Atatürk ve Aleviler


Aleviler’in Kemalizm’e tek-yanlı aşkı, önemli ölçüde Kemalist elitin
Aşık Veysel ve Sosyalist kesimin Aşık Mahzuni gibi halk ozanları
üzerinden yürüttüğü propagandayla gerçekleşti. Buna, kuşakdaşları başka
halk ozanları da eşlik ettiler. Oysa, Kemalist rejim gerçekte Alevi
toplumu için hiç de özgürlük getirmemiş, tersine Aleviliği resmen
yasakladığı gibi, Alevi toplumunu izlemeye almış ve resmi söylemle
Aleviliği “kovalamıştı”. Mahzuni gibi halkçı aşıkların, bu gerçekliği
içdünyalarında hissetmemesi ve bir biçimde bilince çıkarmaması mümkün
değildi. Çünkü, bir bakıma onların da bir “resmi” söylemi, bir “özel”
söylemi vardı. İşte, ilk kez yayımlanan alttaki şiir örneği, bunun bir
dışavurumuydu.
“Milli Mücadele” yıllarının saygın, hatta efsanevi kişiliklerinden
biriyken, Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarında Mustafa Kemal’le ters
düşerek, eşiyle birlikte Birleşik Amerika’nın yollarını tutan romancı ve
hikayeci Halide Edib Adıvar, kendisinin de doğrudan tanığı ve
sözcülerinden olduğu dar ve zor günleri işleyen bir romanına “Türk’ün
Ateşle İmtihanı” adını verir.
Biliniyor ki, kişi veya toplumlar için hayati önem taşıyan sorunlar
karşısında verilen ölümcül sınavlar, “imtihan” olarak adlandırılıyor.
Öte dünya inancı ve algısı olan insanlar için, en büyük imtihan “ruz-i
mahşer”de yani mahşer gününde verilecek olan sınavdır…
Ancak bu tür algısı ve inancı olmayan insanlar için de, olguların
sorgulanması, başka bir deyişle imtihana tabi tutulması son derece
hayati nitelikte önemli bir konudur. Nitekim, Hülya Yetişen adlı bir
gazeteci arkadaşın, 2009 yılı sonlarında bizimle yapıp, 8 Ocak 2010’da
“Kurdistan Post” adlı internet gazetesinde ve Ocak-2012 ayında da “Kürd
Sorununda Çapraz Sorgu” adıyla yayımladığı kitapta yer verdiği
röportajın sonunda görüşlerimi şöyle noktalamıştım:
“Artık günümüzde, Koçgiri’den başlayarak Dersim’le devam eden ve yakın
dönemde Elbistan’la başlayıp günümüze kadar gelen tüm Alevi katliamları
sorgulanmaya başlandı… Bu, bence Alevi toplumu için son derece önemli
bir dönemeçtir. Artık Aleviler, Kemalizm’le bir imtihana girdikleri
gibi, CHP’ye besledikleri tek yanlı aşkı da terk edeceklerdir. Kısaca,
yaşadığımız süreç Alevi toplumu ve Alevilik için bir Milat olabilir…”
(Age, s. 139 ve M. Bayrak: Dersim- Koçgiri, Özge yay. Ank. 2010, s.
487).
Dersim- Koçgiri konulu kitabımın son sözlerini teşkil eden bu
görüşlerim, sözkonusu çalışmamdan da yararlanan Cafer Solgun’un ilgisini
çekmiş olmalı ki, aynı yıl içinde “Aleviler’in Kemalizm’le İmtihanı”
adıyla bir kitap yayımlamıştı. Gerek bu kitapta gerekse Neşe Düzel’in
kendisiyle yaptığı bir konuşmada; bir ibadet yeri olan Cemevleri’nden
Atatürk’ün resimlerinin indirilmesi gerdektiğini söylediği için,
tehditler almaya başlamıştı.
Aleviler gibi örgütsüz bir toplumun; 1993’te Sivas- Madımak katliamı,
1995’te İstanbul- Gazi katliamı ve nihayet CHP Grup Başkanvekili Onur
Öymen’in Meclis konuşması üzerine gecikmeli olarak girebildiği bu
sorgulamaya; ezilen bir kimlik olarak Kürtler, 1920’li yılların
başlarından itibaren girdiği halde, küçük istisnalar dışında, Türk Solu
hiç bir zaman gerçek anlamda giremedi.
1925 Takrir-i Sükun’u üç kimliğe de savaş açtı
1925 Takrir-i Sükun’u, gerek Kürt, gerek Alevi gerekse Sol kimliklerin
reddi ve imhası üzerine ikame edilmiş bir “gerici” harekettir. “Susturma
rejimi” olarak da nitelendirebileceğimiz Takrir-i Sükun’la birlikte;
tek-tipleştirme ve Türk- İslamlaştırma politikasının “kaba ve zoraki
dizaynı“ için düğmeye basılıyor ve pervasız bir uygulamaya geçiliyordu.
Yeterince olgunlaşmadan patlak veren 1925 Kürt İhtilali’nin
bastırılmasından sonra Kürtler’e karşı topyekün bir mücadele
başlatıldığı gibi; aynı yıl içinde çıkarılan Tekke ve Zaviyeler Kanunu
ile de Alevilik resmen yasaklanıyor ve o tarihten sonra ibadetleri hem
kolluk kuvvetleri hem de CHP teşkilatlarınca izlemeye başlanıyordu. Bu
gerçeklik, 1949 yılında, Aleviler’i CHP’ye bağlı tutma bağlamında
etno-politika röportörü Prof. Hasan Reşit Tankut tarafından hazırlanan
bir gizli raporda da itiraf ediliyordu.
O tarihten sonra Aleviler, hiç bir zaman özgürce ibadetlerini
yürütemedikleri gibi, dini önderleri izlenmeye alınmıştı. Alevi ayet,
beyt ve deyişlerinin radyolarda okunması da yasaktı. Dahası, İttihad’dan
miras kalan ırkçı “toplum dizayncısı” Şükrü Kaya zamanında, Aleviler’in
ibadet enstrümanı sazın şehre sokulması da yasaklanmıştı. 1930 yılında
Valiliklere gönderdiği bir Genelgeyle, etnik ve inançsal kültürlere
yasaklar getiren Kaya, 1932’de hazırladığı bir gizli raporla, en büyük
Alevi havzalarından biri olan Dersim’den yapılacak sürgünlere ve
göçürtmelere zemin hazırlamıştı.
Tek parti rejimi döneminde, CHP teşkilatları Devlet’le o kadar içiçe
geçmişti ki, etno-dinsel arındırma ve tek-tipleştirme bağlamında
gerçekleştirilecek uygulamalarda ve Aleviler’in izlenmesinde adeta bir
kolluk kuvveti görevi yapmaktaydı. Nitekim, yine Şükrü Kaya’nın İçişleri
Bakanı olduğu 1930’lu yıllarda, en büyük Alevi havzalarından biri olan
İçtoroslar bölgesi Alevilerini izlemek ve asimile etmek amacıyla yoğun
bir çaba gösterildiğine tanık oluyoruz.
Geçmişte, İçtoroslar’da Alevi- Kürt Aşiretler konulu çalışmam başta
olmak üzere, Maraş’ın Çiğil köyü örneğinden giderek, cem töreni yapan
köylülerin bir jandarma onbaşısı tarafından nasıl toplanıp Pazarcık’ta
tutuklatıldığını, mağdurların yakınları olan sözlü kaynakların
anlatımıyla ortaya koymuştum. Şimdiyse, buna çarpıcı bir örnek olarak,
doğrudan resmi yazışmalarla yürütülen bir izleme ve cezalandırma
operasyonuna yer vermek istiyorum.
Kemalist devlet ile Kemalist CHP kolkola
İçişleri Bakanlığı ile Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi) Genel Katipliği
(Sekreterliği) ve CHP İl Teşkilatları arasında sürdürülen gizli
yazışmalarda; özellikle İçtoroslar’a tekabül eden Maraş, Malatya, Antep,
Adıyaman ve Sivas il sınırları içerisinde bulunan Aleviler’in izlenmesi
ve Aleviliği fiilen yürütenlerin cezalandırılması istenmektedir.
Sözgelimi, İçişleri Bakanlığı ve CHP Genel Sekreterliği’nce inceleme
yapmakla görevlendirilen Burdur Saylavı (Milletvekili) H. Onaran, Parti
Genel Sekreteri Recep Peker’e gönderdiği 15 Nisan 1935 tarihli gizli
rapor-yazıda şu hususlara yer verilmektedir:
“1- Bektaşilik hareketleri hakkında İçişleri Bakanlığı’ndan verilip
örneği gönderilen bilgiyi Maraş’a avdetimde (dönüşümde) okudum.
Bakanlığın bildiriminde sözü geçen ve kökü Sivas vilayitinde olan işin Maraş Vilayetini alakalandıran yönü;
A) Bundan birkaç ay önce, Maraş Vilayetinden İçişleri Bakanlığı’na da
bildirildiği gibi, Sivas’ın Şarkışla’sında elde edilen bu hareket
ipuçlarının açılması için yapılan sorgularda dedelik ettikleri anlaşılan
üç kişinin (Şarkışla’nın Höyük köyünden Mehmed Ali, Ali ve Veli)
Pazarcık kazasının bazı köylerine giderek Dedeliği yürütmeleri,
B) Maraş’ın Müslim mahallesi eski muhtarları mührü ile bazı imzaları ve
bu arada bu mahallenin eski muhtarlarından Halil Kahya’nın imzasını
taşıyıp Sivas’tan bize gönderilen iki mektuptur.
2- Vilayetimiz, Maraş’ın Müslim kıpti mahallesi eski muhtarları Kıpti
Memed ve Halil Kahya’ların evlerini araştırmış ve her ikisini de sorguya
çekerek kendilerini, bunlardan Halil Kahya’nın evinde bulunan ve
dedelikle alakadar beş parça kağıtla beraber Adliye’ye vermiş ve Sivas
ile Pazarcık’ın bağlı olduğu Antep Vilayeti’ne de yazmıştır.
3- Birinci maddede adları geçen üç kişiden Veli, Pazarcık kazasında
yakalanmış ve Antep Vilayetinden bura Adliyesine gönderilmiş ve burada
yakalananlarla birleştirilmiştir.
4- Adliye, bu adamlardan yalnız Veli’yi alıkoyarak, diğerlerini
bırakmıştır. Tevkif edilen Veli ise, duruşma için Sivas Vilayetine
gönderilecektir.
5- Maraş’ın Müslim mahallesi, şehrin kenarında Kıpti mahallesidir. Bu
Kıptiler, Alevidirler fakat ne bu mahallede ne de Maraş’ın diğer mahalle
ve köylerinde dedelik için hiç bir harekete geçmemişlerdir. Maraş
şehrinin diğer mahallelerinde ve Maraş kazası köylerinden – son
zamanlarda Pazarcık’tan bize geçen birkaç köyden başka- hiç birinde
Alevilik’le alakadar ve Alevi meslekinden kimse yoktur.
6- Eskisine nisbetle çok kırılmış ve azalmış olan Maraş’ın tanınmış
taassubu sevkiyle bazı mahallelerde, Arap harfleriyle küçük çocukları
okutmağa yeltenen bazı cahil kadınlar Vilayetçe yakalanmış ve mahalle
aralarında bazı evlerde kapatılarak burada okutanlar Adliyeye verilmiş
ve cezalandırılmıştır.
7- Gerek Vilayet ve gerekse teşkilatımız (CHP), bu çeşit hareketler
üzerinde ve hassaten Elbistan ve Göksün kazaları köylerinde biraz
fazlaca bulunan Kürdler ve Çerkezler hakkında daima uyanık
bulunmaktadırlar.
Derin saygılarımı sunarım. C. H. F. V. I. H. Başkanı/ Burdur Saylavı”.
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi’nde (490-01/
587-24-3) numara ile kayıtlı bu belgenin, yüzlerce örneğinin bulunduğunu
tahmin etmek güç değildir… Bu belgeler Alevi toplumunca bilinmese bile,
uygulamaları insanların bilincinde yer ettiği için, köylerde ancak köy
girişlerine ve dam başlarına gözcü konarak cem törenleri
yürütülebiliyordu…
Açık Kapı Derneği ve yas orucu tutma
Gerçek buyken ve bugün bile Aleviler’in ibadet yeri olan Cemevleri/
Cemxaneler resmen ibadet yeri olarak kabul edilmezken; gerek resmi
ideolojinin yeminli kalemleri gerekse sözde sol gelenekten gelen kimi
yazarlar, Kemalist rejimin Aleviliği ve Alevileri nasıl kurtardığını;
dahası, bir kardeşinin adının “Ömer” olduğunu bilmeyerek, Atatürk’ün
“Alevi” olduğunu ballandıra- ballandıra anlatmaktan geri
durmamaktadırlar. Hele bunu, son yüzyılın en büyük soykırımlarından
birine uğramış olan Dersim’in kimi yazarları yapınca, insan ne
diyeceğini bilemiyor…
Bir traji-komik olaya da, 10 Kasım 2011 tarihli Taraf gazetesi manşetten
yer veriyordu. “Atatürk için yas orucu tutacaklar. Allah akıl fikir
versin” başlıklı haberde, şöyle deniyor: “Geçen hafta CHP’ye katılan
Zöhre Ana lakaplı Süheyla Gülen’in onursal başkanlığını üstlendiği Açık
Kapı Derneği, bugün Atatürk için (yas orucu) tutma kararı aldı.”
Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu tarafından parti rozeti takılan resimle
verilen haberde; Zöhre Ana’nın “üfürükçülük ve para karşılığı şifa
dağıttığı” gerekçesiyle geçmişte 1 yıl hapis cezası aldığına vurgu
yapılıyor ve partililerin, adı geçenin üyeliğine karşı çıktıkları
hatırlatılıyor… Bir zamanlar, başını sokacak bir gecekondu için,
Belediye Meclisi üyesi olan eşimden yardım gören bu ailenin, sonradan
“köşeyi döndüğü” söyleniyordu. Ancak, bu noktada benim için önemli olan,
üstteki suçlamalarla geçmişte birkaç kez gözaltına alınan Zöhre
Ana’nın, uğruna “yas orucu” tuttuğu M. Kemal Atatürk’ün 1925’te
çıkardığı ve kendisini de doğrudan ilgililendiren Tekke ve Zaviyeler
Kanunu hakkında ne düşündüğüdür!..
1960 darbesi Alevilik’te bir kırılma yarattı
1925-50 Yılları arasında halkın ensesinde boza pişiren tek-parti rejimi,
diğer ezilen kimlikler gibi Alevi toplumunu da bir arayışa itmiş ve
özgürlük- demokrasi gibi sloganlarla ortaya çıkan Demokrat Parti’ye
yöneltmişti. Fakat bu partinin de kimi olumsuz uygulamaları, diğer
ezilen unsurlar gibi Alevi toplumunu da bu partiden uzaklaştırmaya
yetmişti.
1960 Darbesi’nden sonra kurulan Türkiye İşçi Partisi ile Alevi toplumu
ve Alevi halk ozanları arasında doğal bir buluşma oldu. Aynı dönemlerde
Ankara’da kurulan Halk Ozanları Kültür Derneği üyelerinin önemli bir
bölümü İçtoroslar’dan gelen Alevi Kürt kökenli ozanlardan oluşuyordu ki,
Aşık Mahzuni de bunlardan biriydi.
Türkiye İşçi Partisi, bu ozanlar üzerinden toplumla buluşmaya
çalışırken; ogüne kadar Alevi müziği icra etmesi yasaklanan bu ozanlar
da, dışarıya açılmanın ve halkla buluşmanın mutluluğunu yaşıyordu. Oysa,
1960 Cuntacıları’nın hesabı ise daha farklıydı. Onlar, büyük çoğunluğu
Kürt kökenli olan bu Alevi halk ozanlarının eserlerini Türkçe icra
etmelerini sağlamaya dönük gizli planlar yapıyorlardı ki, bu konudaki
bir gizli rapor, nice zaman sonra Ecevit’in gizli kasasından çıkacaktı…
Doğrusu, TİP’in de bu konuda ciddi bir politikası yoktu ve onlar için
aslolan bu ozanlar üzerinden halka gidebilmekti… Bu ozanlar içinde en
etkili olanlardan biri Aşık Mahzuni idi. Mahzuni, Aleviliği Sosyalizmle
bütünleştiren şarkı ve deyişleriyle toplum üzerinde oldukça etkili
oluyordu ve bu görüşlerimi, daha 1975 yılında Mahzuni ile ilgili ilk
kitap hazırlanırken de ifade etmiştim: Bkz. Süleyman Yağız: Berçenekli
Aşık Mahzuni, May yay. İst. 1976, s.84-86 ve M. Bayrak: “30 Yıl Önce Bir
Mahzuni Değerlendirmesi”, İçtoroslar’da Alevi Kürt Aşiretleri içinde,
Özge yay. Ank. 2006, s. 583-585.
Ancak, ideolojik donanımı yetersiz olan halk ozanlarında rastladığımız
kimi çelişki ve yanılgılar Mahzuni’nin şiirinde de kendini gösteriyordu
ki, bunlardan birini o tarihte de eleştirmiştim. Mahzuni, 1974’in
hamaset havasına kendisini kaptırarak yazdığı ve plak olarak çıkardığı
Kıbrıs’a ilişkin bir şarkısında, “Ey kahpe Yunan, biz göğsü kıllı
Memed’in çocuklarıyız” türünden ırkçı bir söylem kullanıyordu. Sonradan,
bundan büyük bir pişmanlık duyduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.
Mahzuni’nin, böylesi bir dolduruşla yazılmış ve hamaset kokan bir şiiri
de, Atatürk’e yazdığı “Mavi gözlüm nerdesin?” nakaratlı bestelenmiş bir
eserdir ki, bu eser de, sonradan kimi halk ozanlarınca ve yazarlarca
eleştiri konusu edilmiştir. Sözgelimi, bizim de Alevilik ve Kürtler adlı
eserimizde (Ank. 1997,s. 98) yer verdiğimiz bir şiirde, yine Afşinli
hemşehrisi Ozan Emekçi, onu şöyle eleştiriyordu:
Halk zulüm içinde, o gönül eğler
“Yeşil Gözlü”sünün ardından ağlar
“Yiğitler” deyince yürürdü dağlar
Binboğa’ya selam veremez oldu.
Aşık Mahzuni’nin gerçek düşünceleri neydi?
Emekçi, 2000 yılında Alevi Federasyonu’nca düzenlenen “1000 Yılın
Türküsü! etkinliği dolayısıyla birlikte oldukları ve evde misafir ettiği
Mahzuni’nin, sözkonusu kitabımı alıp incelemeye koyulunca, daha önce
görmediği bu şiire rastlayıp huzuru kaçmasın diye, kitabı elinden nasıl
aldığını, ölümünden sonra hoş bir anı olarak gülerek anlatmıştı.
Mahzuni’nin bu şarkısı, şimdilerde Atatürk’ten görüntülerle bir klip
olarak yayımlanıyor. Üstelik, klipte yer verilen görsel ürünlerin çoğu
da, Atatürk’ün Dersim katliamı sonrası bölgeye yaptığı seyahatten
alınmış resimler… Yani Mahzuni’nin, atalarının geldiğini söylediği
Dersim’de yapılan katliam sonrası çekilmiş resimler…
Peki, kendine Kemalist diyen 12 Mart darbecilerinin tutuklayıp, benim de
1972’de Kartal- Maltepe Askeri Cizaevi’nde ziyaret ettiğim Mahzuni’nin
gerçek düşünceleri neydi bu konuda?
İsterseniz, bunun cevabını da doğrudan Mahzuni’ye bırakalım.
Mahzuni’nin, 1974 yılında Kürecikli bir aile dostunun evinde, Aşık
Veysel’in “Atatürk Ağıtı”na bir cevap olarak, aynı makamla irticalen
söylediği bir eserinin sözlerini birlikte izleyelim:
Ata’m dünyadan gideli
Ata’ya vatan ağladı
Başbuğu olmuştu mülke
Sabanı tutan ağladı
Fakirler ortada kaldı
Aradı belayı buldu
Sanki Ata’ya ne oldu
Tarlada kalan ağladı
İp- yorganla bulduk bela
Şükür ile Cennet-ala
Memed aldı Çanakkale
Sanki Anıtkabir’de yatan ağladı
Tren hattı tayyareler
Bizler giydik hep karalar
Senin idi Buharalar
Hep sana çatan ağladı
O kırmızı çizmelerin
Bir millet yapmıştı derin
Bu milletin son neferi
Kan ile yatan ağladı
Eğil gel Atatürk eğil
Kurtardığın insanı bil
Bu milleti baban değil
Kan ile yapan ağladı
Bu sözlerim olmaz tabir
Yendik gittik hatte bir bir
Benim midir Anıtkabir
Helada yatan ağladı
Osmanlılar bizi boğdu
Sanki yeni güneş doğdu
Her doğan şah bizi sağdı
İneği tutan ağladı
Bu yurdu baban mı kurdu
Kafanız böyle buyurdu
Senin miydi yedi ordu
İsimsiz yatan ağladı
Selanik’i almak için
Başeyledin bize …..(x)
Bilir misin kavgan için
Kıbrıs’ı satan ağladı
(Orada yatan ağladı)
Kimden aldın kime verdin
Gene harbi sen savurdun
Osman yıktı, Ömer kurdu
Ali’ce duran ağladı
Der Mahzuni hele hele
Derde düştük bile bile
Maaşlar verdin Veysel’e
Telli şehidan ağladı
(Zındanda yatan ağladı)
(x)Tek kelime çıkarıldı.
‘Türk ve Kemalist’ mahreçli Sol liderlerine sahip çıkamadı!..
Siyasetçi Suat Bozkuş, “Büyük Katliamlar” konulu bir yazısında şöyle diyor:
“28 Ocak 1920 tarihinde (1921 olacak MB) Trabzon’da tekneye bindirilip
götürülen TKP kurucusu ve MK üyeleri olan (Onbeşler)in hançerlenerek
dalgalara yem edilmesi bir işaret fişeğidir. O günden sonra sol ve
komünizm adına ot bitmesine bile izin verilmemiştir. Her türlü engele
rağmen taş-toprak altından filizlenen kardelenler, asker postalı ve
tanklarla ezilmiştir.” (Öz-Po,18.2.2012). Bozkuş’un verdiği ikinci
önemli katliam ise, 1 Mayıs 1977 katliamıdır.
1925 Tekrir-i Sükun’uyla Kürtler’in ve Aleviler’in haklarının
gasbedilmesi bir yana; bu tarihten sonra çok partili sisteme son
verilmiş, Komünist Parti yasaklanmış, işçi sınıfının dernek ve
sendikeleri kapatılmış, 1 Mayıs işçi bayramı yasaklanmış, daha da
önemlisi “işçisi sınıfını savunmak” cezai müeyyideye bağlanmış ve bundan
milyonlarca insan zarar ve hasar görmüştü. Buna rağmen, emek cephesi ve
sol açısından Kemalizmin ciddi bir eleştirisi yapılmadığı gibi, Rasih
Nuri İleri gibiler “Atatürk ve Komünizm” gibi kitaplarla, Çetin Altan
gibi gazeteciler “Atatürk’ün Sosyal Görüşleri”, Attila İlhan gibi
yazarlarsa “Hangi Atatürk” gibi kitaplarla onu “Solcu” olarak
sunmuşlardı.
Bu nedenle de, Atatürk’ün ciddi bir sorgulanması yapılmadığı gibi, onun
“Onbeşler”in katlindeki rolü de esgeçilmişti. Kuşkusuz bunda,
Sovyetler’in ülke ve sistem çıkarları ile onun güdümündeki TKP’nin
tutumu önemli rol oynamıştı… Türk İnkılab Tarihi Enstitüsü arşivinden
alınan, Onbeşler’in tasfiyesiyle ilgili bu belgelerin hemen tamamı;
Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal ile Şark Cephesi Kumandanı
Kazım Karabekir ile Valilerden Hamdi ve Rüşdü Beyler arasındaki gizli
yazışmalardan oluşmaktadır.
M. Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de boğdurulmalarında doğrudan görev
alan Yahya Kahya’nın, “Daha üstüme varırlarsa, herşeyi olduğu gibi
ortaya dökerim” dedikten hemen sonra, 3 Temmuz 1922’de “fail-i meçhul”e
kurban gitmesi zaten herşeyi anlatmıyor mu?..
Sözün özü; insanların öz kimlikleriyle ve özgürce yaşayabilecekleri
gerçek bir demokrasi, herşeyden önce bunun önündeki en önemli engel olan
resmi ideolojinin yani Kemalizmin sorgulanmasına ve bununla girilecek
imtihandan başarıyla çıkılmasına bağlıdır. Ve tabii, Alevi toplumunun
bir önceliği ise bu sorgulamaya bağlı olarak, içinde bulunduğu “tek
yanlı aşk”tan kurtulmaktır…
MEHMET BAYRAK
