Cehennemin sırat köprüsündeki halk: KÜRTLER

Haberleri —

KÜLTÜREL SOYKIRIM -II-


Türk ulus-devlet sisteminden en çok da Kürtler nasibini almış, insanlık dışı vahşi soykırım ve asimilasyona tabi tutulmuşlardır. Ne Osmanlı İmparatorluğu sürecinde ne de Lozan öncesi Ankara hükümeti sürecinde Kürtlerin inkar edilmesi gibi bir yaklaşım yaşanmamıştır. Dönemin belgelerine baktığımızda, iki halkın kader birliğiyle karşılaşırız. Kurtuluş Savaşı’nda aynı ordu saflarında, sırt sırta, omuz omuza mücadele etmişlerdir. Ankara Hükümeti’nin henüz hükümet olmadığı, İstanbul Hükümeti’nin tek temsilci olduğu, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçtiği ve kurtuluş mücadelesini başlattığı ilk günlerde ve ilk belgelerde mücadelenin birlikte yürütüleceği kararının yanı sıra, hakların düzenlenmesi de yer alır.
Türkiye’nin ilk anayasası olarak da kabul edilen Amasya Tamimi’ndeki yaklaşımlar, eşitlikçiliği ve birlikteliği savunur. İnkarcı bir yaklaşım yoktur. Erzurum ve Sivas Kongrelerinin aldığı kararlar da aynı temeldedir. Dolayısıyla bir inkar yaklaşımı buralarda da yoktur. 1924 yılına kadar yaklaşım böyleyken, cumhuriyetin kurulması ve yaşanan Kürt isyanlarından sonra yaklaşım tamamen değişecektir. Kürtlerle ilişkiler bozulacaktır. Halkları güç yapmayan, ‘böl-parçala-yönet ve yok et’ politikası ile cumhuriyetin demokratik olmayan yapısı sonucu Kürtler, 15 Şubat 1925 tarihinde ki bu tarihi Kürt soykırımının başlangıç tarihi olarak işlemek şarttır. 1925’teki Şeyh Said önderlikli isyan çok acımasız ve kanlı biçimde bastırılmıştır. 1925 yılı bu anlamda sadece isyanın değil, asıl olarak komplonun, ihanetin ve soykırımın başlangıç tarihidir.
Bugün uygulanan soykırımı anlamak için 15 Şubat 1925 tarihinde resmen başlatılan soykırıma bakalım:
Kürdistan koşulları da dikkate alındığında isyanın şubat ayı gibi mevsimsel koşulların hiç de elverişli olmadığı bir ortamda başlatılması, isyandan haberdar olan İngiliz ve Türk devlet güçlerinin provokasyonları önemli bir rol oynamıştır. Bulunduğu Hınıs İlçesinden Piran’a geçen Şeyh Said burada yanında iki mahkûmu da sakladığı gerekçesiyle jandarmanın beş kişiyi yakalayıp götürmek istemesi yüzünden çıkan silahlı çatışma üzerine, planlarından önce ayaklanmak zorunda kalır ve bu şekilde isyan başlar. Lice ve Piran çatışmaları isyanın başlamasına neden olur 14 Şubat’ta Şeyh Said komutasındaki on bin savaşçı Genç’i ele geçirir. Genç geçici başkent ilan edilir. Şubat’ın yirmisinde Lice ve Xanî alınır. Ardından Xanî vadisinden Amed’e doğru isyan güçleri ilerler. 29 Şubat’ta Maden nahiyesi ayaklanır. 28 Şubat’ta Palu 20 bine yakın olan isyan güçlerinin karargahı olur.
11 Mart Amed saldırısına kadar bazı kaynaklara göre on iki, bazılarına göre ise on dört vilayet ele geçirilmiştir. Mücadeleye katılan Kürtlerin sayısı ise kırk bin civarında tahmin edilmektedir. Vilayetlerin alınmasından sonra hedef Amed’in düşürülmesidir. Amed’in bütün çabalara rağmen alınmaması isyanın seyrini değiştirir. Bunun önemli bir nedeni Amed’deki bazı zengin ve eşrafların devlet yandaşlığı olduğu belirtilmektedir. Gün geçtikçe inisiyatifi ele geçiren hükümet kuvvetleri Şeyh’in elinde olan şehir ve kasabaları birer birer geri alır. 15 Nisan’da Şeyh Said, bacanağı Binbaşı Kasım’ın ihbarı üzerine, Muş ve Varto arasındaki Abdurrahman Paşa Köprüsü’nde, büyük bir kısmı yaralı olan diğer liderlerle birlikte Türk Hükümetinin eline esir düştü ve hep beraber Amed’e gönderildiler. Bu arada Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya asılmışlardı.

15 Şubat’tan 15 Şubat’a
Şeyh Said 5 Mayıs 1925 günü Amed’e getirilir. Amed’de kurulan Gezici istiklal mahkemesince Seyid Abdulkadir ve Şeyh Said başta olmak üzere 48 kişi 28 Haziran’ı 29 Haziran’a bağlayan gecede idam edilir ve onlarca kişi çeşitli cezalara çarptırılır. Şeyh Said’in ve idam edilen diğer Kürtler topluca Diyarbakır Dağkapı meydanı orduevi ile sonradan Yenişehir Sineması olan Halkevi’nin köşesine gömülürler. İsyanda yer almış olanlar kadar yer almamış olan aşiret ve halktan insanlar da tutuklanır. Kürt aydınlarının büyük bölümü de ya tutuklanır ya da sürgüne gönderilir.
İsyanın bastırılması ve sonrasında; Bölgede silahlar toplanır. 14 şehir, 700 köy, 9000’e yakın ev harabeye döner. 50.000 kişi göç ettirilir. Yaklaşık 7.500 kişi zindanlara atılır. 660 kişi idam edilir. 80.000 Kürt öldürülür. Kurtuluş Savaşı önderliğinde Rauf Orbay da anılarında Şeyh Said İsyanı dönemini anlıtırken, “Ben elimi Kürt kanına bulaştırmam” dediği için düşürülüp yerine İsmet Paşa’nın getirildiğine işaret eder.
Dikkat çekici bir diğer yön ise Kürt Halk Önderi A.Öcalan’ın İmralı’ya getirilişidir. Bu hegemonik sistemin (ABD ve AB’nin önderlik ettiği kapitalist modernite sistemi) gücüyle gerçekleştirildi. Daha da önemlisi, meşru güçlerini ve hukuki yolları kullanarak değil, meşru olmayan ve hukuk dışı bir yolla, sistemin ortak askeri örgütü NATO’nun gayri nizami ve yasadışı çalışan örgütü Gladio’nun büyük bir operasyonuyla İmralı’ya getirildi. Görünüşte TC güvenlik güçleri başarılı bir operasyonla Kürt Önderliğini etkisizleştirip adaya getirmişlerdi. Dünyaya yansıtılmak istenen görünüm böyle planlanmıştı. Getiriliş tarihi 15 Şubat’tı. Bu tarih, 15 Şubat 1925 tarihli, Şeyh Said’e yönelik komplonun başlangıç günüydü. Kürt Halk Önderi Öcalan, birkaç aylık hukuk dışı yargılanmadan sonra, 29 Haziran 1999’da idam kararı verildi. 29 Haziran’da Şeyh Said ve bir grup arkadaşının idam edildiği gündü. Belli ki yetmiş beş yıldır (1999 yılına göre) Kürtler üzerindeki büyük inkar ve imha operasyonları aralıksız sürdürülmekteydi.
Kürt Halk Önderinin İmralı’ya alınmasıyla Kürt halkının ezici çoğunluğu için tam bir milli matem havası yaşanmıştı. Kürtler yaşadıkları tüm çağdaş direnişler aynı trajik sonuçları paylaşmıştı. Bu nedenle 15 Şubat ‘Kara Gün’ olarak anıldı Kürtler arasında. Buna bir de 15 Şubat 1925 anısı eklenince, durumun ciddiyeti daha iyi anlaşılıyordu. 15 Şubat’a her yıl gösterilen direnç, bu sefer geçmişin tekrarlanmasına izin verilmeyeceğini kanıtlandı.

Kürtler tarihten silinmek istendi

1925’teki Beyaz Türk komplosundan itibaren ve sonra Kürt, Kürdistan ve Kürtlükle ilgili her tür miras ve adlandırma birdenbire dehşet verici yöntemlerle yasaklanıp olgu olmaktan çıkarılmak istenmiştir. Kürdistan kavramına yönelik bu darbe birçok amaç taşımaktadır. Birincisi, Beyaz Türklerin Kürdistan’ı İngiliz ve Fransız sömürgeci yönetimleriyle yeniden dört parçaya bölüp en büyük parçayı kendi paylarına ayırarak, içindeki her şeyiyle birlikte Türk sayıp soykırım sürecine sokmasıdır. Bu, Kürdistan coğrafyasına yönelik komplocu bir darbedir. 1925’teki Şark Islahat Planı’yla Kürt gerçekliğini tümüyle tarihten silmek, Kürtlerin vatanı yok sayılmak istenmiştir.
Nitekim bu yönlü gelişmeler 8 Eylül 1925 Şark Islahat Planı adı altında çok barbarca bir biçimde uygulamaya sokulmuştur. 15 Şubat 1925 Komplosu gereğince kışkırtma zemininde gelişen isyanlar bahane edilerek taş üstünde taş bırakılmamış, Kürt ve Kürdistan gerçekliğine ilişkin tek bir sözcüğün bile kullanılmamasına çalışılmıştır. Cumhuriyet’in asli kurucu öğesi, tarihin belki de ilk defa kendi adıyla vatan sahibi olmuş halkı, kendini öz vatanlı halk olmaktan çıkmakla karşı karşıya bulmuştur.
1925 komplosundan sonra 8 Eylül 1925’te planlanan Şark Islahat Planı ise tamamiyle Kürt vatanını ve varlığını yok sayma niteliğini taşımaktadır. Bu plan:
13 Şubat 1925′te milli Türk devleti fikrine dayanan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı patlak veren Şeyh Said liderliğindeki 1925 Kürt İsyan’ına karşı, Türk Devleti 25 Şubat 1925′te Örfi İdare Kanunu ile Hıyaneti Vataniye Kanunu’nda bazı değişiklikleri görüştü ve Kürtlere karşı sert tedbirler içeren kanunlar hazırladı. 4 Mart 1925′te kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu ile Kürt illeri denetim altına alındı ve Kürtler için sıkıntılarla geçecek yeni bir dönem başladı; bunu 29 Haziran 1925′te Şeyh Said’in 47 arkadaşı ile birlikte idam edilmesi izlemişti. Tarihler 8 Eylül 1925′i gösterdiğinde Şark Islahat Planı Hazırlanmasına Dair Kararname adıyla ve çok gizli olmak üzere düzenlenen ve Gazi Mustafa Kemal’in reis-i cumhur sıfatıyla imza koyduğu bir kararname hazırlandı. Belgeye göre “irtica” tehlikesi altındaki Kürt illerinin müşahade altında tutulması ve çeşitli tedbirlerin alınması için bir rapor hazırlanması isteniyordu. Nitekim 24 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı adlı rapor, Kürtler açısından büyük bir tehlikenin geleceğine işaret etmekteydi.

‘İdare-i örfiye’ ve göçler

1) Şark vilayetlerinde mevcut idare-i örfiye berveçh-i ati programın hitam-ı tatbikine kadar idame olunacaktır.
2) Türkiye 5 umumi müfettişlik mıntıkasına tefrik edilmiştir. 5. umumi müfettişlik mıntıkası bervech-i ati vilayattan terekküp eder:
Hakkari, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Genç, Diyarbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Elaziz, Dêrsim, Malatya, Ergani, Bayezit vilayeti ile Pülümür, Kiğı ve Hınıs kazaları programın tatbikine kadar muvakkaten beşinci müfettişlik emrinde bulunacaktır.
3) Van şehri ile Midyat arasındaki hattın garbında Ermenilerden metruk araziye Türk muhacirleri yerleştirilecektir. Bunun için idare-i örfiye mıntıkasındaki vilayette bulunan Ermeni emvali maliyece satılmayacak ve hatta Kürtlere icar dahi edilmeyecektir. Yugoslavya’dan gelmekte olan Türk ve Arnavutlar ile İran ve Kafkasya’dan gelecek teşkil edeceği, muhacirin, evvelemirde Elaziz-Ergani-Diyarıbekir, Elaziz-Palu-Kiğı, Palu-Muş arasındaki Murat Vadisi, Bingöl Dağı’nın şark ve cenubu ve Hınıs, Murat vadileri, Muş Ovası, Van Gölü havzası, Diyarıbekir-Garzan-Bitlis hatlarında iskan edilecek.
4) Hakkari, Van vilayetlerinde bulunan 4 hudut taburlar ile Van’da teşekkülü Erkanı Harbiye-i Umumiyece arzu edilen 2 taburdan bir avcı livası teşkili ve bu 6 tabur ile bunlara mücavir olan diğer 3 hudut taburu mevcutlarının sekiz yüzere iblağı için bütçeye tahsisat ilave edilmelidir.
5) Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan berveçhi ati Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair mücssesat ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullananlar evamir-i hükümete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye (ceza) edilirler.
6) Aslen Türk olan fakat Kürtlüğe temessül etmek üzere olan bulunan mevkide ve Siirt, Mardin, Savur, gibi ahalisi Arapça konuşan mahallerde Türk Ocakları ve mektep açılması ve bilhassa her türlü fedakarlık iktiham olunarak mükemmel kız mektepleri tesis ve kızları mekteplere rağbetlerinin suveri adide ile temini lazımdır. Hassaten Dêrsim, tercihan ve müstacelen leyli iptidailer açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır.
7) Dêrsimlilerin, Dêrsim’den çıkmak isteyen kısımları Sivas garbinde gösterilecek mıntıkaya nakledilebilirler. Müfettişlik mıntıkalarından bu suretle Anadolu dahiline nakledilmek arzu edenlerin hükümetçe iras olunacak yerlere nakilleri de mümkündür.
8) Fırat garbındaki vilayetlerimizin bazı akvamında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları behemehal men edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmaları temin olunmalıdır.
9) Şark şimendiferlerinin Erzincan’a, Sivas, Elaziz-Diyarıbekir, Elaziz-Çapakçur-Muş, Van Gölüne mümkün olduğu kadar az zamanda varmasını temine çalışmak lazımdır.
24 Eylül 1925, M. Cemil (Dahiliye Veziri), Mahmut Esat Bozkurt (Adliye Veziri), Mirliva Kazım (Erkan-ı Harbiye-i Umurniye Reisi Sanisi), Mustafa Halik (Çankırı mebusu).

Kültürel soykırım ve asimilasyon aracı

Dil sadece konuşma-anlaşma aracı değildir. Dil bir toplumun kültür kodlarını içeren taşıyıcı canlı bir organdır. Kendi dilinde konuşamayan ve eğitim göremeyen bir halkın çocukları başta olmak üzere, tüm üyeleri bir travmanın içine sürüklenmiş olur. Kürt toplumunun yaşadığı sosyo-psikolojik sorunların çok önemli bir kısmı Kürtçe ile eğitim yapamamaktan, kendi dillerini özgürce konuşamamaktan kaynaklanmaktadır. Eğitim, sadece çocukların ana okuldan başlayan peşi sıra gelen okullar serisi dönemini kapsamaz. Eğitim insanın tüm yaşamı boyunca devam eden bir öğrenme, yenilenme, değişme, yaratma kısaca kültürel değerlerini zengin yol ve yöntemlerle yeni nesillere aktarma işidir. Ana dil eğitimi bir halkın kendi üyesini bu eylemlerle geleceğe hazırlarken hem kolaylaştırıcı bir araç hem de yapılanların öz benliğe göre olmasını sağlayan temel harç olduğu için önemsenir. Dil sadece okullarda öğrenilen bir kültür değildir. Okullarda yapılan ana dilin kolaylaştırıcı özelliği ile kültürün diğer değerlerini çabuk ve sağlam öğrenmektir. Kürt halkının yaşadığı temel sorun, dilinin yasaklanarak toplumsal alandan kopartılmasıdır.
İnsanın çocuklukta edindiği dil ile daha sonra ulus-devletçi egemenlerin diliyle düşüncesini oluştururken yaşadığı sorunsal, basit bir yeni dil öğrenmekten çok farklı psikolojik, toplumsal, zihinsel sorunlara işaret eder. Hatta yeni bir dil öğrenme süreci insanda olumlu-olumsuz izler bırakmadan gerçekleşmez.
Egemenler tarafından asimile edilen insandaki dil sorunu yeni bir dil öğrenme sürecinden daha farklı sorunlar içerir. En başta ulus-devletçi egemen zihniyetin dilini öğrenmek bir zorbalığı kapsar. Hatta bu dili gönüllü olarak öğrenme isteği olsa bile, insanın kendi geçmişinden çocukluğundan kopmadan bunu yapması mümkün değildir. Yani kişi egemenin dilini öğrenirken ruhunda, bilincinde, benliğinde adeta kendisinin çocukluğunu, o güne değin olan egosunu atarak yapmaya zorlanıyor. Zorlanıyor çünkü asimile etmek veya kültürel kırıma uğratmak için açık ve gizli, ideolojik ve fiziki zorbalığa dayanmaktadır. Asimilasyona ve kültürel soykırıma uğratılan toplumların gelişim sürecinde öğrendiği iki şey vardır; birincisi kendi geldiği kimliğin ne kadar ilkel, geri ve güçsüz olduğu; ikincisi de egemen unsurun gücünün ve zorunun farkına varmaktır. Bu iki öğrenilmiş şey kişiliğin oluşumunda, ruhsal ve zihinsel gelişiminde belirleyici rol oynar.
Asimilasyon ve soykırımın dayatıldığı toplumların kendisinde duyduğu aşağılık kompleksi, kendisini aşağı görme kompleksi ve egemenin ontolojisi, bu toplumlarda yaşayan bireylerin bilincini ve ruhsal oluşumunu zedeler. Bu birey ve toplumlar kendi sürekliliğinden ve anlamından kendi varoluşunu çözümlediğinde anlamlı sentezlere ulaşabilir. İnsan kendisinden, kültüründen, ‘öz’ünden kaçarak bir kimse olamaz, ancak bir kukla ya da pinokyo olabilir. Pinokyo’nun tek gelişen yanı da burnudur. Kişiliğini ve kültürel yaşamını başkasının yanılsamasında oluşturan birisinin varlığı yalancı ve yanlış bir yaşamın üzerine kurulu olduğundan pinokyo gibi burnu uzar. Kendinden ve özünden kopan bir insan veya toplumda içtenlik ve samimiyet olamaz. Kandırmacı, aldatmacı ve işbirlikçi bir kişilik gelişir. Bu kişilik ya da kimlik diyelim baştan aşağı büyük bir yalandır.
Zorlama, aşağılanma, mecbur bırakma, zorbalık olmadan hiç kimse kendi sürekliliğinden ‘öz’ünden ve kimliğinden sapmaz, hiç kimse kendini aşağı görmez, annesinden öğrendiği dili aşağılamaz, ruhuna bedenine, zihnine acı veren zorbanın dilini benimsemez. Bu durumun aksinin yaşandığı toplumlarda insanın ruhsal, zihinsel, sosyal ve psikolojik bozulmasının yaşanılması kaçınılmazdır.
Bir toplumun kendi anadilini konuşmasından utanması kadar anormal bir şey varmı? 1990 yıllarda yapılmış olan kamuoyu araştırmasına göre, Kürtlerin yüzde 95’i Kürtçe eğitime karşı çıkıyor. Böyle bir sonuç ve bu sonucu ortaya koyan zihniyeti normal görmek mümkün mü?  
Asimilasyonist ve soykırımcı ulus-devletin asimile ettiği toplum veya bireye bir şey veriyorsa bunu alicenaplığından yapmaz, onun direncini kırmak içindir, onu oturduğu sofraya davet ediyorsa onun karnını doyurmak için yapmaz, onu aşağılamak içindir, ona konuştuğu dili öğretiyorsa bunu insanı bir misyon taşıdığından yapmaz, bunu akılsal yöntemlerini rehin almak için yapar, ondaki düşünce sürecini çökertmek, dilini peltekleştirmek için ona kendi dilini öğretir. Bu ulus-devletçi zihniyet dilin ulusal, kültürel ve tarihsel alt yapısını zedeleyerek o dili kullanışsız hale getirmektir.
Dilini kullanışsız hale getirdiği bir toplumun bütün yol tabelalarını, köy ve yer isimlerini kendi dilinde yazdığı bir yerde, o toplumun dili ne ona yol aldırtabilir ne de yön buldurtabilir. İşte en büyük zorbalık insanın kendi zorbasının dilini öğrenmeye mecbur edilmesidir. Bir zorbanın dilini konuşmak konuşanın ruhunu, bilincini, bedenini öyle bir acıtır ki, James Joyce ‘Kültür ve Emperyalizm’ adlı yapıtında bunu şöyle ifade ediyor; “Konuştuğum dil benim olmadan önce onun dili. Kelimeleri ikimizin ağzından ne kadar bambaşka çıkıyor. Ben bu kelimeleri ruhum tedirgin olmadan konuşamıyorum, yazamıyorum. Bana bu derece yakın ve bu derece uzak olan bu dil benim için her zaman sonradan edinilme bir dil olarak kalacak. Kelimelerini ben yapmadım. Onun dilinin gölgesinde ezilip büzülüyor ruhum.”
Ne büyük bir kötülüktür kendisine hakaret edenin dilini öğrenmek ve ne büyük bir zorbalık olsa gerek insanın kendisinde sadece kötü anıları çağrıştıran bir dilde istikbalini aramak, öfke duyarak, lanet ederek, kötü çağrışımları bastırarak içindeki yarayı kanata kanata bir dili öğrenme mecburiyetinde olmak. İşte Kürtler planlı bir şekilde tüm bunları öğrenme mecburiyetinde bırakıldı.  DEVAM EDECEK


MAZLUM ERENCİ


paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.