Bunlar olmasaydı…


Eğer birgün kadınlar dünyanın her tarafında “ben bir kadınım” demek zorunda kalmadığında, kendi kimliğini ısrarla dile getirme ihtiyacı duymadığında, yok sayılmanın, inkar edilmenin, hırpalanmanın o dayanılmaz psikolojik savunması olan “ben bir kadınım” vurgusunu yapmadan, “nerem ağrıyorsa kimliğim de odur” deme zorunluluğunu hissetmeden özgürce konuşabildiğinde…
Kadın ve erkek kimliklerinin cinsiyetçi rol dağılımına göre kurgulanmadığı, erkek deyince farklı bir rol, kadın deyince farklı bir algının oluşmadığı, erkeğin mavi, kadının pembeyle tarif edilmediği, birimizin eline silah birimizin eline bez bebeklerin tutuşturulmadığı, erkeğe sokak oyunlarının, çocuk kadınlara mutfağın sürekli bellettirilmediği bir dünyada yaşadığımızda…
Biraz büyüyünce değişen bedenlerimizle barışık olduğumuzda, anne ve babalarımıza korku dolu gözlerle bakmadan her türlü soruyu sorabildiğimizde, “ben neden regl oluyorum, göğüslerim neden çıkıyor anne-baba” diyebildiğimizde ve bunu sorduğumuzda suratımıza bir tokat yemediğimizde…
Erkekler kendi bedenlerini tanıdıklarında cinselliğin ve bedenlerinin onlara bir üstünlük sağlamadığını, erkek olmanın sadece bir cins kimliği olduğunu ancak bir üstünlük olmadığını, cinselliğin hayatın doğal, sıradan bir parçası olduğunu, ilk deneyimini yaşamak için “oğlum tecrübe kazansın” diyerek babaları tarafından “genelevlere” gönderilmediğinde, cinsel kültür edinmenin bir eğitim ve inşa sorunu olduğunu, insanın kendini sosyo- kültürel olarak yetiştirebileceğini, cinselliğin bir saldırganlık ve şiddet biçimi olmadığını öğrettiğinde, erkeğin etken, kadının edilgen rollerle tanımlanmadığı, her cinsin kendi farklılıklarıyla bir arada özgürce yaşayabildiği bir ortama kavuştuğumuzda…
Er-erkeklik ve güç olgularının iktidar ve devlet üzerinden tanımlanmadığı, güç olmanın toplumsallıkla, özgürlükle, eşitlikle kurulan bağla sağlanabileceği, güç olmanın ezen ve ezilen ilişkisi üzerinden kurgulanmadığı, “büyük balık küçük balığı yutar”, “güçlü olan bir tek ayakta kalabilir” gibi beş bin yıllık bir yalanın peşinde koşulmadığı ve günlük olarak üretilmediği, bilakis toprakla, doğayla, canlılarla, evrenle, insanlarla özgür bir bağ kuranın ancak güçlü olabileceği, başkasını sömürmeyenin, vurmayanın, kırmayanın, şiddet uygulamayanın güçlü olduğu, eşit ve farklı olanın özgür olduğu bir dünyada yaşadığımızda…
Biz kadınlar olarak hayata bir sıfır başlamadığımızda, hayat boyu kendi tercihlerimizi yaptığımızda, evlenip evlenmeme kararını verdiğimizde, tercihlerimizden dolayı “bu kadın evde kalmış” denmediğinde, toplumsal baskıya maruz kalmadığımızda, evlenmediğimizde “bu ya davulcuya ya zurnacıya kaçacak” ya da “kesin bunun bir kusuru var bu sebeple evlenmiyor” denmediğinde ya da evlenip boşanan bir kadına “dul kadın” ve “yuva yıkan” kadın, ya da potansiyel olarak erkeklerin “ele geçirecekleri, elden geçmiş” bir kadın olarak bakmayacakları, “kız-kadın-dul” tanımlamalarıyla kimliklerinin parçalanmadığı, kadınların bir tek kadın olarak ve kendileri olarak yaşam tercihlerine saygı duyulan ve bunu böyle kabul eden bir toplum olduğumuzda…
Yine kadınların kaç çocuk doğurup doğurmayacaklarına sistem, erk, erkeklik, aile, çevre, devlet karışmadığında, tersine “bu beden benim, ben karar vereceğim” dediğinde, doğurmak kadar, doğurmamak gibi bir hakkının olduğuna, kadının “bedeni ve cinselliği üzerinde mutlak söz hakkına sahip olduğu” bir dünyada yaşadığımızda…
Evde, sokakta, işyerinde, bütün kamusal alanlarda rahatça yürüdüğümüzde, ikide bir nereden saldırıya uğrayacağımız kaygısıyla sağımıza solumuza bakmadığımızda, rahatça kahkaha atabildiğimizde “ifrit, şuh, kaşınan kadın” denilmediğinde, “ahlaklı-ahlaksız kadınlar, açık-kapalı kadınlar, namuslu-namussuz kadınlar” gibi tanımlamalarla bölünmediğimizde, etek ya da pantolon giydiğimizde buna göre kategorilere ayrılmadığımızda, kılık kıyafete göre kadın tanımlamalarına gidilmediğinde, bunun da bir tek kadına bırakıldığında, kadınların rahatça şarkı söyleyebildiği, dans edebildiği, toplumla barışık olunan bir sistemde yaşadığımızda...
Evet, erkeğin ve kadının özgürce, kendi kimliklerini ifade ettikleri, özgür toplum ölçülerine ulaşabildiğimiz bir dünya yaratmak mümkün. Demokratik, ekolojik, cins özgürlükçü bir dünyayı yakalamak ve inşa etmek de mümkün… Bu da kafalarımıza beş bin yıldır bulaştırılan kalıplaşmış öldürücü rollerden sıyrılmakla olacaktır… İnsan kadar kendine ve tüm canlılara eziyet eden başka bir canlı türüne henüz rastlanmadı. Demek ki bu evrende sorun yaratan er, erkeklik ve buna sebep olan ataerkil sistemin kendisidir. Bu sistem, geçmişte diri diri gömülen kadın gerçeğini yaşattığı gibi, bugün de DAİŞ, Boko Haram şahsında aynı gerçekliği yaşatmaktadır. Dünyanın üzerinde hangi coğrafyada yaşarsanız yaşayın, ister Nijerya, ister Şengal isterse Afganistan olsun, aynı zihniyet ve yarattığı sistemin acımasız saldırılarıyla karşı karşıya kalmaktayız.
Yüzyıllardır toplumsallaşan cinsiyetçi roller günümüzde Özgecan Aslan örneğinde olduğu gibi kadını her açıdan parçalamaktan çekinmemektedir. Kadınların bedenlerinden tutalım da ruhlarına kadar bir daha hunharca katledilmemesi için beş bin yıldır başımıza musallat olan bu egemen sistemle mücadele etmek zorundayız. Çünkü erkeklik tarih boyunca hiç bu kadar şahlanmamıştı… Dünya üzerindeki erkek egemen şiddet kendi doruk noktasını yaşarken bütün insanlığı ve canlıları tıpkı bir canavar gibi yemekte, yutmakta… Bunun da ötesi yoktur… Biz kadınların ve insanlığın da topyekun mücadele dışında bir şansları yoktur…
İnsanlık kaybettiği onurunu kadın mücadelesi şahsında yeniden kazanacaktır. Kürt kadın hareketi, YPJ birkez daha kadın şahsında insanlık onurunun nasıl kazanılacağını bizlere göstermiştir. Bu dünyayı yıkanlar kadar yapanlar ve inşa edenler de var. Üstelik olağanüstü güzellikte, hayran bırakırcasına…
Egemen erkeklik kimliği ölümcül varlığını şiddetle korumaya çalışırken unuttuğu bir gerçeklik vardır; o da özgürlükle bağını hiçbir zaman koparmayan, varlığın kendisini özgürlükle eşdeğer gören kadın gerçekliğinin asla tutsak alınamayacağıdır. Dünya Kadın Yürüyüşü''nün Kürt kadınlarına adandığı bu zamanlarda 8 Martlar da bizim özgürlük doruğumuz olsun…
