BURHAN GÜNDOÐAN: Ağdat

Ya şimdi? Bir şehirden alıyor yüzümü, dağların şehrine veriyorum gözlerimi. Sabahın serin yüzü. Sabahın mahmur gözleri. Uyanıp düşmek yolların büyüsüne. Kalkın, diyorum buyurgan bir sesle. Sesini kendine sakla, diyorum kendime. Seni duyan yok işte. Galiba ben de gidip kıvrılacağım yatağa. Tam karar vermişken bir telefon sesi. Gelmiyor musunuz? Sonra ikinci bir soru daha ardından. Nereden kalkıyor minibüsler? Palavra Meydanı’ndan, diyorum. Sen istediğin kadar ad ver meydanlara. Halk verdiği adı sever, biliyorum. Ahmet geliyor yanıma, mahmur haliyle. Hazırlanın, diyorum. Uykusundan olmuyor kızım. Yüzüne gidip bakıyorum, yorganı biraz daha çekmiş üstüne. Anlıyorum ki gelmeyecek. Artık tek sözcük söylemenin anlamı yok. Ahmet’le veriyoruz yola. Bu onun ilk macerası olacak benimle.
Meydanda karşılıklı duran minibüsler... Bunlardan bir bölümü Karagöl’e doğru yol alacak, bizse Sultan Dağı’na. Sultan Dağı’nın eski adı Tujik. Erken gelmesine erken geldik de, gelemeyenleri bekliyoruz uzun süre biz de. Bekleyişler küçük kırılganlıklar yaratıyor.
Derken yola veriyoruz. Sayımız kalabalık biraz. Ayakta olanlar için bir kürsü almak üzere aşağıdaki küçük kır kahvesine doğru yol alıyoruz. Tamam mı? Galiba tamamız. Tam Seyid Rıza Parkı’ndan geçerken telefonum çalıyor. Mutlu da sizinle gelecek. Biraz durur musunuz, bir arkadaş daha var, o da gelecek, diyorum. Bekleyişler ve mırıldanmalar... Geliyor nihayet. Matikten para çekmek için beklemiş. Gülüşüyoruz. Sokaklar ardımızda kalıyor, mahmur gözler uyanık artık.
Küçük söyleşiler, kısa dokundurmalar arasından Halvori’yi geçiyoruz. Kaç yıl oldu buralarla dostluğum, diye düşünüyorum. Uzun kapalılık yılları... Yol kesmeler, korku ve kuşkulu zamanlar... İnsan sevdiğini bilmeli yaşamın, insan yaşadığının farkında olmalı hatta. Şöyle giden zamanların ardından bakmak olsaydı, son sigarasını içerken kurtulan adamın acısından parçalanan yüreğine, bakmak isterdim. Hatta iflas ettiği için tek kurşunu başına sıkan adamın sırtını dayadığı ağaca niçin öyle yaptı, sorusunu sormak isterdim. Yok hiçbiri. Bu yollar nice acının, nice kıyımların tanığı... Dönüşü olmayan yola gittiler. Gel-gitler içinde Tornava’ya gelmişiz. Gideceğimiz yol kapatılmış. Anlaşılan karakola uğramak gerekiyor. Öyle yapıyoruz, sayım, döküm verildikten sonra düşüyoruz yola. Toprak yoldan giderek yükselen yola... Kırmer köyünde otlar biçilmiş, biçilen tarlaların kendine özgü güzelliği duruyor gözümüze. Bir arıcı, kovanlarını köyün üst tarafına koymuş. Gerisi, evet gerisi bir yıkıntılar topluluğu. El yaratısının ürünü olan her şey yok olmuş. İnsan buralara bakınca bile içi parçalanmaya yetiyor. Kaç hayat gelip geçti buralardan, diye düşünmekten alamıyor kendini. Vadi ne kadar yeşili varsa sunuyor gözlere. Her dağ koynunda öylesine şirin güzellikler saklıyor ki, bunu anlamak için yollara düşmek gerekiyor. Anlaşılan uzun yıllar tek tük insan ayağı değmiş yollara. Ardımızda sırayla gelen minibüsler ve havaya kalkan toz bulutu... Bu zamanda insansızlaşmaya bir tanık isterseniz işte bu toz bulutu sizi doğrular. Vadi ne kadar ağaçlıktıysa, dağlara doğru yükseklik arttıkça çıplaklık da artıyordu. Ağdat’a yaklaştığımızda bütün azametiyle Tujik dağı karşımıza çıkıyor. Dağlar arasında bir dilsiz köy olmuş Ağdat. Öyle sanıyorum ki, her yıkımın ardından bir suskunluğa bürünmüş ve belki de tamamen susmuş. Ne yana baksan yıkılan evler. Ağdat, Seyid Rıza’nın köyü. Galiba bu sessizliğe gömülmesinde O’nun köyü oluşunun payı da var. Yoksa dağlar arasında bu kadar açıkta ayan beyan ortada olan köyün boşaltılmasına bir anlam veremiyor insan.
Dersim’de çocukluğuma dönüyorum. Büyükler kendi aralarında konuşurlardı, biz de onlardan dinlerdik yalnızca. Öyle soru sormak da yoktu. O kıyamet gününü anlatırlarken, sözler kısık çıkardı dudaklardan. Gözler uzaklara dalardı, her sözde bir gizem vardı. Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda yaşlı bir Seyid karanlığa haykırır şimdi onun evine bakarken: Sizin yalanlarınızla baş edemedim, bu bana dert oldu. Ben de sizin önünüzde boyun eğmedim ya, bu da size dert olsun... Hile ve desiselere seslenen bir yaşlı... Doğumuna tanık olduğu adam onun yaşını tahsis ediyor ne gam. Sistemlerin çantasında yalan çoktur, onunla baş etmek zordur elbette. Şimdi yıkıntılardan sonra yarısı ayakta kalan duvara bakıyorum. Zamanlar içinden gelip, zamansızlık içinde düşen evler. Demek Seyid buradan Tujik dağına bakardı her sabah ha, diye içimden geçiriyorum. Dağlar arasında bir yayla... Güzelliği büyüleyici. Hele aylardan Haziransa, hele de çiçeklere bezenmişse yayla. İnsan bir düşten uyanır, başka bir düşe yol alır.
Doğrusunu söylemek gerekirse, iki gücün kapışmasından böylesine bir boşluk ortaya çıkmış. Buralarda gece yürüyen ayaklar belki bir ekmek için gelmiştir kapıya ya da dağların kavurucu soğundan kaçmış bir sıcak çay için dövmüş olabilir kapısını bu evlerin. Güç kimdeyse egemenlik de onundur. Şimdi bu evlerin hangisi haksız olabilir ıssızlığın ortasında? Buyruk verilir artık: Boşaltın gitsin.Yeniden yollar sürgüne gider. Yeniden gurbet başlar. Acılar yeniden gövermiştir sana rağmen. İçimden adaletin var mı dünya, diyen o meşhur dize yine gelip geçiyor. Ağdat hem tarıma, hem hayvancılığa, hem de arıcılığa uygun bir köy. Köyden taa Axpanos (Ahpanos) vadisine kadar insan gözü gülüyor. Arazi dar alan içine hapsedilmemiş. Seyid Rıza ne güzel bir yerde yaşıyormuş, diyorum yanımdaki arkadaşa. Ölüm bile burada güzeldir, diye geçiriyorum içimden. Sonra üç dört söğüt gölgesine mekan kuran bir arıcının yakınında duruyoruz. Bir boruya alınan sudan kana kana içip, Tujik sağına veriyoruz yönümüzü çiçekler arasından. Her adım atışımda dağın doruğuna kayıyor gözüm.Yanımdaki kadın ilk kez bu maceraya katılıyor. Yorgun düşüyor kısa zamanda. Gözlerim dağlara kayıyor, her yanda bir dağ bakıyor yüzüme. Bir dizem gelip yokluyor beni: “...ve dağlar ürküntü veren görünümleriyle karlıdırlar”.
Bir yanım çiçek, bir yanım kar, bir yanım sevinç, bir yanım acı... Dağlar hepsini de saklamış içine.
