CÖMERT BOZKURT: yıkım

- Baba! Baba!
Ömer’in sesi bu. İnce, tiz soluk soluğa. Hemencecik yorulmuş. Daha fazla adım atacak hali yok. Takatsizlikten iki büklüm olmuş, destek almak için elleri dizlerinde.
Telaşla oğluna doğru seğirtir Mehmet.
- Ne var, ne oldu?
Çocuk ağlamaklıdır.
- Annem yere düştü, kalkmıyor.
Beyninden vurulmuştur sanki! Hızla eve koşar. Rüzgardan şapkası uçar. Dönmez geri. Kapıya çarparak girer içeri. Eşi yerde ve kanlar içindedir.
- Meyro! Meyro!
Cevap yok. Baygındır halen. Çömelip kollarına çeker. Adeta taş kesilmiştir. Ellerini saçlarında gezdirir; düşerken bir yerlere çarpmış olsa gerek! Ne yapacağını bilemez. Korku, yüreğini kasıp kavurmaya başlar. Vücudu boşalırcasına titrer, gücü çekilir, kolu kanadı kırılmıştır. Durmadan aynı şeyi tekrarlar:
- Ne olur terk etme beni!
Alnında biriken ter damlalarıyla Ömer girer içeri. Büyük felaketler karşısında çocukların o şaşmaz sezgisiyle fark ettiği gerçek, şimdi tüm çıplaklığıyla karşısına dikilmiş durumda. Soğuk bir esinti gezinir sırtında. Küçük yüreğinde kasırgalar eser, sular çalkalanır. Bulutlara yükselip, oradan yere çakılan bir duygu salınımıyla bağırır.
- Öldü! Annem öldü!
Yakarışlarına, döktüğü yaşlar eşlik eder.
Derin bir uykudan uyanırcasına bu, kendine getirir Mehmet’i. Yine de ikirciklidir. Ne demeli ki? Boğazında sözcükler düğümlenir. Talihsizliklerine bir de annesinin çok hasta olduğunu mu ekleyecek? Yokluktan parasızlıktan tedavi ettiremediklerine mi? “Of!” sesiyle ayılır Meryem. Beti benzi atmıştır. Gizli bir anlaşmanın taraflarıymışcasına hüzünle bakışırlar. Yarasına bezle tampon yapar ve yerdeki mindere yatırır. Utanç ve çaresizlik içinde duvar dibine çöker. Başını dizlerine gömer. Suskuyu, çocuğun hıçkırıkları bölmekte.
Bu sefalete dayanacak gücü kalmamıştır artık. Kara bulutlar tüm ağırlığıyla çöker üzerine. Debelendikçe daha fazla gömülür batağa. Elinde bu gidişi, berhava edecek hiçbir şey gelmediği için çaresizdir. Dışındaki dünyanın anlayışsızlığına kızgındır. Derdini anlatamadığı için küskündür. Ve en önemlisi, düştükleri durumdan kendini sorumlu tuttuğu için büyük bir vicdan azabı çekmektedir. Soluk almakta zorlanır. Tahammülsüzlüğün sınırında zor bela atar kendini dışarı.
Gece tuhaf bir rüya görür: Hava kararmış, Meryem ve Ömer içeride, tren garındalar. Göz gözü görmez. Solgun ışıkları arasında tren, yutulacakmış gibi karanlık bir tünele hızla yol alır. Sanki ailesi de onunla birlikte sürüklenmekte. Kimsesiz halde birbirlerine sarılmışlar. Oraya koşar fakat dizleri onu taşımaz. Beklerken, elindeki iki tekerlekli el arabasıyla karısı çıkar dışarı. Ömer yoktur yanında. Merak eder ve hızla ona yönelir. Diğeri, büyük bir ıstırapla haykırır:
- Çocuğum öldü! Çocuğum öldü!
Anlamsız gözlerle el arabasına bakar. Oğlunun vücudu parçalara ayrılmış. Cesedin görüşü korkunçtur ve habire kanar. Birden roller değişir. Bu sefer kadın doğranmış ve çocuk bağırmakta.
- Annem öldü! Annem öldü!
Vücudu sırılsıklamdır ve irkilerek uyanır. Yatağında doğrulmuş, öylece kendisini izlemekte olan Ömer’in iç burkan çehresi suratına çarpar. Yuvarlarına batmış gözlerinin altındaki karartılar, kafasının ağırlığını taşıyamazcasına boynu büyük mahzun duruşu, sayılı kaburgalarına eşlik eden ve kuru odun parçalarını anımsatan bacaklar!... Bu manzaranın dokunaklı hali kafasından bir türlü çıkmak bilmez. Elinden tutup kendine çeker. Saklı kederleri dışa vuran bakışlarında asılı kalır yüreği. “Ah, yokluğun gözü kör olsun!” diye mırıldanır. Kızgın birinin ruh halinden çok, kahır dolu hayal kırıklarının dışa vurumudur bu. Yanağından öper. Ömer’in üzerinde ekşimsi bir koku, sararmış yüzünde mutsuzluğun izleri vardır. Usulca kucağına sokulan oğlunun sessiz tükenişi, içini dağlayan ateşten farksızdır. Küçük bir bebeği uykuya yatırırcasına sallayıp duruyor.
Ciğeri sızlar Meryem’in. Sargılı başının verdiği ağrıyla cebelleşirken, içinden Mehmet’e karşı haksız bir öfkenin de kök salmakta olduğunu fark eder. Köyde yaşananlar, daha dün gibi aklındadır: Yapılan bir şikayet nedeniyle karakola götürülen eşinin yokluğunu fırsat bilen korucular, ev ve barklarını yakıp, hayvanlarını telef ederlerken, elinden karşı koyacak hiçbir şey gelmemişti. Bir kaç gün sonra yarı baygın haldeki Mehmet’i alıp getirdiklerinde köy artık yaşanmaz olmuştu onlar için.
“Gitmezsek buralardan sonumuz harap! Köyü boşaltmamızı istiyorlar.”
Kaçamak bakışlar fırlatıp, biraz kararsız, biraz kırılgan ve de korkakça sözcükleri ağzında geveleyerek döküyordu. İnsana tuhaf gelen bir dil sürçmesi, heyecanın vurgulara yansıdığı bir çekingenlik, kurtuluşu bırakıp kaçmakta bulan bir isteğe karşın, çıplak şiddetin tazyikine uğramış afallayıcı görüntüsü, onu yıllarca tanıyan karısı için bile sıradışıydı. Başını öne eğerek, titrek adımlarla yaklaşıp karısının elini tutmuştu:
“Gidelim buralardan!”
Çiçek bozuğu yüzünde kuruyan kan lekeleri ve kırılan kolunun verdiği acı olmazsa bütün bu hengame yersiz bir oyun olarak görülebilirdi. “Aklımı mı kaçırdım?” diye düşünmeden edememişti Meryem. Oysa durum, sanılanın aksine oldukça ciddiydi. Korkunç ve sarsıcı olaylarda ilk görüşte basite kaçan, aldatıcı ve sinsi oluşu nedeniyle insanı hep hazırlıksız yakalayan bir yan vardır. Aldandığı aynı yüzeysel görüntüydü. Komik bulduğu bu manzaradan sıyrılıp, işin ciddiyetini algılamakta gecikmemişti. Böylesi durumlarda, her zaman yaptığı gibi kollarını göğsüne bağdaştırıp, küçük bir ışığın hafif aydınlattığı yatak odasına girer. Kendini güvende hissettiği o yarı karanlık korunakta saçlarını tararken, olayları enine boyuna tartar, kendince çözümler arardı. Giderlerse, yol yordam bilmedikleri şehirde nasıl yaşayacaklardı? Durmaksızın büyüyen bir karabasanın verdiği ürküntüyle zihnini meşgul etmişti bu soru. Yer yatağında yatırdığı küçük çocuğunun huzur içinde soluk alıp verişi. Kalmaya karar verdiğinde, yeterince kaygı duyacak nedenleri vardı. Nasıl sükun edeceği belli olmayan kötülük sessizliğe sinmiş beklerken, gözüpek ve dirayetle bu tehlikenin üstesinden gelebilir miydi? Diğer yandan toprağından kopma fikri zehir gibi içine işlemiş, hafakanlar basmıştı. Bir hayaleti andıran Mehmet’in çelimsiz zayıf gölgesi, bakışlarının akşam alacasında kalmasına yetmişti. Gölgelerin insan bedenlerine karıştığı zamanlardı ve mecburiyetten eşinin isteğine boyun eğmişti.
-Ne eziyetler çekiyor adam, hele bir de benim yaptığıma bak!
Kendini yadırgar eşini suçlu gördüğü için ve ağır ağır bedenini ele geçiren uykunun kollarına bırakır.
Sessiz ve umutsuz geçen günler... Giderek artan, düşlerine kadar sokulan sıla özlemiyle yanıp tutuşur. Yalınayak kara toprağın üzerinde gezinir, alıp koklar. Bir onun kokusu her yerde aynı. Karşı yakada su yeşili bir örtü, uzanan tepeleri süslemekte ve gözleri alan boğazın uzaktan, masmavi nazlı görüntüsü. Az ileride zamana inat, tarihten günümüze miras kalmış harap bir kalıntı; her yanı pislik içinde. Kocaman taşlardan örülü bu yıkık viraneye uğramadan edemez. Onda, kendi yitik yaşamlarının izlerini bulur. Dokunsan, sanki yakarışlarını koy verecek duvar. Harabeyle aralarındaki kader birliğidir bu. Köydeki evindeymişçesine bir köşede oturur, dalgın dalgın saçlarını tarar. Dilinde, amansız savaşların harcadığı kimsesizler için yakılan eski zamanlarda kalmış bir ağıt.
Derken, uğursuzluğun varlığını bildiren bir çığlık. Derinden, boğuk ve hırıltılıdır:
- Yeter ulan, yeter artık!
Hafiften esen yel, birdenbire azar. Gök maviliği yerini kudurgan, öfke yüklü bulutlara terkeder. Rüzgarın hırçın salınımlarında titre ağaçlar!
Etekleri tutuşur. Evinin etrafında zabıta ve polisler. Sarı bir devi andıran büyükçe bir kepçe. Mehmet’in yerde yaka parça sürüklenişi. Ömeri’in tedirgin cıyaklamaları!...
Çıfıt çarşısına dönmüş ortalık. Gafil avlandığından, bir an ne olduğunu kavrayamaz. Kepçe evine doğru harekete geçtiğinde, kafasında şimşekler çakar. Hastalığını anımsamaz bile. Avına saldırmaya hazır yırtıcı bir kaplan gibi öne atılır. Aradaki mesafeyi alana kadar ev yerle bir olur. Körük gibi solumaktadır. Ardından sükun eden öksürük nöbeti; aldırmaz. Sanki sis bürümüştür her yanı; kimseleri seçemez. Elinde bir taş, savurur.
-Yetmedi mi ha, yetmedi mi? Daha ne istersiniz? Canımızı mı?
Taş isabet eder ve bir polis sendeler.
- Burası dağ başı mı ha, dağ başı mı?
Hiddetle, cop ve tekmelerini konuşturur polis. Kan içindedir kadının yüzü. Kendinden geçer.
Göğsüne sokulmuş Ömer’in sayıklamaları arasında ayılır. Küçük iki merteğin taşıdığı bir naylon çekilmiş üstlerine. Soğuk gecede, yağmur altında, dilek bezinin bulunduğu ağaçta ipe asılı gövdesiyle Mehmet salınıp durur.
Zifiri karanlıkta, kaybolup giden çocuğun cılız sesi:
- Üşüyorum anne!
- Sarıl bana çocuğum.
- Çok açım!
- Tamam!
- Anne karanlık, korkuyorum!
- Korkma, ben yanındayım! Birazdan sabah olacak.
