Cizre’yi anlatmaya geldim

‘’Cizre’de tüm dünyanın gözleri önünde 143 insan diri diri yakıldı. Üzerime yakılan insanların kokusu, bedenlerinden yükselen dumanın kokusu sinmişti. Üzerime sinmiş yanık kokuları ile Avrupa’ya geldim. Cizre’de tanık olduğum vahşeti ve insanlık suçunu uluslararası kurumlara anlatmak için Partim HDP’nin görevlendirmesiyle Avrupa’ya geldim.’’
SON MÜLTECİLER 21 .BÖLÜM
İSMET KAYHAN
İlk soru da o cinayetten sonra ortaya çıktı. Adem ile Havva neredeydi? Bu soruya verilen cevabı hiç bilmeyeceğiz ama bu soru hayatımıza, hikayemize yön veren bir yerde hep durdu. Cizre'de ise bu soru, Cizreli olmayan herkesin sureti artık. "Cizre'de katliam yaşanırken siz neredeydiniz?" Cizre’deki direnişin büyüklüğü yanında yıkımın büyüklüğü de hala tarif edilmekte zorlanılıyor. Orada ne oldu sorusuna verilecek özet cümleydi belki de: "Devlet hepimize canlı yayında ölümü izletti."
Biz Cizre'yi izleyenler, günlerce canlı yayında yavaş yavaş ölüme, öldürülmeye alıştırıldık. Sokaklarda katledildik önce. Sonra evimizin içinde kurşunlandık. Suyumuz bitti sonra yemeğimiz...
Katliamın en yakın tanığı dönemin Şırnak HDP Milletvekili Faysal Sarıyıldız. Sarıyıldız Cizre'de olan herkes gibi tehdit altındaydı. Ancak milletvekili kimliği ile öldürülmesinde tereddüt yaşanmış olunacak ki, HDP Genel Merkezi telefonlarında bu defa dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala vardı. HDP eşbaşkanıyla görüşen Ala, "Devlet içinde kontrol edemediğimiz güçler var. Faysal Sarıyıldız Cizre'den çıksa iyi olur" diyerek, tehdidi ilk elden iletecekti. Tüm tehditlere rağmen çıkmadı Sarıyıldız, üzerine bodrumların isleri düşene kadar. Sonrasında partisinin görevlendirmesiyle Avrupa'ya çıkarıldı. Konunun sadece tutuklanması olmadığını ise Sarıyıldız çok önceden bilmesine rağmen artık bunun öneminin olmadığı bir dönem yaşanıyordu. Cizre'de bodrumlarda 143 kişi diri diri yakılmıştı.
‘’Üzerime yakılan insanların kokusu, bedenlerinden yükselen dumanın kokusu sinmişti. İnsanların üzerime sinmiş yanık kokuları ile geldim. Geldiğimde travma yaşıyordum’’ diyen HDP Şırnak eski milletvekili Sarıyıldız ile Avrupa'ya çıkış sürecini, Cizre'yi ve sürgünlüğü konuştuk.
Kürdistan neden ayrıldınız?
2016’nın Nisan ayında, Avrupa’ya çıktım. Avrupa’ya çıkmadan hemen önce Kürdistan’da devlet tarafından, Erdoğan talimatıyla işlenen savaş suçlarının, insanlık suçlarının benimle birlikte cezaevine kapatılmaması için Avrupa’ya çıktım. Gelmeden hemen önce insanlığa karşı işlenmiş suçlara tanıklık ettim. Bildiğiniz gibi, 2015 yılının Aralık ayı ile 2016 yılın Mart ayı arasında toplam 79 gün süren Cizre’de sokağa çıkma yasağı sürdü. İçerisinde 120 bin insanın yaşadığı bir kent devletin silahlı unsurları tarafından kuşatıldı. Cumhuriyet tarihinde ilk kez kent merkezleri tanklarla, toplarla yok edilmeye çalışıldı. Sadece oradaki mekan ve tarihsel doku yok edilmedi; çok korkunç suçlar işlendi. Cizre’de üç ayrı adreste tüm dünyanın gözleri önünde, çoğunluğu üniversite öğrencisi olan; aralarında gazeteci, belgeselci ve sanatçıların olduğu 143 insan canlı yayında diri diri yakıldı.
Devlet ısrarla, sürekli, bunu inkar etti. Bodrumlarda hayatını kaybedenlerin ‘örgüt’ mensubu olduğunu ileri sürdü.
Evet, devlet kamuoyuna öyle sunmaya çalıştı. Oysa aleni bir şekilde, isimleri, kimler olduğu, durumları ve adresleri henüz hepsi yaşarken devlet, kamuoyu ve dünyayla paylaşıldı. Ama devlet bunu görmezden geldi. İnsanlar sistematik bir şekilde, üç ayrı adreste üzerlerine yakıcı maddeler dökülmek suretiyle yakıldılar. Devlet bunu sürekli karatmaya çalıştı. Hep, söz konusu yerde çatışma olduğu için müdahale etmediğini söyledi.
Ben Avrupa’ya gelirken bu taze ve korkunç bellekle geldim. Ben oradan yaşanan her şeyin, katliamların en yakın tanığıydım. O insanlar yakılırken aramızda sadece 200 metre vardı. Haykırışlarını duyuyorduk. Her gün telefonla görüşüyorduk; hepsinin kayıtları bende. Onlardan bana gelen fotoğraflar, video ve ses kayıtları vardı. Bu korkunç tanıklığın dünya ile paylaşılması gerekiyordu.
Sadece orada yaşayan halkımıza, halkımızın çocuklarına karşı bir suç işlenmemişti. İşlenen insanlık suçu idi. Bu suç tüm insanlığa karşı işlenmişti. Bu nedenle bu suçun tüm dünyanın bilgisine, dikkatine sunmak amacıyla Avrupa’ya çıktım. O suç herkese karşı işlenmişti ve korkunç bir şeydi. Bu suçun teşhiri konusunda sorumlulukla karşı karşıyaydım. O nedenle Avrupa’ya geldim.
Peki çıkmasaydınız?
Eğer çıkmasaydım muhtemelen sözünü ettiğim, tanıklıklar, belgeler ve bulgular, kanıtlar benimle birlikte, hukukun olmadığı bir atmosferde cezaevine kapatılacaktı. Belki bir daha hiç çıkamayacaktık cezaevinden. O nedenle Cizre’deki, yasak bitikten sonra partimin görevlendirmesi ve oluruyla Avrupa’ya geldim.
Şu an Türkiye’de somut olarak neyle yargılanıyorsunuz?
Şu ana kadar cezaya dönüşen ve ceza aldığım bir dosyam yok. Ancak hakkımda açılan 25’in üzerinde dava var. En az 25. Fakat yeni davalar da var, dolayısıyla sayısını net olarak bilmiyorum. Sözkonusu davaların bir kısmı örgüt yöneticiliği, bir kısmı örgüte yardım yataklık, örgüt propagandası, gösteri yürüyüş yasasına muhalefet etmekten açılmış durumda. 2019 yılında yine KCK yöneticiliği suçlamasıyla dava açıldı. Bu davada henüz sonuçlanmış değil. Ama sözünü ettiğim yeni davaların hepsi 2016’dan sonra açıldı. Özelikle devletin savaş kararı almasından sonra davalar açıldı. Son 5 yılda yaptığımız tüm siyasal faaliyetler, davaya dönüştürülerek karşımıza çıkarıldı.
‘Buraya gelmeden önce büyük travmalar yaşıyordum’ demiştiniz, hala travma sürüyor mu?
Şimdi o zaman öyle deyince, yaşanan bir olayın şiddetini vurgulamak açısında söylemedim. Ben gerçek bir şeyi ifade ettim. Bu bir ironi ya da metafor değildi; o yanık kokusuydu. Üzerime yakılan insanların kokusu, bedenlerinden yükselen dumanın kokusu sinmişti. 7 Şubat’ta Mehmet Tunç ile 11 Şubat’ta Derya Koç ile konuşurken son sözlerini duyuyorduk. Ve bulundukları binalar yanıyordu. Aramızda metreler vardı. Çok koyu, siyah bir duman yükseliyordu yukarıya. O insanların haykırışları yükseliyordu.
Yasak kalktıktan sonra o mekanlara, bodrumlara indik. Aslında devlet bizden önce inerek suç unsunlarını ortadan kaldırmıştı. Ancak tüm o bedenleri oradan kaldırmış olmasına rağmen, torbalar içerisinde hastanelere taşımasına rağmen, bir kısmını üzerlerine çökertilen binanın enkazı ile birlikte Dicle Nehrin kenarına dökmesine rağmen yakılan insanların kalıntıları hala vardı. Bizzat kendi ellerimizle topladık. Mesala 1. Bodrumda 31 insan katledildi. Biz oraya gittiğimizde henüz bodrum yıkılmamıştı. İçeri girdiğimizde bodrumun tüm zemini, daha birkaç gün öncesine kadar seslerin duyduğumuz, çoğunu tanıdığımız insanların yanmış bedenlerinin kalıntılarıyla doluydu. Ellerimizle toplayıp, torbalara koyduk. İşte, o yüzden bedenimize o insanların kokuları sindi. Korkunç bir vahşet, katliam işlenmişti.
Şüphesiz, insandık. Bu bizde ciddi bir öfke ve travma yarattı. Aslında o zaman şok halindeydik. Ben kendi adıma söyleyeyim; o süreçte Mem Ararat’ın bir müzik parçasını birkaç gün boyunca dinledim. Ve oradaki hissimizi, duygumuzu çok iyi ifade ediyordu. Bir annenin ağzından, ağıt şeklinde bir şarkıydı. ‘Strana Bêdengîye’ adlı ezgiydi. Bir annenin sessiz çığlığı idi. Bir anenin ağzında ölen oğlunun ardından söylenmişti:
‘’Ne siyah ne de beyazdır
Seni öldürdüler, ben soğudum oğul oğul.
Seni öldürdüler ben eksik kaldım oğul oğul
Sen gittin, ben lal oldum oğul oğul’’
Gerçekten artık her şey çok griydi. Ne renkler, ne hisler kalmıştı. Böyleyeydik. Her şey, bir taraftan çok anlamsızdı. Öfke, artık farklı bir duygu olarak yaşanıyordu. Öfkeliydim, korkunç bir öfke duygusu yaşanıyordu. Başka bir duygu yoktu. Her şey çok anlamsızdı. Yaşayıp yaşamamak çok anlamlı değildi. Günlerce yemek yiyemiyorduk. Şöyle bir duyguda vardı: Bu suçu işleyenlerin hepsi cezalandırılsa bile insanların yüreğindeki öfke geçmeyecekti. Çünkü bir kere o günah işlenmişti. Çünkü o insanlara dünyanın en büyük, tarifsiz acısı yaşatılmıştı. O büyük günah bir kere işlenmişti. Bir kere inanç büyük bir darbe almıştı. İnsan doğasının çok büyük kötülüklerle örülü olduğu görülmüştü. Tüm bunlardan sonra, şüphesiz yaşadığımız bir travma idi. Artık farklı biriyim.
Peki o öfke azaldı mı?
İşte bu travmayla, bu duygularla Avrupa’ya geldim. Zaman içeresinde o öfke, çok fazla geçmedi. Katliamı gerçekleştirenlere, katliamın talimatını verenlere, siyasal iradeye, hükümete, Erdoğan ve tayfasına yönelik o öfke dinmedi. Ama zamanla bu öfke daha da yayıldı ve farklı bir alana da yönelmeye başladı; dünya sistemine yöneldi. Öfke, geldiğim Avrupa ülkelerinin siyasi yönetimlerine yöneldi. Çünkü ben buraya onlarca belge ve bulguyla geldim. O belgeleri Birleşmiş Milleteler’e sundum. Akabinde BM, İnsan Hakları Komiseri El Hüseyin bir açıklama yaptı ve şöyle dedi: ‘’Elimizde çok önemli belge ve bulgular var. Cizre’de 100 yakın insanın üç ayrı adreste yakıldığına dair korkunç, belge bulgular var. Bunun araştırılması için kuracağımız araştırma heyetine Türkiye Cumhuriyeti izin vermesini istiyoruz.’’ Türkiye bu talebi kabul etmedi. Ama sonra BM Türkiye’ye hiçbir tepki göstermedi. Oysa Cizre’de insanlığa karşı korkunç bir suç işlendi. O suçu işleyenler tüm dünya için bir tehdit ve tehlike idi; karşı konulması gerekiyordu. Aslında bizzat orada tetiği çeken, çakmağı çakan tetikçi ve katillerin savaş suçları mahkemesinde yargılanması için devletin, BM ve İnsan Hakların Komiserin raporunu bir an önce gündemine alması gerekirken almadılar. Ve son üç yıldır bu süreç hala devam ediyor.
Aslında AİHM vs. gibi kurumların bu katliamda önemli bir sorumluluğu var.
Hala halkımızın yüreğinde korkunç bir öfke var. Cizre’de olup bitenler zamanla sönmedi, öfke hala capcanlı ve diri. Korkunç bir şeydi ve hafızamızda diri bir şekilde yaşıyor. Belki kimi eksiklerimiz vardı; belki çok güçlü raporlar hazırlamadık ama zaten her şey ortadaydı. Yakılan insanların çığlıklarını içeren görüntüler vardı bizde. Yanmış bedenlerin fotoğrafları, sesleri vardı. Bir sürü bilgi, belge ve görüntü mevcuttu. Yine devletin Cizre’deki vahşetin üstünü nasıl kapattığına, delilleri nasıl ortadan kaybettirdiğine dair de her şey vardı. Ama buna rağmen bir şey yapılmadı. Söz konusu ülkelerin ve kurumların Türkiye ve Erdoğan ile ilişkileri var. Şu an Erdoğan’ın son üç yıldaki paradigması ve savaş konsepti dolasıyla tarihin en büyük kriz ve kaosunu Türkiye’ye yaşatıyor. Ama Almanya ve Fransa gibi ülkeler Erdoğan’ı kurtarma derdinde. Bu da insanın öfkelenmesine neden oluyor.
Avrupa kurumları gerçekten Cizre’de neler olup bittiğini anladılar mı? Ya da anlamak istediler mi?
Cizre’deki ablukanın resmi olarak bitmesinden sonra birçok kurum temsilcisi ve çalışanı Cizre’ye gelip inceleme yapma imkanı buldu. Üzerinden çok zaman geçmeden, Türkiye İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Af Örgütü, Mazlum Der gibi birçok kurum Cizre’de olup bitenlere ilişkin raporlarını kamuoyuyla paylaştı. Tabi o zaman HDP olarak biz de kısa bir rapor yayımladık. Ancak daha sonra 150 sayfalık içerisinde resim ve ses kayıtlarının da olduğu kapsamlı raporumuzu kamuoyuyla paylaştık. Ama tabi biz Avrupa’da birçok kuruma katliamı aktarma imkanı bulduk. Birleşmiş Milletler, Avrupa Parlementosu, Avrupa Konseyi’ne raporlarımızı sunduk. Berlin’de Alman Federal Başsavcılığına, Türkiye’de katliam talimatını veren, tetikçiler hakkında suç duyurusunda bulunduk. Yine Cizre’deki savaş suçunun teşir edilmesi amacıyla, Hollanda’da yüzün üzerinde hukukçu ile Lahey Adalet Divanı’nın başkanlığını yapmış başkan ve hakimlerin yer aldığı konferanslar düzenlendi. Daha sonra Paris’te, Kürdistan ve Cizre’de olup bitenler, kurulan sivil Türbinal’e taşındı. Hatta o zaman oradaki mahkeme sonuç ve kararları kamuoyuyla paylaşıldı. Ciddi savaş suçlarının işlendiği kararı çıktı. Biz o zaman aslında dünyanın bilgi edinme konusunda sıkıntısı olmadığına ikna olduk. Belki raporumuz hukuki açıdan dört dörtlük değildi, belki kimi sıkıntılar nedeniyle tam teşekkülü değildi ama kapsamlı bir rapordu.
Dünyanın Cizre’de işlenen savaş suçuna ilişkin bilgi konusunda bir sorunun olduğunu düşünmüyorum. Bizzat ben 6 saat Birleşmiş Milletler Raportörü’ne Cizre’de olup bitenlere dair bilgi aktardım. Hatta Cizre bodrumlarında şans eseri kurtulabilen iki insan daha sonra yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Onlar da raportöre bilgi verdi. Onların tanıklıkları da dosyalandı. Daha sonra belki hatırlarsınız, BM Komiserinin açıklaması oldu. Cizre’de korkunç şeylerin yaşandığını ifade etti. Yaşananların bir ‘kıyamet’ tablosunu aratmadığını söyledi. Oysa uluslararası hukukta, ‘kıyamet’ diye bir kavram yok. Aslında söylenen Türkiye’de devlet tarafından savaş suçlarının işlendiğiydi. Mevcut tablo net olarak tanımlandı. Ama savaş suçu işlendiği ifadesi kullanılmadı. Öyle denilseydi gereğinin de yapılması gerekirdi. Ama dünya henüz Erdoğan’a ilişkin, Türkiye’deki siyasi iradeye ilişkin, onu cezalandırmaya ilişkin bir karara varmış değil. O nedenle o sözlerle geçiştirildi. Cizre’de yaşanan vahşet, oradaki savaş suçlarına söz konusu kurumların dolaylı olsa da ortak olduğunu düşünüyoruz. Çünkü o zaman Erdoğan yargılanmış olsaydı, daha sonra Efrîn’de savaş suçları işlenmezdi. 4 bine yakın sivil insan katledilmezdi, hastaneler bombalanmazdı. Dünyanın mevcut yaklaşımı Erdoğan’ı cesaretlendiriyor.
Sanki bu katliam hiç yaşanmamış gibi bir hava var.
Haklısınız, hissettiklerini sanmıyorum. Avrupalıların kendi dışındaki dünyaya yaklaşımları çok analitiktir, çok teknik düzeydedir. Bu tam da liberal uygarlığın karakteriyle ilgilidir. Avrupa’ya geldikten sonra daha önce kitaplarda okuduğum liberal uygarlığı burada görerek, dokunarak, hissederek anladım, tanıma imkanım oldu. Şu an Avrupalılar Ortadoğu’da, Kürdistan’da olup bitenleri çok umursadığını sanmıyorum. Ben bunu siyasal iktidarlar ve yönetimler için söylüyorum. Avrupa toplumuna anlatınca bizi anlayabiliyor. Ama siyasi irade öyle değil. Onlar için ekonomik ilişkiler, çıkarlar daha önemlidir.
Türkiye’yi bir tampon bölge olarak değerlendiriyorlar. Öte yandan Türkiye ciddi bir pazar. Türkiye’nin Avrasya’ya yöneleceğini düşünüyorlar. Türkiye’yi kaybetmek istemiyorlar. Onun için Erdoğan’ın savaş suçlarını görmemezlikten geliyorlar. İnsan Hakları Başkomiseri Türkiye’de yaşanan durumun katliam olduğunu açık bir şekilde ifade etti. Bizde 3 yıldır Avrupa’da, durmaksızın Kürdistan’da olup bitenleri aktarmaya çalışıyoruz.
Avrupa’nın birçok kentinde seminerler, toplantılar yapıyorsunuz. Peki, Kürtler Cizre’de ne olduğunu anlayabildi mi?
Kürtler, 2015 yılının sonundan başlayan süreçten itibaren izliyorlar. Günlük, anlık gelişmeleri takip ediyorlar. Akrabaları üzerinden sürekli bilgi alıyorlar. Zaten 90’lı yıllarda köyü, evi yakılan insanlar bunlar. Tabi buraya geldikten sonra, beş Kürdün yaşadığı kentlerde bile toplantılar yaptık. Kürdistan’da Cizre’de olup biteni anlatmaya çalıştık. Duygusal olarak çok incinmişlerdi. Gittiğim her yerde büyük bir öfke vardı. Tabi, yaşananlar çok korkunç olduğu için bazı yerlerde olup bitenleri geniş bir perspektiften ele almak yerine duygusal davranabiliyorlardı. Kürdistan’da öz yönetimlerin planlaması, zamanın doğrululuğu konusunda kimi tartışmalara girmek istediler. Kimi sorular yöneltildi. Ama sonuçta Kürt halkı politik bir halk. Olan biteni sağlıklı değerlendirdiğini söyleyebilirim.
Ona yakın Kürt kenti yakıldı, yıkıldı… Üç yıl sonra dönüp geriye baktığınızda, nasıl bir muhasebe yapıyorsunuz?
Nedenlerinin çok karmaşık olmasına rağmen zaman içerisinde anlaşılıyor. Sadece Cizre değil, 10’a yakın Kürdistan kentinde benzer şeyler yaşandı. Aslında her şey adım adım gelişti. Mesela Cizre vahşetine giden yolu biz hep birlikte izledik. Daha 2014 yılında katliamcı bir devletin politikalarını, bu politikaların teker teker aslında boşa çıkarıldığını, yenildiğini gördük. Biz Rojava’da yaşanan devrimsel süreci, Kuzey Kürdistan ve Türkiye halklarında yarattığı etkiyi gördük. Muhalif, emekçi ve toplumsal kesimlerin nasıl kenetlendiğini, HDP çatısı altında nasıl bir araya geldiklerini, bu birlikteliğin nasıl bir sonuç ortaya çıkardığını, Cizre henüz yaşanmadan görebildik. HDP’nin zaferiyle AKP şahsında yüz yıllık ulus devletin nasıl yenilgiye uğradığını gördük. Henüz Cizre vahşeti yaşanmamışken 2014 yılında devletin ‘Çökertme Planı’ ile ne yapmaya çalıştığı kamuoyuna sızdı. Aslında bu vahşet paradigmasıydı. Devlet o zaman Cizre halkı şahsında Kürt siyasal hareketine kendince korkunç ‘ibretlik’ bir saldırıyla ders vermek istedi. Her yolu kullandılar. Din yoluyla manipüle etmeye çalıştılar. ‘Kürt kardeşim’ diyerek, ‘din kardeşim’ diyerek, ‘aynı ümmetiniz’ diyerek bunu yapmaya çalıştılar. Devlet eski kodlarına büründü ve Cizre yaşandı.
Korkunç şeyler oldu. Cizre’de yaşananlar Cizre’yle sınırlı kalmadı, halkta da travma yaşandı. Ben daha oradayken Cizre yasağı kalkınca bazı insanlar intihar etti. Sadece 4-5 tanesinin taziyesine gittim. İnsanların psikolojisi bozuldu. İnsanın algılama sınırlarını çok zorlayan şiddeti korkunç şekilde tatbik eden bir egemenlikle karşı karşı geldi Cizre. Birçok insan yaşamak istemedi, ruh sağlığını kaybetti. Hala tedavi olan insanlar var. Tedavi olurken yaşamını yitiren arkadaşlarım oldu. Cizre’de olup bitenler kimi insanları çıldırttı. Bir yerde bunlar olurken öte yandan öfke birikti. Bu egemenlikçi sistemle yol gidilemeyeceğine dair öfke çıktı.
Cizre özel bir yer; bu vahşet başka yerde uygulansaydı, istediklerini elde edebilirlerdi. Fakat Cizre’de istediklerinin elde edemediler. Gidin bakın, Cizre’deki kurumlarımıza, direnirken toprağa düşenlerin anneleri, babaları, eşleri, kızkardeşleri var hala. Dolayısıyla halkımızı sindiremediler. O kurumdakilerin hepsi, daha 1-2 yıl önce ailesini korkunç bir şekilde kaybeden insanlarımızla dolu. Cizre teslim olmadı.
Yarın:
Almanya’da mültecilik günleri
