Boyutlandırılmış yalnızlık: Tecrit!

  • Bugünlerde aklıma gelen bu iki kitap, hücre tipi bir yerde boyutlandırılmış eziyetin anlatıları olarak maalesef kendi alanlarında tekliklerini koruyorlar. İşkence ve tecrit, gelişimi devletle paralel. Çünkü doğal toplumda zorla ilişki çok daha kısa sürede sonuçlanıyor. Zaman ilerledikçe topluma karşı işlenen suç kişiye karşı işlenen suçtan daha büyük bir cezalandırmayı gerektiriyor.

 

MELTEM YILDIRIM

 

“Tanrım, Tanrım onlar İsa’yı yalnızca çarmıha gerdiler. Jack Oppenheimer ile bana ise çok daha beterini yaptılar!”

 

Böyle diyordu Darrell Standing, “ceket” işkencesinde vücudu sımsıkı sarılı bir halde idam gününü beklediği San Quentin Hapishanesi’nde.

Jack London, San Quentin’i, romanının kahramanlarından biri olan Edd (Edward) Morrell üzerinden biliyordu. Edward Morrell dönemin sansasyonel isimleri Sontag ve Evans ikilisinden Christopher Evans’ın, cezaevinden kaçmasına yardım etmek suçlamasıyla ömür boyu hapse mahkumdu ve on dört yıllık mahkumiyetinin beş yılını hücrede geçirmişti.

Hikaye ilginç. Buradan bakınca  Sontag ve Evans modern Robin Hood’lara benziyorlar. Edward Morrell kendi cezaevi sürecini anlattığı “25. Adam” isimli eserinde ikilinin yaptığı demiryolu soygununu, bölgedeki köylülerin huzurunun kaçırılmasına yönelik bir cezalandırma eylemi olarak ele alıyor. Ceza almamaları için ünlü isimler tarafından yürütülen kampanya da haklılık payına işaret ediyor. 

Kaçmasına yardım ettiği Evans 17, kendisi 14 yıl sonra af sayılabilecek dönemsel düzenlemelerle cezaevinden çıktıklarında cezaevlerine dair reformun yılmaz savunucuları oluyorlar. Çünkü içerde geçirdikleri korkunç deneyimi bir daha kimsenin yaşamasını istemiyorlar.

Üzerinde özenle durdukları nokta, tecrit uygulamaları.

Tecrit işkencelerinden en akıl sınırlarını zorlayanı Jack London romanlaştırmış. Yüz üstü yatırılarak, sırta nefes almamacasına dizle bastırılıp bağlanan ceketle hücresinde zaten insandan ve konuşma yasağından dolayı sesten mahrum bir insan, hareket etmekten de mahrum bırakılıyor. Saatlerce hem de. İşte tam da bu noktada Darrel, bedeninin kendinden alınan kontrolünü hükümsüzleştirerek zihnine üst düzey bir hakimiyet kuruyor. Zamanda ve mekanda sıçramalar yaparak daha önce yaşadığını sandığı hayatların içinden teker teker geçmeye başlıyor.

İşkencenin hükümsüzleştirdiği noktadaki o sakin ve kendinden emin duruşu elbette ki işkencecisini çaresiz ve saldırgan hale getiriyor. Birkaç saat daha, birkaç saat daha eklenen cezası 24 saati geçmeye başlıyor. Fakat o, seyrana devam ediyor. Bedeni mengenede iken kıtalar üzeri yolculuklar yapıyor ve geri dönüşlerinde arkadaşlarının cezaevinden çıktıktan yıllar sonra doğruluğunu teyit edebileceği bilgiler veriyor.

Romanın sonunda insanın beynine acıyla kazınan sahnelerden biri ne biliyor musunuz, bunca işkenceye göğüs gerip zihnini korkunç özgürleştirmiş o adam, beş yıllık hücre tecridi sonrasında merdivenden inmeyi beceremiyor! Üç boyutlu dünyadan, uzamdan ve hareketten kopartılmış duyuları ona basit bir motor faaliyette sorun çıkartıyor. Sinirlerinin boşaldığı nokta bu oluyor ve onunla birlikte siz de ağlama noktasına geliyorsunuz.

***

Samuel Mounthjoy, Nazilerin eline esir düşmüş İngiliz subayı, aynı zamanda bir ressam. O da William Golding’in “bir itiraf” dediği Serbest Düşüş romanının baş kahramanı.

Esir düştüğü kampta firar girişimi açığa çıkıyor ve kampın sorumlusu Nazi doktor Halde onu sorgu için çağırıyor. Sorguyu beklemesi için küçük bir hücreye alınıyor ve başlıyor Samuel’in gerilim dolu saatleri.

Samuel’ in yaşadığı, gözlerini bağladıktan sonra ışığın hiçbir şekilde sızmadığı bir odaya kapatıp başına neler gelebileceğini düşündürten gerilim işkencesi. Hiçbir fiziki temasları yok ona.

Herkesin karanlıkla o veya bu şekilde bir problemi vardır. Bilinmezliğe, yokluğa dair en güçlü uyarandır karanlık. Varlığını teyit etme ihtiyacını duyurur insanda.

Karanlığın da türleri vardır hem. Işığın bir şekilde kendini duyurduğu.

Ya som karanlık?

İşte onda varlığının teyidini yapamaz insan. Asılı kalır boşluğa. Bedeni büyür, sesi küçülür. Parmağını başından büyükmüş gibi duyar. Uzam, boyut, denge ve zaman duygusunu yitirir.

Işığın oralarda bir yerde olduğuna dair umudunu besleyecek tek bir işaret yoktur. Ve Sammy bir ressamdır, beş duyusundan en baskın olanı görmektir. O an düşünür, karanlık işkencesinin ona özel olarak seçilmiş olabileceğini:

“İlk adım ışığın yok edilmesi, bir görsel sanatla uğraşan birinin elinden ışığın alınmasıydı. O bir ressam, diyerek birbirlerine bakıp gülümsemişlerdir herhalde. Müzisyen olsaydı kulaklarını yünle tıkardık. Gözlerine pamuk tıkıştıracağız.”

Bugünlerde aklıma gelen bu iki kitap, hücre tipi bir yerde boyutlandırılmış eziyetin anlatıları olarak maalesef kendi alanlarında tekliklerini koruyorlar.

İşkence…

Örgütlenmiş ve sistematize edilmiş eziyet olarak şüphesiz ki uygarlığa ait bir yapı. 

Gelişimi devletle paralel. Çünkü doğal toplumda zorla ilişki çok daha kısa sürede sonuçlanıyor. Zaman ilerledikçe topluma karşı işlenen suç kişiye karşı işlenen suçtan daha büyük bir cezalandırmayı gerektiriyor. Kurumsallaşmaya giden adalet, devlet ile tekelleşiyor ve devlete karşı işlenen suç hepsinin üstüne geçerek en büyük cezalandırmayı gerekli kılıyor. 

Devlete karşı işlendiği iddia edilen suç öyle büyük bir suç ki devlet en çok bunun için cezaevlerini inşa ediyor ve müebbet hapsetmek suretiyle insan ömrünü uhdesine geçiriyor.

Bugünlerde hücrelerin duvarlarını, o duvarlara canlarını vurarak deliyor yine birileri.

Bir halk mücadelesine gönül verdikleri için yaşadıkları eziyeti hakkıyla anlatmadan, anlatamadan hem de.

“Biz çektik” derler, olur da kendi benlerini bir şeylerin önüne koyarlar ve bundan haya ederler diye sadece direnmekten bahsederek teker teker gidiyorlar.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.