Burası işgal edilmiş bir ülke


İlk yazımda belirttiğim gibi 10 gündür Türkiye Kürdistanı’nda farklı şehirlerde, köylerde dolaşıyor, görmeye, öğrenmeye çalışıyorum. İzlenimlerimi anlatmaya başlamadan önce birkaç noktaya değinmek istiyorum.
Her şeyden önce izlediğim çok acılı bir toplum. Sadece insanı değil, doğasıyla da acılı bir toplum. Konuştuğum her ailenin ya şehidi var ya gazisi ya kendisi cezaevinde yatmış ya da kardeşi, oğlu veya akrabası dağda gerilla. Son yıllarda akrabaların çoğu ‘KCK operasyonları’nda tutuklu.
21 Mart Diyarbakır Newrozu’nda Abdullah Öcalan “silahlar sussun, barış olsun, fikirler konuşsun” dedi. Halk şimdi “öte taraf” ne diyecek veya yapacak beklentisi içinde.
Bu satırları Newroz’dan 2 gün sonra Amed’de bir dostun evinde yazıyorum. Dün akşam jetler canhıraş seslerle kentin gökyüzünü yırtıyordu. Barış geldi diye çocuklara balon, şeker, çikolata atmaya gidiyorlardı desem absürt bir şey olurdu… Neyse.
Önceki gün ‘Batman KCK davası’nı izledim bir buçuk saat kadar. Her şey trajikomikti. Gülünç, sürrealist bir tiyatro desem ayıp olur. Çünkü mahkeme komik de olsa sanıklar ve cezaevi gerçek… Nedense izlenimlerime başlamadan önce aklıma başka şeyler geliyor.
Bugünlerde herkes Kürt uzmanı kesildi. Ben ise sadece gözlemlemek ve öğrenmek istiyorum. Aslında eğri-doğru Kürt sorunu ile ilgili yazılar yazan Diyarbakır’da lüks bir otelde kaldıktan sonra geri dönen gazeteciler, televizyoncular benim gördüklerimi görselerdi ne yazarlardı diye çok merak ediyorum. Neyse ben gene izlenimlerime döneyim. Ben izlenimlerime döneyim dedikçe “aklıma şu noktayı da belirtmeliyim” diye yeni şeyler geliyor.
Duvarlar nasıl silinecek?
Kanımca BARIŞ süreci Kürtler açısından daha kolay olacak. Ama öteki taraf sanırım çok zorlanacak. İzlenimlerimi dikkatle okursanız ne demek istediğimi sanırım daha iyi anlayacaksınız. Bu coğrafyayı, Kürtleri, Kürt sorununu “Doğunun Paris’i!” Diyarbakır’da oturup anlamak hemen hemen olanaksız. Kürdistan’ın içlerine gittikçe çok net görüyorsunuz: Burası işgal edilmiş bir ülke. Esas zorluk işgalcilerin geri çekilme sürecinde olacak.
Bunca panzer, bunca TOMA, bunca akrep, bunca asker, polis, bunca rüşvet, rant, bunca işkenceci, emretmeye alışmış bürokrasi, her şeyi biz biliriz, biz yaptırırız diyenler ne olacak?
Ya bu Ortaçağ’da Avrupa’daki feodal beylerin şatoları gibi inşa edilmiş askeri kışlalar, korunaklar… Ya amcaoğlunu traktörün arkasına bağlayıp sürükleyerek öldüren korucular… Ya TÜRKÇE KONUŞ ÇOK KONUŞ diye cezaevi duvarlarına yazılmış duvarlar nasıl silinecek. Ya… Ya… Ya… İşgalcilerin işini, geri çekilişini zorlaştıracak onlarca neden sayabilirim.
Şuna eminim; işgal bütünüyle sona ermeden bu topraklarda gerçek bir barış kanımca hayaldir.
Yeter artık! İşte izlenimlerim…
15 Mart 2013’te Mezopotamya Kültür ve Gençlik Derneği’nde buluşacağız. Otelden derneğe giderken büyük demir teneke karışımı takızaferin altından geçiyoruz. Üstünde dev harflerle ama kirli (gerçekten eskimiş ve kirli harflerle) kocaman, NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE yazıyor. Askeri binaların önünde Mehmetçik, Atatürk heykelleri, her yerde olduğu gibi ‘Vatan Sana Minnettardır’ yazıları, devasa Atatürk portreleri vs... Şehrin en güzel kesimi askeri birliklere ayrılmış, yazı dizisinin daha sonraki bölümlerinde Diyarbakır’ı anlatacağım için kısa kesiyorum.
Almanya’dan gelen gençlerle buluşup tanışıyoruz. Hepsi de Kürt sorununa yoğun ilgili duyan aydınlık gençler. Kısa zamanda dernekteki Kürt arkadaşlarıyla kaynaşıyorlar. Biraz sonra halaylar çekilmeye başlanıyor. Bir yandan el çırpıyorlar, bir yandan da: Her yerde duyduğum gerilla türküsünü söylüyorlar. “Yorgunluk, açlık, susuzluk demeden savaşan ha gerilla… ha gerilla. Halkın umudu gerilla…” diyen bir türkü. Dernekteki Kürt gençlerinin her biri Almanya’dan gelen 3-4 arkadaşını alarak evlerine misafir etmeye götürüyor.
İkinci gün yine dernekte buluşuyoruz. Biraz sonra Şahin Öner Fidanlığı’na ağaç dikmeye gidilecek. (Şahin Öner, Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişinin yıldönümü olan 15 Şubat gösterileri sırasında polisin panzerle ezdiği ve yaralı iken karakola götürdüğü ancak, Diyarbakır valisinin ‘elinde bomba patladı‘ diye hakkında açıklama yaptığı, sonradan otopside panzerle ezilerek öldürüldüğü belirlenen genç). Gençler, öldürülen, katledilen arkadaşlarının yoldaşlarını unutmuyorlar. 200’e yakın genç, belediyenin tahsis ettiği otobüslere doluşuyoruz. Gençler sürekli el çırparak slogan atıyorlar. Elbet Kürtçe. Yanımdaki Deniz Gezmiş’in arkadaşı olduğumu duyunca bana büyük bir ilgi gösteren tesettürlü Kürt genç kız ve arkadaşına sloganların ne anlama geldiğini soruyorum:
“Kim ne derse desin biz Kürdüz, bir avuç çapulcu değiliz!”
“Gençlik vuracak, hesabını soracak!”
“Şehitlerin yolu yolumuz, parti bizim partimiz!”
Fidanlıkla anmak önemlidir
Dicle Nehri’nin tepelerinde bir araziye geliyoruz. Belediye fidan dikilmesi için yüzlerce çukur açmış. Gençler büyük bir coşkuyla, şarkılar, türküler söyleyerek bu çukurlara ağaçlar dikiyorlar. Ellerinde Şahin Öner Fidanlığı yazan güzel bir tabela var. Bu tabela bir direğe sabitlendikten sonra bir kepçenin yukarıya kaldırdığı iki genç kız bir pankart açtılar. Pankartın üstünde Şahin Öner’in resmi ve “Şehitler Ölmez” yazılıydı. Elbet Kürtçe ve Türkçe. Daha sonra genç bir kız konuşma yaptı. Ve otobüslere dolarak tekrar şehire döndük. Kanımca gençlerin ölen arkadaşlarını kuru miting ve toplantılarla anma yerine bir fidanlık yaparak anması geleceğe olan umutlarının da çok güzel bir göstergesiydi.
Dönüşte BDP binasında parti gençliği ile tartışıldı. BDP’li gençler fotoğraf çekilmesini istemediler. Konuşmalar tahmin edilebildiği gibi Kürt sorunu ve geleceğine ilişkindi. Duvarda büyük harflerle Türkçe yazılı bir yazı dikkatimi çekti: “PARTİ BİZLERE TESLİMİYETİ DEÐİL DİRENİŞİ ÖÐRETTİ”
Konuşan gençler kapitalizme karşı olduklarını, yeni bir anlayışla devrim yapmak istediklerini, Ak Parti’nin samimiyetine ise çok fazla inanmadıklarını belirtiyor. Konuşmalarda en çok vurgulanan konu Öcalan’ın özgürlüğü ve Kürtlere verilmesi gereken statü idi. NEWROZ’u sıradan bir bahar bayramı olarak değil, bir direniş olarak kutlayacaklarını ve Kürt tarihi için bir milat olacağını belirtiyorlardı. Yine sık sık vurguladıkları şeylerden birisi: “TC karar vermelidir, ya demokrasi ya savaş“. Onurlu bir barıştan başka hiçbir şeye razı olmayacaklarını belirtiyorlardı.
Yüksekova yolu ve öyküler...
Bir gün sonra Yüksekova’da olacağız. Yol uzun süreceği için akşam 8’de yola çıkmaya karar veriyoruz. Gençler dernekte kendi pişirdikleri makarnayı yiyerek otobüsün kalkmasını bekliyorlar.
Gece Yüksekova’ya hareket ediyoruz. Korkunç güzel bir doğa, ne yazık ki hava karanlık olduğu için fazla bir şey göremiyoruz. Almanya’dan gelen Kürt gençlerin bir kısmı geçen sene de Newroz için bu yöreye gelmişler. O zaman çok sık arama oluyormuş. Bu kez bir tek aramadan geçiyoruz. Sürekli halay çeken ve yorulan gençler uyumaya başladı. Ama her zaman olduğu gibi beni uyku tutmuyor. Şoför ve muavini yurtsever Kürtler sürekli onlarla sohbet ediyor, bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Şoför kendi köylerinde Reşo adlı rezil bir korucu olduğunu, birçok insanın kafasını kesip Dicle’ye attığını anlatıyor. Ama daha sonra gerillalar bu korucuyu bir direğe asıp ağzına da para tıkıştırarak bırakıyorlar.
Şoförün aktardığı ilginç öykülerden biri de şuydu: “Evvelden kontralar gerilla giysisi ile köy köy dolaşıp bilgi toplamaya çalışıyorlardı. Ve çoğu Kürtçe, Arapça, Zazaca bilen adamlardı bunlar. Köyümüzün yolu üstündeki benzinci yurtsever bir insandı. Birçok kez gelip benzincinin ağzını arıyorlar. ‘Ne dersin, benzincinin üst yakasındaki karakolu uçuralım mı’. Benzinci bu tür önerilere yanıt vermiyor. Ama birçok kez geldikleri için gerilla olduklarına inanıyor ve karakolu uçurursanız bizim için çok iyi olur diyor. Birkaç gün sonra benzinlik atılan havan topları, roket atışları ile yerle bir ediliyor.”
Nihayet Yüksekova’dayız. Bizim gençler hala uyuyor. Saat sabahı 5’i. Hava buz gibi soğuk, her taraf kar. Sigara tiryakisi iki üç genç ve ben otobüsten aşağıya iniyoruz. Sokaklar bomboş, yanımıza üç-dört kişi geliyor. Bizim Avrupa’dan Newroz için geldiğimizi duyunca büyük saygı ve sevgi gösteriyorlar. Ne istiyorsunuz, bir arzunuz var mı diye sık sık soruyorlar. Teşekkür edip ilerideki yeni açılmış çorbacıya gidiyoruz. Çorbalarımızı içtiğimiz sırada bu insanlar da gelip başka bir masada çorba içiyor. Hesap vermek istiyoruz. Hesabınız ödendi diyorlar. Ödeyenler bizi ilk gören insanlar. Masalarına gidip teşekkür ediyorum. Bu misafirperverliği, bu saygıyı, bu sevgiyi gittiğim her yerde, her evde, tanıştığım her insanda kat be kat fazlasıyla görmek beni çok sevindiriyor. Biraz sonra parti örgütünden yetkililer ve başkan otobüse geliyor. Bizi ayrılan otele gidip bir iki saat dinleniyoruz. Sonra da Yüksekova BDP binasındaki Siyaset Akademisi’nde bize verilen açıklamaları dinliyoruz. Bu açıklamalardan çıkardığım sonuç Kürdistan’ın tümünde demokratik bir ruhun güçlü bir şekilde yeşermeye başladığı oldu.
Coşku gözlerimi yaşartıyor
Akşam hava karardıktan sonra Cumhuriyet mahallesindeki Newroz kutlamasına gidiyoruz. Hava yine buz gibi soğuk ve kar yağıyor. Yolların kenarları kar yığınları ile dolu. Mahallenin ortasına araba lastiklerinden büyük bir ateş yakılmış, küçük bir sahne kurulmuş, şarkılar, türküler, konuşmalar…
Akın akın insanlar küçük meydanı dolduruyor, çoğu kadın ve üstlerinde yerel giysiler var. Sürekli halay çekiliyor. Küçücük bir mahalle olmasına rağmen alan insanlarla doluyor. Coşku öylesine yüksek ki bu sevinç gözlerimin yaşarmasına neden oluyor. Akademi’den beri yanımdan ayrılmayan, 12 Eylül döneminde cezaevinde yatmış bir Kürt arkadaş illa bir iki cümle de sen söyle diyor. Çok ısrar edince konuşmak zorunda kalıyorum. Deniz Gezmiş’in kavga arkadaşı olduğum ilan edilince coşku ve alkış en üst boyuta ulaşıyor. Çok kısa bir konuşma yapıyorum:
“Bizim üfürdüğümüz isyan ateşi görüyorum ki Kürdistan’da çok büyük bir özgürlük ateşine dönüşmüş durumda. İnanıyorum ki sokak dökülen bu halk artık yenilmeyecektir.” Öylesine sık sık alkışlanıyor, konuşmam sloganlarla kesiliyor ki, daha fazla konuşursam duygulanıp ağlayacağımı düşünerek konuşmaya son veriyorum. Konuşmam sona erince yaşlı genç, birçok insan gelip bana sarılıyor ve fotoğraf çektiriyor.
Ne yazık ki bu coşkuyu, bu duygu selini bırakmak zorundayız. Newroz tek tek köylerde, mahallelerde de kutlandıktan sonra bir gün sonra Yüksekova’nın merkezinde kutlanıyor. Köydeki bir kutlamaya da tanık olmak istediğimiz için 10 kilometre uzaklıktaki Nawdivan (Bulgurlu) köyüne gidiyoruz. Köyde her taraf kar ve kar hala yağıyor. Bu nedenle Newroz ateşi iptal edilmiş. Ama köyün gençleri “Buraya kadar gelmişken size bir çay içirmeden bırakmayız” diyorlar.
‘Çok kandırıldık babo’
Hepiniz Hacı Emmi’nin evine doluşuyoruz. Ev büyük, 30-40 kişi duvar diplerindeki minderlere rahatlıkla oturabiliyor. Dizlerim nedeniyle yerde oturamadığım için bana da bir sandalye getiriliyor. Köyden gençler, orta yaşlı erkekler odayı dolduruyor. Elbet Kürtçe konuşuluyor. Ama evin sahibi yaşlı hacı amca biraz Türkçe bildiği için sohbet etmeye çalışıyorum. “Ne dersin Hacı Amca, bu sefer barış olacak mı?” diye soruyorum. “İnşallah, inşallah kurban”. Sonra durup yüzünü sıvazladıktan sonra devam ediyor: “Ama bizim Ak Parti’ye, TC devletine güvenimiz yoktur. Çok kandırıldık babo. Ama bu sefer kandırılmaya niyetimiz yok.” Aslında Hacı Amca’nın söylediği her yerde duyduğum genel kanının çok kısa bir özetidir.
Aceleyle yere serilen sofrada 40 kişiye yemek çıkarılıyor. Nefis otlu peynir, zeytin, tereyağı, reçel, yumurta, evde yapılmış çok güzel ekmekler, çay. Bu misafirperverlik, bu kendi yiyecekleri bile kıt olan insanların paylaşmacı duygusu bile tek başına batıdaki beyaz Türklere örnek olabilecek nitelikte. Bir gün sonra Hakkari’ye gideceğimiz için izin alıp bize ayrılan otele dönüyoruz. Sabah erken Hakkari’ye gitmek için yola çıkıyoruz.
NOT: Kürdistan’daki Hakkari, Uludere, Roboskî, Mardin, Cizre’deki izlenimlerimi yakın zamanda sizlerle paylaşmaya devam edeceğim.
ATİLLA KESKİN
