Bilmek, sınırını bilmektir

OSMAN OĞUZ

 

Sınır, büyük bir sözcük; keza varlığımızın belki de en önemli niteliğini işaret ediyor: Sınırlılık. Ne ki bu sözcük, hem politik terminolojimiz hem de birçok gündelik kullanımı aracılığıyla olumsuz çağrışımların yuvasına dönüşüyor. Sınır’ı hep ülkeler arasına çekilen tel örgülerle, dört parçaya bölünmüş ülkemizin gerçeğiyle, kentleri ikiye bölmüş duvarlarla, Akdeniz’de boğulanların isimsiz hikâyeleriyle birlikte düşünüyoruz. “Ne böyle sınır olsun, ne böyle düşmanlıklar” diyen şiir, sınır’ı doğrudan sanık sandalyesine oturtuyor. Sınır, bütün kötülüklerin yatağı oluveriyor.
Bu yazı ise sınır’ı, haklı da bir öfkeye dayanan bu çağrışımların ötesinde anlamaya çalışıyor. Keza sınır, esareti imlediği kadar özgürlüğü, kapatılmayı imlediği kadar açılıp ferahlamayı imleyebilir.

SINIRINI BİLMEK

“Tanımlamak, sınırlamaktır.” (Spinoza)

Hegel’in “Bir şey sınırı ne ise odur” cümlesini de Spinoza’nın bu cümlesine hemen ekleyebiliriz. İnsan bilgisi, sınırlı olmakla kalmaz; bilgi zaten sınırın varlık zeminidir, sınırı ve sınırlılığı imler. Bilmek demek, aslında, “bilmediğini bilmek” demektir; keza bilmek (“tanımlamak”) şey’e sınır çekmek ise, sınır çekmek de sınırın (bilinebilenin) ötesinin (sonsuzluğun?) varlığına dair en azından bir kabullenmeye sahip olmak demektir. Sokrates’in meşhur sözü, daha çok insani bir erdem olarak tevazunun dışavurumu gibi okunuyor, oysa anlatmak istediği tam olarak budur: Bilmek, sınırını bilmektir.
Anti-Dühring’te “Özgürlük, zorunlulukların bilincine varmaktır” diyen Engels de aslında tam da Hegel’in açtığı bu yoldan yürümektedir: “Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil, ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilmek aracılığıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır.”
Öyle ise eğer, bir tanım yapmaya daha cesaret edebiliriz: Sınırını bilmek, özgürlüğü bilmenin ve onu nihayetinde formüle etmenin ilk gereğidir.

SINIRI(NI) AŞMAK

“Bir kez sınırı aşan için artık sınır diye bir şey yoktur.” (Epiktekos)

Antik dönem filozofu Epiktekos, bu cümleyi kurduğunda artık özgür bir adamdı. Gençliğinde Romalı bir zengine köle olarak satılmış ama her nasılsa kölelikten kurtulmayı, üstüne bir de felsefe okumayı başarmıştı. İsminin anlamı bile “yeni (satın) alınan” olan biri için bu, çok daha görkemli bir gelişme: Epiktekos’un yaptığı, kendisine daha doğumundan itibaren çizilen sınırı aşmak, verili olana hapsolmaktan kurtulmaktı.
Ne ki, “sınırı aşmak” ve o veya bu mecburiyetten “özgürleşmek”, her zaman Epiktekos’unki gibi bin yıllar sonra bile gönül rahatlığıyla anlatılacak hikâyeler çıkarmaz ortaya. Bunun nedeni de “iyi insan nedir” sorusunun cevabında gizlidir.
İyi insan derken aslında kendisini (arzularını) kontrol eden insandan, dolayısıyla sınırlardan, kendisine sınırlar çizen insandan bahsederiz. Kürt Özgürlük Hareketinin ürettiği güzel kavramlardan biri olan “red-kabul ölçülerini” de bu minvalde düşünmek mümkün: İyi insan, tefekkür yeteneği ve cesareti ile kendilik bilincine sahiptir ve bu “özgücünü” sınırları aşmakta olduğu kadar (kendine) sınır çizmekte, “sınırını bilmekte” de kullanır.
Basit yanıtlara ihtiyaç duyduğumuzda “kötü insan” olarak tanımlayıp geçtiklerimiz, genelde, “bir kez sınırı aşıp artık sınır diye bir şey tanımayanlar” olur. Kötü insan, biraz da, sınır bilincini yitiren insandır; şu ya da bu arzusunu hangi sınırın aşılması pahasına olursa olsun doyurmak, kötülüğü tanımlayabilir. Keza “kendilik bilinci”, kendi “olmak” üzerine değil, bir kendilik “kurmak” üzerine inşa olur ve kurmak eylemi, yıkmak eylemiyle iç içedir. Böyle bir süreç ile bir kendilik “kurmayan”, verili olana mahkum olur ve arzusu ancak sınırını yitirmiş nöbetlerle açığa çıkar. Bu, bireylerin “kendiliğiyle” olduğu kadar toplumların “kendiliğiyle” de ilgili bir iddiadır.

SINIRSIZLIK

“Ötesini bilmediğimiz sınır, yok demektir.” (Hegel)

Varlığı ancak bilgimizin sınırlarınca algılayabildiğimizi, tanımladıkça ise sınırladığımızı daha önce söyledik; peki bu durumda “sınırsızlık” nedir? Daha önemlisi: Sınırsızlık, mümkün müdür?
Bir şeyi tanımlayarak sadece onun “ne olduğunu” söylemeyiz, ayrıca (belki de en başta) onun “ne olmadığını” söyleriz. Dalından kopardığı meyvenin elma olduğunu söyleyen kişi, aynı anda onun armut, üzüm ya da portakal olmadığını söylemekte; elma ile “diğerleri” arasına bir sınır çekmektedir. Elmayı “sınırlandıran” bu tanımlama eylemi, “diğerlerine” ise bir sınırsızlık bahşetmektedir. Aynı cümleyi bir başka biçimde de kurabiliriz: Elmanın “var olması”, onun sınırlandırılmış olmasına, dolayısıyla “sonluluğuna” bağlıdır; sınırsızlığın ya da sonsuzluğun ön koşulu da ama, elmanın sınırlandırılmasıdır.
Sınırsızlık, “yokluk” ile eşdeğerdir ve belki de bu yüzden her türlü mistisizmin güçlü bir imgesidir. Bu hâliyle sınırsızlık, gündelik kullanımında çoğu kez açığa çıkan güzelliğini de hak etmektedir: O, gerçek’ten çok hayali, bilinçten çok yanılsamayı gerektirir; dolayısıyla hayalin ön koşulu, kendi sınır(lılığ)ını bilmek, kabullenmektir. Sınırsızlık (başka bir deyişle “sonsuzluk”) ‘yok’tur (yokluğun kendisidir) ve belki tam da bu yüzden bu denli güzel ve bu denli çarpıcıdır. Bu yoklukta varlığın anlamsızlığını görmek kadar anlamını aramak/kurmak da mümkündür. Tanrı, biraz da bu arayışın ürünü değil midir? Onun “hikmeti”, sonsuzluğu (ve başlangıçsızlığı) ile anlatılır; insan ise sınırları ile tanımlanır. Tanrı ile insan arasındaki ilişki, birbirini “var kılma” ilişkisidir ve biraz da bu yüzden bu denli güçlüdür.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.