Cizre’de ne yaşanmadı ki...

Haberleri —

Cizre’deki direnişin gazeteci tanıklarından biri de, 70 gün boyunca ilçede bulunan İMC TV muhabiri Saadet Yıldız’dı. 

Yıldız, yasaklı alanda kalan cenazelere ve yaralılara ulaşmaya çalışırken özel harekat polislerinin kurşun yağmuruna maruz kalan Cizrelilerle birlikte olan gazetecilerden de biriydi. O saldırıda İMC TV kameramanı Refik Tekin ise kurşunlara hedef olmuş, yaralanmıştı. Tekin’in kamerasından yansıyan tarihi görüntüleri özel harekat polislerinin kuşatması içinde zorlukla kanala ulaştıran ve dünyaya duyurulmasını sağlayan ise Saadet Yıldız’dı.

Yıldız ile Cizre’deki tanıklığını, gözlemlerini, aklında kalanları konuştuk.

Cizre’de 79 süren ve aralarında bebek ve çocukların da olduğu yaklaşık 300 kişinin hayatını kaybettiği sokağa çıkma yasağının hem tanığı hem de mağdurusun. Neler yaşandı, nelere tanıklık ettin? 

Aslında Ağustos 2015’ten itibaren sokağa çıkma yasağının ilan edildiği birçok ilçede haber takibi yaptım. İlk Varto’yla başladı. Varto bir başlangıçtı. Sırasıyla diğer ilçelerde de yasak ilan edildi. Ve zaman içinde bilanço ağırlaştı. Kentler, ilçeler yıkılmaya başladı. Ölüm sayısı arttı. En son durağım Cizre oldu. 

Kentte büyük bir operasyon bekleniyordu. Günlerce havuz medyası buna dair haberler geçmişti. Evet, Cizre’de çok farklı bir hikaye yazılacaktı, bu çok açıktı. Ama boyutunun ne olacağını ben de dahil kimse kestiremiyordu. 

79 gün süren yasağın 70 günü Cizre’de kaldım. Ben de dahil orada kalanların hala o sürecin etkilerini üzerinden attığını düşünmüyorum. Hepimizde derin izler bıraktı o kent. Cizre öncesi ve sonrası diye ayırdı hayatlarımızı. İkiye bölündük. “Daha büyük felaketler olamaz” dediğimiz an, daha büyük felaketlerin nasıl yaşandığını öğrendiğimiz bir yer oldu. Özetle Cizre’de şunu öğrendim: “Daha da beteri varmış”. 

Selamlaştığınız insanın bir beş dakika sonra ölüm haberini aldığınız bir yerdi Cizre. 

Mesela kim vardı öyle?

Aziz Yural, sağlık emekçisiydi. Nur Mahallesi’ne gitmiştik, röportajlar için. Ancak Nur Mahallesi, gidilmesi en zor yerlerden biriydi. Mahalleye zar zor girebilmiştik. Girdiğimizde ilk ölüm yaşandı. Kazım Tong öldürüldü. Hem de küçük oğlunun yanında. Kobanê gibiydi Nur Mahallesi. Tüm evler delik deşik, caddeler ve sokaklarda kocaman çukurlar. Haberi yaptık, dönüyoruz, Aziz Yural dönüp bize, “Kendinize iyi bakın. Giderken dikkat edin” dedi. Ve yarım saat sonra onun ölüm haberini aldık. Böyle bir yerdi Cizre. Kimin ne zaman ne şekilde öleceği ya da öldürüleceği bilinmiyordu. Herkes üzerinde kefeniyle geziyordu. En acıtıcı yanı da belki çocuk ve bebeklerin ölümüydü. 6 aylık Miray İnce gibi. 

Özetle Cizre’de “Neler yaşandı?” değil de “Ne yaşanmadı ki?” diye sormak gerekiyor belki de. Her türlü silah kullanıldı. Göç, ölüm, yakılma… Her şeyin toplamıydı bu kent. Yüzlerce insan hayatını kaybetti; evler yandı, yıkıldı, bombalandı; kahramanlık ve insanı dehşete düşüren zulüm öyküleri yazıldı bu kentte.

Hangi süreçte gittin? İzlenimlerin neler oldu?

Cizre’ye çok zor bir süreçte gittim. Ondan önce sokağa çıkma yasağının sürdüğü Silvan’daydım. 12 gün sürdü yasak. Ve biz “En uzun süreli yasak” diye haber geçiyorduk. Burada da insanlar öldürüldü. Ve asker ilk kez Silvan’da operasyona katıldı. Hatta burada da HDP Eşbaşkanı Figen Yüksekdağ ve HDP’li vekillerin içinde olduğu kalabalık grubun üzerine ateş açılmıştı. Biz de oradaydık. 8 kişi hayatını kaybetti. Ve kısa bir süre sonra Şengal’in özgürleştiği haberi geldi. Bu kez Silvan’dan Şengal’e gittim. Döndüğümde de Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi öldürüldü. Diyarbakır’ın Sur ilçesinde de yasak ilan edildi. Aslında her yerde silah sesleri yükseliyordu. Ortam gergindi. Böylesi bir dönemde Cizre ve Silopi operasyonları gündeme geldi. 

İlk kez bir operasyon ve yasak öncesi öğretmenlere kenti terk etmeleri yönünde telefonlarla mesajlar gönderildi. Bu, tedirginliğe yol açtı. Çünkü bu mesajlar, operasyonun habercisi oldu. “Büyük operasyon başlıyor”,  “Asker ve polis sevkiyatı sürüyor” gibi manşetler büyük felaketin habercisi gibiydi. İlçeye alınacağımızı beklemiyordum. İpekyolu boyunca ağır silah sevkiyatlarına tanık olduk. İlk başta bu sevkiyatın Cizre’ye yapıldığına inanmak istemedim. İçinde ağır silahların olduğu araçlar, bir savaşa gider gibi konvoylar halinde ilerliyordu. İlçeye girdiğimde özellikle otogar önlerinde bavullarıyla bekleyen öğretmen ya da memurları gördüm. Hızla terk ediyorlardı kenti. Cizreliler bu duruma çok tepkiliydi; “Kaderimizle baş başa bırakılıyoruz” dediler. 

Boşaltılan okullara da dışarıdan sevk edilen özel harekat polis ve askerleri yerleştiriliyordu. Çok acımasız bir operasyon olacağı çok açıktı. Sanki başka bir ülkeye gitmiş gibi hissettim kendimi. Ve günün ilerleyen saatlerinde yasak anonsu yapıldı. Daha önce 8 gün süren Cizre’deki yasağa çok büyük bir tepki oluşmuştu. O dönem de çocuklar öldürülmüş ve günlerce cenazeleri buzdolaplarında bekletilmişti, Cemile Çağırga gibi. 20’den fazla kişi hayatını kaybetti. Ölenlerin yası tutulurken yeni ölümlerin habercisi yeni bir yasak ilan edilmişti. 

Cizre’de ne kadar kaldın? Bu süreçte saldırı ve direniş nasıl bir seyir izledi?

Yasak arifesinde gittim. 70 gün kaldım. Cizre çukur bir yerde. Etrafı tepeliklerle çevrili. O tepelere zırhlı araçlar ve tanklar konumlandırıldı. Hendeklerin olduğu mahalleler ise Nur, Cudi ve Sur’du. Fakat şunu da belirtmekte yarar var. Hendekler bu kadar büyük bir operasyon başlatılacak kadar çok değildi. Cizre üzerinden, direnen ve muhalif olan herkese bir mesaj verilmek istendi: “Sizlere öyle bir şey yaşatacağız ki, bir daha asla unutmayacaksınız.” Operasyon adım adım hayata geçti. Önce tepelerden mahallelere atışlar yapıldı. Özellikle sivil halkın mahalleleri boşaltması için evler tahrip edildi. Ve yasağın ikinci gününde ilk ölüm yaşandı. 2 çocuk annesi Hediye Şen öldürüldü. Cenazesi mahalleden çıkarılamadı, çünkü yoğun atışlar yapılıyordu. Sonra sırasıyla devam etti. Her gün mutlaka bir ölüm haberi yapıyorduk. Ki yaralananlarının sayısı da epey fazlaydı. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar öldürülüyordu. Ama özellikle kamuoyunun buna tepkisi çok cılız kalıyordu. 

İlk 15 gün böyle geçti. Sonra insanlar artık evlerinde kalamayacak duruma geldi. Önce üst katları boşalttılar. Sonra bodrumlara yerleştiler. Ancak bodrumlarda 40-50 kişi kalıyordu. Ve yeni yıl gecesiyle birlikte yoğunlaşan atışlar nedeniyle ertesi gün büyük bir göç yaşandı. Çünkü yaralılar hastaneye kaldırılamıyor, vurulanlar sokaklardan alınamıyordu. Yaralıları ya da ölenleri almaya gidenler de ya yaralanıyor ya da öldürülüyordu. 1 Ocak itibarıyla mahallelerin büyük bir kısmı boşaldı. 

Ama mahallelerde kalanlar da vardı. Onlar kimdi?

Aslında siviller de vardı. Çünkü 2 Ocak’ta Cudi Mahallesi’ne gittiğimde kalan sivillerle röportajlar da yaptım. Ama evleri delik deşik olmuştu birçoğunun. Mahallede üniversiteli öğrenciler de vardı. Yasak başlamadan önce ilçeye gelmiş bir grup DEM-GENÇ üyesi. Bunlar, diğer yasak döneminin yaralarını sarmak ve dayanışmak için gelmiş. Tekrar yasak konulunca canlı kalkan olmak için, yani ölümlerin önüne geçmek için kalıyorlar. Sayıları 50 civarında. Bir de mahallede hendeklerin başındaki silahlı gençler... Onlar da o kentin çocukları. Özellikle 90’lı yıllarda doğan ve o acımasız döneme tanıklık eden gençler. Ağıtlarla büyüyen bir kuşak, şimdi silahlanmıştı. Birçoğu belki de silahı yeni eline almıştı. 1 Ocak itibarıyla operasyonun seyri tamamen farklılaştı. Önceden çatışmalar ve silah sesleri sadece 4 mahalle ile sınırlıyken artık kent geneline yayılmaya başladı. Mahallelerden göç edenler hendeklerin olmadığı mahallelere geçmişti. Bir kısmı da kent dışına çıkmıştı. Artık cenazeler alınamıyor ve yaralılar hastaneye kaldırılamıyordu. Bir kentin kaymakamı ve valisi hiçbir şekilde kentin vekilinin telefonlarına yanıt vermiyordu. Havan topu ya da tanklardan atılan mermiler kentin göbeğindeki evlere de isabet ediyordu. Bu mahallelerdeki çocuklar da hayatını kaybetti. 12 yaşındaki Yusuf Akalın ve 11 yaşındaki Büşra Akalın. Her geçen gün daha da ağırlaşıyordu. Ocak ortasından itibaren artık kimse evinin önüne bile çıkamaz hale geldi. Herkes evlerine kapanmak zorunda kaldı. Ve bodrumlar süreci yaşandı. Önce birinci, sonra ikinci, ardından üçüncü bodrum. 

Şahit olduğun ve seni etkileyen olayları örneklerle anlatabilir misin? 

Dediğim gibi her gün bir diğer günü aratmayacak olaylar yaşanıyordu. Bir kent mezarlığa döner mi? Evet, dönermiş. Belediyenin önünde sıra sıra boş tabutlar. Ebatları aynı. 7’sinden 70’ine ölenlerin yaşıtlandığı bu tabutlara kimler girmedi ki! 70 yaşındaki Selahattin Bozkurt’tan doğmamış bebeğe kadar. Aslında o kadar etkilendiğim olay var ki! Hangi birini anlatayım. Miray İnce ve dedesi öldürüldükten sonra çocukların durumunu yansıtmak için Cudi Mahallesi’ne gittim. Sokakta çocuklar oyun oynuyor. Ve onlarla konuşmaya başladığımda mahalleye yoğun atışlar yapıldı. Bir dakikada hepsi evlerine çekildiler. Sokak birden boşaldı. Çocuk seslerinin yerini silahların sesi aldı. Ama o kadar sağır eden başka bir ses yoktur herhalde. Biz de ortada kaldık, sağımıza solumuza bomba parçaları düşüyordu. Çocuklar evlerine gitti de güvenlikleri sağlanmış oldu mu? Tabii ki hayır. Evlere de patlayıcılar isabet ediyordu.  

En çok etkilendiğim olaylardan biri, 12 yaşındaki Bişeng Garan’ın ölümüydü. Evlerine patlayıcılar isabet etmiş ve günlerce bodrumlarda kalmışlardı. Artık bodrumlarda da can güvenlikleri kalmayınca mahalleden çıkmaya karar veriyor aile. Ancak mahalleden çıkmaya çalışırken vuruluyor Bişeng. Ve hayatını kaybediyor. 

Hüseyin Paksoy. 16 yaşındaydı. Yaralanmıştı. Günlerce o yaralı halde ambulans bekledi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi hakkında acil tedbir kararı da almıştı. Ancak ambulans alınmadı, cansız bedeni hastaneye taşındı. 

6 aylık Miray İnce mesela. Ailesi daha güvenli diye ikinci kattan inmeye çalışırken ateş açılıyor. Bir kurşun isabet ediyor Miray İnce’ye. Dedesi ve babaannesi onu hastaneye yetiştirmek için defalarca 155’i ve 112’yi arıyor. “Elinize beyaz bayrak alın, çıkın” diyorlar. Çıktıklarında taranıyorlar ve orada da dede Ramazan İnce hayatını kaybediyor. Ailesiyle konuştum. Dede sanki öldürüleceğini hissetmiş. Birkaç gün öncesinde torunlarına, “Gelin fotoğraf çekelim, ne olur ne olmaz” diyormuş. Geriye ondan o fotoğraf kalıyor.

Her bir ölüm aslında etkiliyordu beni. Hepsinin bir hikayesi vardı. Ve öldürülenlerin çoğu 90’lı yılların da mağduruydu. Hendek bulunan 3 mahalle olduğunu söylemiştim. Bu mahalleler 90’lı yıllarda göç edenlerden kurulan mahallelerdi. Özcesi çatışmaların acısını ve cefasını yeterince çekmişlerdi. Ben göçlerden de çok etkilenmiştim. Ellerine beyaz bayrak alarak göç edenler... Yoğun göçün olduğu gün çok trajikti. Bir yandan yoğun atışlar yapılıyor -ki hemen yanımızda bir kadın vuruldu- bir yandan da ağlaya ağlaya gelen yaşlı insanlar. Kobanê’deki göç dönemine çok benziyordu. Fark vardı: Arada sınır yoktu. Ama hepsindeki çaresizlik ve yalnızlık duygusu aynı işte… Kobanê, Şengal ve Cizre’nin ortak dili ‘hawar’dı. 

Ve tabii ki herkesi derinden sarsan bodrumlar süreci... Düşünün: Birkaç gün öncesinde hepsini görüyorsunuz. Ve sonra sırasıyla ölümlerine tanıklık ediyorsunuz. Çok kolay değildi. Her gün onlarla birlikte biz de öldük. Ki bu sürece gelmeden önce şundan bahsedeyim: Artık Ocak ortasına geldiğimizde hiçbir şekilde yaralılar ve cenazeler mahallelerden çıkarılamıyordu. Herkes çaresizdi. Ve sonunda bir grup yaralıları almak için mahalleye gitmeye karar verdi. İçinde milletvekilli ve belediye başkanı da vardı. Mahalleye gittiğimiz 20 Ocak günü, başka bir tablo ile karşılaşmıştım. Kısa bir süre öncesine kadar sık sık gidip geldiğim mahallede artık sağlam yapı yok denecek kadar azdı. Yerde kan izleri. Bir yandan da yoğun atışlar. Yaralılar ve yerde battaniyelere sarılı cenazeler. Burada DBP PM Üyesi Mehmet Yavuzer ve Cizre Meclisi Eşbaşkanı Asya Yüksel ile röportaj yaptım. 

Halk Meclisi Eşbaşkanları Mehmet Tunç ve Asya Yüksel ile görüştünüz mü? Direnişçilerle, YPS komutanlarıyla görüştünüz mü? Varsa o görüşmelerden de izlenimlerinizi aktarır mısın?  


Mahallelere sık sık gidip geldiğimiz için Mehmet Tunç ve Asya Yüksel ile karşılaşıyorduk. En son 20 Ocak’ta, yani tarandığımız gün Asya Yüksel’den görüş almıştım, şu çağrıda bulunmuştu: “Yeter artık, yeter. Nereye kadar? Bıçak kemiğe dayanmış, gücümüz artık kalmamıştır. Katliamla karşı karşıyayız” Ondan alınmış son görüştü bu. Çünkü iki gün sonra bodrumlar ortaya çıktı. 

Mehmet Tunç ile daha sık karşılaşıyorduk. Kimin ne sorunu varsa çözmeye çalışıyordu. Sürekli bir yerden bir yere koşuşturuyordu. Yaşananların farkındaydı. Kamuoyuna duyurmak için her türlü çabayı harcıyordu. Zaten onun sayesinde bodrumlar duyuldu. Cizre’nin çığlığı ve sesi oldular. 

Cizre’de insanlar yakıldı, cenazelere kurşun sıkıldı, doğmamış çocuklar katledildi... Böyle bir vahşete karşı dünyadaki kayıtsızlık orada nasıl etki yaratıyordu? 

AİHM ilk süreçlerde birkaç yaralı ile ilgili idari tedbir kararı aldı ancak takip etmedi, sonrasında zaten onu bile yapmadı. Dünyadaki insan hakları örgütleri, BM gibi kuruluşlar ses çıkarmadı. Aylar sonra, her şey olup bittikten sonra birkaç rapor hazırladılar ancak anlamsız kalmıştı artık. Diasporadaki Kürtler de etkili olmamıştı. Cizre’dekiler dünyada başka hesapların devreye girdiğini anlamıştı ancak sessiz kalan sadece dünya değildi. En acısı, yanıbaşımızdaki kentler bu duruma sessiz kaldı. 

Cizre’de herkesin hissettiği tek duygu yalnızlık ve çaresizlikti. Tepki gösterilmemesi, insanlarda çok büyük yaralar açtı. Çünkü ölümle başbaşa bırakıldılar. Bir süre sonra kimse kimseden medet ummamaya başladı ama herkeste bir kırgınlık oluştu.

Cizre’de yaralıları ve cenazeleri almak için gittiğinizde saldırıya uğradınız. Kameraman arkadaşın Refik Tekin yaralandı ve sen o görüntüleri kurtardın. O anı ve o anki duygularını anlatabilir misin?

Kötü bir andı. Yaralılar ve cenazeleri almaya giden grup tarandı. Sabah birlikte yola çıktığımız iki kişi hayatını kaybetti. 10’dan fazla kişi yaralandı. Yaralananlardan biri kameraman arkadaşım Refik’ti. Refik yaralı haldeyken elinde kamerası, boynunda fotoğraf makinesi vardı. Son ana kadar çekim yapmıştı. Yanına gittiğimde ilk önce kamera ve fotoğraf makinesini verdi. Ambulansa kaldırılıncaya kadar yanındaydım ancak ne çekip ne çekmediğini bilmiyordum. Yine de iki yol vardı: Ya Refik’le hastaneye gidecektim -ki gözaltına alınacaktım- ya da görüntüleri kurtaracaktım. İkincisini tercih ettim. Çünkü o an yansıtılmalıydı. Çok şans eseri olay yerinden binbir zorlukla uzaklaştım. Özel harekat timleriyle kovalamaca oynaya oynaya sağlam bir yere vardım. O gece kaldığım yerde internet olmadığı için ulaştıramadım görüntüleri. Ertesi gün operasyon artık başka bir kademeye geçmişti. Her yer tutulmuştu. Dışarıda sivil bulmak imkansızdı. Gideceğim ve görüntüleri atacağım yer 10 dakikalık bir mesafeydi. Ancak sanki ömrümden ömür gitti. Çünkü kamerayı bir poşete koydum. Yanımda da bir muhabir arkadaş vardı. Kucağımızda un kutuları. Kıyafetlerimizi, her şeyi değiştirdik. Mahalledeki kadınlar görüntüsü vermeye çalıştık ve sağlam ulaştık görüntüleri göndereceğimiz yere. Alelacele gönderdim. Görüntüleri gönderdikten sonra artık rahatladım, gözaltına alınsam da sorun değildi artık. Ancak yine de tedbir olsun diye teknik malzemeleri, kamera kartlarını ve saire, hepsini bir yere dağıttım. Çünkü ev baskınları başlamıştı ve bir şey olmasını istemiyordum. Ben dahi yerini bilmemeliydim malzemelerin.

Basın emekçisi olarak Türk devlet güçleri sizlere neler dayattı, yaşattı? 

Bugün biz de şans eseri yaşıyoruz. Çünkü defalarca yanımıza, sağımıza, solumuza kurşunlar isabet etti. Ki Refik yaralandı. AA başta olmak üzere havuz medyası, ‘sözde kameraman’ diye verdi. Yaralı halde gözaltında kaldı. Hiçbir şekilde gazeteci olduğumuz için özel bir uygulamaya tabi tutulmadık. Aksine daha çok dikkatli davranıyorduk. Kamera ve mikrofonu saklaya saklaya gidiyorduk. Çünkü bir şekilde Cizre’deki gerçekleri kamuoyuna duyuyorduk ve bundan dolayı da hedef halindeydik. Ama çok kısıtlıydı imkanlarımız. Bir mahalleden bir mahalleye gitmek bile ölümü göze almaktı. Bir defasında Refik benim hayatımı kurtardı. Cudi Mahallesi’nde bir sokaktan başka bir sokağa geçecektik. Tepelere keskin nişancılar konumlanmıştı. Tam ben karşıya geçeceğim sırada Refik, “Abla kamera kapalı, dur açayım” dedi. Adımımı geri atmamla ayağımın dibine kurşun geldi. Hareket etmiş olsaydım ne olurdu bilmiyorum. Her günümüz buna benzer geçiyordu. 

Kobanê işgali sırasında da canlı yayında DAİŞ’in Türkiye sınırından Rojava’ya geçişini dünya kamuoyuna gösterdin. Bu görüntüleri paylaşırken ki duyguların ve sonrasındaki tepkiler nasıl oldu?

O dönem çok farklıydı. Sınırdan sürekli IŞİD’lilerin geçtiği haberi geliyordu ancak buna dair ne görüntü, ne de haber vardı. Aylarca biz sınır hattında haber yaptık. Çok hareketliydik. Zaman zaman Kobanê’ye de gidip geliyorduk. Oradaki çatışmalar da çok yakıcıydı. Sınırda yine haber takibi yaparken IŞİD’in Kobanê kent merkezine yaklaşmaya başladığı dönemlerdi. Çok sıcak çatışmalar yaşanıyordu, Zorava tepesinde. Biz de Karaca köyünde takip ediyorduk bu çatışmayı. Canlı yayına bağlandım. Köprünün altında hareketlilik vardı. 4 IŞİD üyesi elini kolunu sallaya sallaya sınırı geçti. Yanımızda askerler olmasına rağmen hiçbir müdahale etmediler. Onların gözünün önünde oldu bu olay. Çok olumlu tepkiler aldık. Çünkü ilk kez herkesin gözünün önünde IŞİD’in geçişini belgelemiştik. Bir gazeteci olarak bu gerçeği vermek tabii ki çok mutlu etti. 


RAMAZAN MARANKOZ / HABER MERKEZİ 


paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.