Çöküş yüzyılı!

Cafer TAR yazdı —

  • Erdoğan/Bahçeli Türkiye’sine nereden bakarsanız bakın aynı şeyi görüyorsunuz; keyfileşmiş, bir grup tarafından ele geçirilmiş, kendi hukukunu bile tanımayan, istikrarsız, sürekli bir uçtan başka bir uca savrulan ceberut bir devlet gerçekliği.

Bana bir devletteki çürümenin belirtilerinden en önemli iki tanesi hangisidir diye sorulsaydı, hiç kuşkusuz hemen iki temel parametrenin altını çizerdim: bunlardan ilki; insanların devlet kurumlarına olan güvenlerini kaybetmeleri, diğeri ise; devlet kurumları arasındaki ahengin ortadan kalkmasıdır, derdim. Türk devleti bunu son günlerde çok yoğun yaşıyor; halbuki Erdoğan ve çevresi ucube Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin propagandasını yaparken tam aksini iddia ediyorlardı.

Onlara göre tek adam rejimi öncesi hükümet bir icraat yapmak istiyor, fakat bu yargı denetimine veya bürokrasi içerisinde bir engele takılıyordu. Yani Erdoğan Türkiye’yi uçurmak istiyor(!) bürokrasi ve yargı engelliyordu. Aynı şey Kürtlerle mücadele için de geçerliydi.

Erdoğan ve ekibi eski sistemde yürütme, yargı ve yasama arasında uyumsuzluk olduğunu bu durumu gidermeden Türkiye’nin sorunlarının çözülemeyeceğini iddia ediyordu. Sonuç, geldiğimiz nokta: Mevcut tek adam rejiminde bırakın kurumlar arası uyumu, aksine kurumlar arası çatışma ve bağımsız olması gereken kurumların kendilerini tek adama teslim etmesi gerçeği ile karşı karşıyayız.

Geçenlerde Anayasa Mahkemesi’nde staj gören hukuk fakültesi öğrencileri için yapılan sertifika töreninde konuşan Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan “Hukuk devletinin niteliksel boyutunda; akıl, ahlak ve adaletin olduğunu” söylemiş.

Peki Anayasa Mahkemesi Başkanı bu konuşmayı neden yapmak zorunda kaldı? Aslında adamda biraz vicdan, biraz utanma ve biraz da yaptığı işe saygı kaldığı için kendini belki de bu ülke için son görevini yapmak zorunda hissetmiştir. Mahkeme Başkanı, Anayasa Mahkemesi rejim eliyle bitirilirken, o da gelinen noktada Türkiye’de; aklın, ahlakın ve adaletin kalmadığını, dolayısıyla hukuk devletinin ortadan kalktığını devletin keyfiliğe ve zorbalığa teslim olduğunu bütün dünyaya ilan etmiş oldu.

Peki Zühtü Arslan bu noktaya nasıl geldi?

Can Atalay davasında yerel mahkemenin ve sonrasında Yargıtay Üçüncü Dairesi’nin Anayasa Mahkemesi kararını tanımaması ve Can Atalay’ın tahliyesi kararı veren hakimler hakkında suç duyurusunda bulunmasının bunda muhakkak önemli bir payı vardır.

Fakat gelinen noktada Anayasa Mahkemesi şahsında bütün yargının iktidarın basit bir aparatına dönüştürülmesi süresi tamamlanmış oldu. Muhakkak Türkiye’de görev yapan yargıçlar da başta yüksek mahkemeler olmak üzere etraflarında olup bitene bakıp kararlarını vicdanlarına göre değil, mevcut güç ilişkilerine bakarak verecekler.

Bu noktada bir devlet krizi olduğunu herkes görüyor ve kimse bir şey yapmıyorsa; ortada bir art niyet var demektir. Her şeye karışan, doğru yanlış fikrini söyleyen Erdoğan, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay arasındaki gerilimi neredeyse uzaktan izliyor veya daha doğru bir ifade ile Anayasa Mahkemesi’ni yalnız bırakıyor.

Bunun çok açık bir nedeni var; Erdoğan/Bahçeli faşizmi anayasal denetimi devre dışı bırakmak istiyor. İstiyorlar ki bu ülkede kimin mahkûm olacağı, kimin serbest bırakılacağına kendileri karar versinler. HSYK ve dolayısıyla Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay zaten rejimin basit birer aparatına dönüştü. Can Atalay kararına kadar Anayasa Mahkemesi biraz olsun otonom davranabiliyordu, Yargıtay’ın devreye sokulması ile o da artık teslim olmaya zorlanıyor.

Hükümetin hoşuna gitmeyen bir kararından dolayı Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın bile yargılanmakla tehdit edildiği bir toplumda herhangi bir yargıç vicdanına göre karar verebilir mi? Veremez, verse bile o karar uygulanmaz ve o hakim o koltukta oturamaz.

İnsan Hakları izleme Örgütü (HRW) de yayınladığı 2024 raporunda benzer tespitler yapıyor. Örgütün Avrupa ve Orta Asya Direktörü Hugh Williamson yayınladığı 2024 raporunda “Erdoğan’ın seçim zaferinin ardından yargıdaki güç mücadeleleri ve mahkemelerin kararlarını siyasi saiklerle vermeleri hız kazandı ki bu da ülkede insanların haklarının ve hukukun üstünlüğünün uğradığı erozyonun ne kadar derinleşmiş olduğunu gösteriyor” diye yazıyor.

Yani Erdoğan/Bahçeli Türkiye’sine nereden bakarsanız bakın aynı şeyi görüyorsunuz; keyfileşmiş, bir grup tarafından ele geçirilmiş, kendi hukukunu bile tanımayan, istikrarsız, sürekli bir uçtan başka bir uca savrulan ceberut bir devlet gerçekliği.

Artık böyle bir Türkiye gerçekliği var karşımızda; mücadele gerçekliğini de bunun üzerinden inşa etmek geldiğimiz noktada bir gereklilik haline gelmiştir. Elbette demokrasi mücadelesini her alanda vermeye devam etmek lazım; fakat her geçen gün öz savunmanın daha önemli olduğu bir sürece giriyoruz ve buna ilişkin hazırlıklarımızı hızla tamamlamalıyız!

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.