kürdistan’da dinsel hukuk metinleri toplumsal düzene yön vermeye başladı. (4) Halidi medreselerinde öğretilen temel derslerden bir tanesi “şeriat ve şeriatın uygulanması üzerine eğitim içeren” fıkıh dersiydi. Şeyhler bu dönemde dini işleri icra eden bir dini önder olduğu gibi aynı zamanda gündelik çelişki ve sorunların hallini sağlayan toplumsal bir yargılama makamı ve hukuk üreticisiydi. Dinsel hukukun egemen olduğu bu süreçte şeyhler ağırlıkla Şafii mezhebine göre yargılama yaparken fıkhın sınırlarını aşan toplumsal meselelerde ise yine şeyhler aşiret hukukuna müracaat ediyordu. Aşiret hukuku dini hukukla çelişmediği sürece ikinci bir hukuk kaynağı olarak işe dahil edilmekteydi. Kürtlerin bu dönemde Ermeniler ile olan hukuki sorunlarını şeyhler aşiret hukukunu uygulayarak çözmeye çalışıyordu. Zira Ermeniler Müslüman olmadığı için İslam hukukunun sınırlarının dışındaydı. İstisna olmak koşuluyla Dersim, Van gibi yerlerde aşiret üyesi olmayan Kürtlerle Ermenilerin sorunlarını Ermeni din adamlarının çözdüğü ise ayrıca zikredilmelidir.


Osmanlı hukuku mu?

Kürtler bu dönemde Osmanlı’nın uyruğu olduğu halde Osmanlı’nın cari hukuku ancak yerleşim merkezlerinde hüküm sürmekteydi. Taşrada, köyde ve şehir merkezinin dışında Kürtlerin aşiret hukuku ve Şafii hukuku egemendi. Şehir merkezindeki kimi sorunlar dahi resmi Osmanlı mahkemelerine değil Şeyh Ubeydullah gibi kült dini otoritelere götürülmekteydi. Kürtlerin ürettiği bu tarz hukuk bir tür paralel ya da alternatif hukuk işlevi görmekteydi. Şimdiki tahkim sistemini andıran bu model Kürt aşiret sistemini ayakta tutan bir çeşit feodal hukuk olarak varlığını halen de sürdürmektedir. 

Kürtler çok mecbur kalmadıkları sürece Osmanlı’nın hukuk sistemine müracaat etmemekteydi. Medeni, borçlar, eşya hukuku gibi özel hukuk meselelerinde Kürtlerin Osmanlı mahkemelerine başvurusu nadirdi. Yalnızca şehirde ve şehirle iletişimi güçlü merkezlerde Osmanlı hukuku cari idi. 1858’de arazi kanunnamesi çıkarıldığında toprakların üzerinde mülkiyet hakkı talep edenlerin bir kısmı biraz da yasanın zorlamasıyla mahkemelere müracaat etmek zorunda kalmıştı. Yine bu dönemlerden itibaren bir kısım Kürtlerin Ermenilerden gasp ettiği “toprak meselesi” yüzünden patrikhaneye beş yüzün üzerinde şikayetnamenin Kürdistan’dan gönderilmesi Osmanlı hukukunun Kürtlere işlemediğinin kanıtıydı. Patrikhanenin baskısıyla kimi yerlerde açılan mülkiyet haklarını konu eden tapu davaları için davalı sıfatıyla Kürtler mahkemeye gitse de fiilen bu mahkemelere itibar etmemekteydiler. Aleyhe kararların icrası pratik olarak mümkün olmadığı için bu tarz toprak meselesinden kaynaklanan mülkiyet davaları II. Meşrutiyet’e kadar sürmüştür. Meşrutiyet’ten sonra Kürtler bu tarz toprak mülkiyeti davaları için Ermenilerle mahkemelerde yargılanmayı kabul eden çağrılar yapsa da toprak meselesi davaları Kürtlerin lehine sonuçsuz kaldı. (5)

Ceza davalarında ise Kürtlerin birbirlerini Osmanlı mahkemelerine şikayet etmesi “erkekliğe” (merâni) bir tür leke olarak görüldüğünden istisnaydı. Gasp, cinayet veya hırsızlık davaları çoğunlukla güçlü bir aşiret reisi aracılığıyla çözüme kavuşturulurken aşiret reisinin olmadığı yerlerde şeyhler bu sorunları çözmekteydi. Kan davaları, talan uyarınca cinayetler, koyun hırsızlıkları, kız kaçırmalar başlıca ceza hukuku meseleleriydi. Kürtler ceza davaları için Osmanlı’nın mahkemelerince çağrıldığında çoğunlukla buna icabet etmemekteydi. Etmeyenler kanun kaçağı sayıldığı için devletten uzak bir hayat sürüp çoğunlukla eşkıyalığa başlamaktaydı. 1908 döneminde mesela Heyderanlı aşiret reisi Kör Hüseyin Paşa gazetelere kendisinin cinayetle suçlandığından bahsederek mahkemelere icabet etmediği halde kendisinin masum olduğunu ve bu tür haberleri yapan gazetelere dava açacağını saklı tuttuğu şeklindeki ilanı ilginçtir. (6) 

Ermeniler ile Kürtler arasındaki hukuk meselesinde bilhassa Kharslı Ermeni kızı Gülizar’ı kaçıran Mutkili Musa Bey davası bu konuda önemli bir eşiği temsil eder. Gülizar’ın baba evine talana gidip baskın yapan Musa Bey hem olay öncesi hem de olay sonrasında cinayetten kız kaçırmaya pek çok adli suça karışır. (7) Muş Ermenileri bu konuda tüm tehditleri göze alarak Musa Bey’i şikayet etmiş, daha sonra İngilizler ve Fransızlar devreye girdiği için Sultan A. Hamit, Musa Bey’i yargılamaya mecbur kalmıştır. İstanbul’da göstermelik bir yargılamadan sonra Musa Bey sürgün cezasına çarptırılırken Ermenilerin bu dava üzerinden haklarını resmi otoriteler önünde savunma alışkanlığını kazanması önemlidir. Ne var ki tam da bu dönemlerde inşa edilen Hamidiye Alayları sistemiyle savaşkan Kürt aşiretlere hukuki bir dokunulmazlık sağlanması ve suça bulaşan aşiret üyelerinin mahkeme önüne çıkartılmaması suçu teşvik eden bir politik sisteme hizmet etmiştir.  


Ermeni anayasası

Öte yandan Kürdistan’da bir başka hukuk daha vardı. Özellikle 1863 yılında yürürlüğe giren Ermeni anayasası ile Ermeni cemaatine kağıt üzerinde bile olsa hiç de dar sayılamayacak bir genişlikte özerklik hakkı tanınırken bu özerkliğin içinde cemaatin yargılama yapma hakkının tanınması önemlidir. Ermeni rönesansı ile bağlantılı olarak 1900’lerin başında Ermeni avukatların sayısının çoğalması hukuk biliminin gelişimi açısından önemliydi. Hem Kürdistan’da hem de İstanbul’da meşhur Ermeni avukatlar vardı. Gülizar’ın davasını üstlenen Simon Tıngır Efendi bunlardan biriydi mesela. Yine soykırım döneminde öldürülen mebus Krikor Zohrap ile Boğos Danyelyan, Harütun Şahrigyan, Parseğ Şahbaz hep tanınmış Ermeni avukatlardı. Ayrıca Kanuni Esasi’yi hazırlayan esas adam sanıldığının aksine Mithat Paşa değil Krikor Odyan isimli saygın bir Ermeni anayasa hukukçusuydu. Ermeni avukatlar Van, Diyarbakır, Urfa gibi merkezlerde de faaldi. Hatta Diyarbekirli Ermeni avukatlardan birinin evinde Diyarbekir İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin şubesinin kurulması ayrıca manidardır. Zira bu şube daha sonra Ermenileri Diyarbekir vilayetine gömen çalışmaların merkezi olacaktı. Kürtler ise Ermenilerin hukuk alanında proaktif faaliyetlerini biraz öykünmeyle biraz da kıskançlıkla açıklanabilecek düşmanlıkla takip ediyorlardı. Girişte bahsedilen yazının yazarı olan Salih Bedirhan, yazısının devamında Ermeni avukatlarının fazlalığından şekva ederek “...Oysa hasım, zeki ve hukuka hakim, yaygaracı ve şarlatan” demekteydi.(8)


II. Meşrutiyet

Kürtlerin hukuk gibi pozitif ilimlerle uğraşması ancak Meşrutiyet sonrasına denk gelir. Gerçi bu dönemde dahi iktisadi araçların modernleşmesine bağlı olarak Kürt çocukları daha çok Kürdistan iktisadi ve siyasi hayatına tesir edecek müspet ilimler öğrenme peşindeydi. Diğer ifadeyle fen ilimleri ve mülkiye okumak daha revaçtaydı. Dersimli Baytar Nuri Veterinerlik Fakültesi’nde, Kadri Cemil Paşa Ziraat Fakültesi’nde, Cibranlı Halit Bey Mülkiye’de, İhsan Nuri Harbiye’de, Mehmet Şükrü Sekban, Abdullah Cevdet ve İshak Süküti Askeri Tıbbiye’de okumaktaydı. Kürt gençleri daha çok Kürdistan için yönetim ve iktisadi bilimleri tercih ediyorlardı. İsmail Hakkı Baban gibi aristokrat gelenekten gelen kişiler hukuka merak salmıştı ve iyi bir hukukçu olduğu halde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almıştı. Bu dönem Kürt öğrencileri arasında hukuk öğrenimi revaçta olmasa bile yine de tercih edilmekteydi. Dönemin mezunlarından Mehmet Tevfik Haci Ahti -namı diğer Bavê Tujo- bu dönemlerde eğitim görüp avukatlığa başlamıştı. Bavê Tujo, Şeyh Said İsyanı sırasında yaptığı yurtsever faaliyetlerden suçlandı, kendisi bu suçlamalara Kürtçe cevap verdi. Daha sonra İstiklal Mahkemesi’nce suçlu bulunup idam edildi.

Kürtler bu dönemde hukuku bilmemeleri ve hukukçu yetiştirmemelerinin pişmanlığını yoğunca yaşadı. Girişteki Salih Bedirhan’ın “Kürtlerin iddialarını savunacak bir avukatları dahi yok” yazısı bu dönemde yayımlandı. Savaş sonrasında ise Kürtler bu sefer uluslararası hukuka konu olarak Sevr Antlaşması‘nda hukuk sahibi bir halk olarak görüldü. Ne var ki bu antlaşma uygulanmayınca Kürtler, büyük hayal kırıklığına uğradı. Tam da bu dönemlerde Jin neşriyatında Kürtlerin haklarını masa başında savunacak gençlerin yetiştirilmeleri için Avrupa’ya gönderilmesi yüksek sesle konuşulmaya başlandı. (9) Nihayet bu dönemlerin sonunda Celadet Bedirhan ve Kamuran Bedirhan kardeşlerin Avrupa’ya çıkarak burada hukuk doktorası yapmaya başlaması Kürt hukukçuluğu için çok önemli bir eşiktir. Celadet Bedirhan Kürt davasını hukuk enstrümanlarıyla değil filolojik ve kültürel eserler vererek savunmaya başlarken Kamuran Bedirhan’ın bazı dönemlerde avukatlık ve hukuki metotlar ekseninde Kürt davasını savunması bu dönemler için istisna teşkil eder.


Cumhuriyet dönemi

Cumhuriyet dönemi, Kürtlerin merkezileştirme, asimilasyon ve kültürel soykırım politikalarıyla merkeze bağlanıp hukukun objesi yapıldığı final dönemleriydi. İstiklal Mahkemeleri’nin bizzat kendisi bir hukuk kurumu olmaktan çok bir şiddet aygıtı olarak Kürtlerin başına musallat edildi. 1924 Anayasası ile Kürtler hukuk metinlerince inkar edilirken, İstiklal Mahkemeleri, Şark Islahat Planları, örfi idareler, umumi müfettişliklerle hukuk Kürtler için bir prokrustes işkencesi haline getirildi. Bilhassa Şark Islahat Planı Kürtlerin hukuk karşısında hangi pozisyonda olması gerektiğine dair cumhuriyetin rehberi mahiyetinde bir plandı. Buna göre Cumhuriyet idaresince Kürtler, Arendt’in devletsiz halkları Avrupa hukukunun dışında bırakıp ona sözde varlık statüsünü tanıyan anomali (10) kavramına benzer bir statüyle bir tür devletin vatandaşının vatandaşı kabul edildi. Kürtler bu dönemde yasalar karşısında varlığını kanıtlanamayan bir kural dışıydı. Kürtlerin yasa karşısında varlığı müphemdi ve ancak suç işlediğinde yasa tarafından tanınmaktaydı. Yalnızca suç işlediği zaman yasalar kendisini insan yerine koymaktaydı. 

Yalnızca ceza yasalarının muhatap kabul ettiği Kürtlerin dillerini konuşmak yasak olduğu gibi onları savunacak avukatları da yoktu. Çoğunlukla hiçbir hukuk formasyonundan geçmemiş, yalnızca mahkeme usul ve dilini bilen dava vekilleri bu dönemde Kürtleri adliyelerde temsil etmeye başladı. Dava vekilliği kurumu avukatlık müessesinden farklı olarak çoğunlukla yargı otoritelerinin işlerini yargılanan aleyhinde kolaylaştırmak gibi bir hizmet görmekteydi. Kürtler bu dönemde mahkemeleri ve yargılama otoritelerini devletin politik zulmünün bir devamı olarak görüp uzak duruyorlardı. Cumhuriyet döneminde Kürtler, Nakşi medreseleri kapatıldığı ve şeyhlik kurumu lağvedildiği için dini hukuktan çok aşiret hukukuna müracaat ediyordu. Aşiret hukukunun cumhuriyet döneminde tekrar canlanarak yeniden aşiretli Kürtlerin biricik hukuk kaynağı haline gelmesi ayrıca cumhuriyetin paradoksuydu. 


Bir dönüm noktası: 49’lar

Kürtlerin 1960’lı yıllarda gelişmeye başlayan orta sınıflaşmasıyla birlikte hukuk bir kez daha gözde bir bilim dalı haline geldi. Aslında bir orta sınıf isyanı olan 49’lar olayında tutuklanan kişilerin arasında avukatların da bulunması, Kürt hukukçuları için yeni bir dönemin başlangıcıydı. Bu orta sınıflaşmanın eşliğinde gelişen Kürt rönesansının etkisiyle Kürt çocukları hukuk fakültelerine kayıt yapmaya başladı. Sosyalist öğretinin işin içine girmesiyle birlikte hukuk bir üst yapı kurumu olarak burun kıvrılan bir alan haline gelirken yine de Kürtlüğün altında çokça ezilmiş Kürt aileleri “Avukat olsun” diye çocuklarını mekteplere gönderdiler. Fakat yine de devlete karşı Kürtlerin mücadelesinin hukuk ölçütleri içinde yapılması düşüncesi bizzat dönemin hukukçularınca naif bir düşünce olarak görüldüğünden ve bu arada devletin şiddet cihazları Kürt okumuşlarına nefes aldırmadığından Kürt okumuşları “haklı şiddet” paradigmasına meylederek Leninist teoriyi keşfedip devlete karşı direnmeyi hukuk alanında değil şiddet alanında vermeye başladılar. Bu dönem 1990’lı yıllara kadar sürecekti kuşkusuz.

1990’lı yıllarda devletin kısmi soykırım konseptini devreye sokarak Kürdistan’da taş üstünde taş bırakmaması şehirli Kürtleri ve baskıdan geçen Kürt çocuklarını ikinci bir dalga ile yeniden hukuk fakültesine kayıt etmeye yönlendirdi. Bu dönemde ilk defa Kürt avukatları diye bir kategori ortaya çıktı. Orta sınıfın tahkim edilmeye başlandığı 90’lı yıllardaki bu dalgada Kürt avukatları devlete karşı direnmenin hukuk içinde kalınarak da yapılabileceğini denediler. İşkence ve toplu gözaltılardan geçen Kürt avukatları bir takım insan hakları kuruluşları içinden devletin hukuk dışına çıkan yüzüne ayna tutarak destansı bir mücadele yürüttüler. Özellikle insan hakları hukuku, AİHM ve ceza hukuku alanında ülkenin en muteber ve en hukuk üreten birimleri haline geldiler. 


AİHM’e ‘liberal’ başvurular

Bu yıllarda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile AİHM içtihatları Kürt hukukçuları için başlıca referans norm özelliğine haizdi. Gerçekten de AİHS bireysel bağlamda ülkenin vatandaşlarına neredeyse kusursuz bir koruma zırhı sağlıyordu. Sonuçta AİHS, iki dünya savaşını görmüş yorgun Avrupa’nın barış düzenini koruyan hukuki ve siyasi bir metindi. AİHM de zaten sözleşmeyi her seferinde Avrupa’nın barışını garanti eden canlı bir organizma olarak yorumladı. Kürtlerin 1990’lı yıllarda devlet şiddeti ile kolektif bir cezalandırılmaya maruz kalmasına AİHM, zamanında ve yeterli bir tepki vermedi. AİHM için Kürtler yoktu, Kürt kökenli vatandaşlar vardı. Kürt vatandaşların uğradığı bireysel mağduriyetleri gidermekteydi fakat Kürt halkının mağduriyeti mahkemeyi hiç ilgilendirmedi. En son Cizre ve Sur’daki yaşam hakkı ihlallerine göz yumarak Kürt hukukçuları nezdindeki mitolojik itibarını da yerle bir etti. Kürt hukukçularının AİHS zemininde kalarak liberal felsefenin içinden bireysel hakları konu ederek teknokrat bir hukuk formunun peşinden gitmesi, bu dönemde dikkat çekiciydi. Kürtlerin siyasi geleneği de hukuku müstakil bir alan olarak görmekten çok bir cephe gerisi olarak, bir pansuman şeklinde hukuk alanını araçsallaştırdığı için Kürtlerin hukuku meselesi entelektüel manada bile tartışılamadı.

Hülasa geldiğimiz nokta itibariyle bugün Kürtlerin haklarını savunan pek çok hukuk örgütü ve avukatı var. Ne var ki bugün artık esas mesele Kürt hukukçularının olup olmaması meselesi değil, Kürt hukukunun olup olmaması meselesidir. Kürtler için alternatif bir hukuk modelini konu alan bir kitap çalışmasının bile olmaması Kürt hukukçuları için izahı zor bir meseledir bugün.


KAYNAKÇA:

(1) Salih Bedirhan, Kılıçtan evvel Kalem, Roji Kurd, 3. Sayı, 1913, Weşanen Enstituya Kurdi ya Stenbole

 (2) Basil Nikitin, Kürtler, s. 47, Örgün Yayınevi

(3) Nikitin, a.g.e, s.148 vd.

(4) Mevlana Halid Şehrizor’lu bir Kürt’tü. Bkz. Hamid Algar, Nakşibendilik, İnsan yayınları 

(5) Hüseyin Şükri, Araz Meselesi, Roji Kurd, 4. sayı 

(6) Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi, İlan, 7. Sayı, 1908

 (7) Armênouhie Kêvonian, Gülizar’ın Kara Düğünü, Aras Yayıncılık 

(8) Salih Bedirhan a.g.e.

(9) Evdirrehim Rehmi, Jin Neşriyatı, 7. Sayı, s.379

(10) Hannah Arendt’in “Azınlıklar Ulusu ve Devletsiz Halk” makalesi. Bkz. Hannah Arendt,Totalitarizmin Kaynakları-2, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011


FIRAT  AYDINKAYA

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.