CUDİ ARİF: Hakikatin devrimcilerine

Haberleri —

Ve kim „devrim ve ideolojilerin sonu geldi“ diyenlerin tersini yapıyor ve kavga ediyorsa, o hakikatin savunucusu, devrimcisidir.

Heval Sakine böyle bir devrimciydi... Fidan ve Leylalar ise böyle bir devrimciliğin inatçı, sevimli ve kararlı genç yol arkadaşıydılar...
 PKK’nin kuruluşunu gerçekleştirenler arasında iken, Heval Sakine 1978’deki Fis toplantısını şöyle anlatıyordu „İtiraz noktalarımız bizi birleştiriyordu. Sömürüye, inkara ve koşullara itiraz ediyorduk. Dolayısıyla bu bir eylemdi. Gençtik tabii, dolayısıyla biraz acemi ama inançlı ve inatçıydık…“
Heval Sakine’ye en güzel yakışan tanımlamalardan birisi muhakkak inatçılığıdır. Doğrulardan yana olan inatçılığı, etrafındakilere güven ve inanç veriyordu. Bu inat olacak ki, Diyarbakır zindanındaki işkencecileri ona karşı vahşi kılmış... Tıpkı Paris’teki korkak cellatları olduğu gibi...
Cellatlar tüm tarih anlatımlarında hep korkak anlatılırlar. Çünkü onlar her daim tek başına çok ürkektirler. Ama satarlarsa ruhlarını ve benliklerini anlaşılmaz bir cesarat edinirler... Dolayısıyla cellatlar hizmetlerinde olduğu ‘Korku İmparatorlukları’nın’ sırtlarını sıvazlamasıyla cesaret kazanırlar... Tıpkı Paris’teki gibi...
***
Hilelerini korku, şiddet, silah ve ordular ile koruyup, dikta edenlere „Korku İmparatorlukları„ deniliyorsa, onlara karşı inanç, inat ve büyük bir özveri ile mücadele edenlerin adları ise tarihte hep ‘’devrimciler’’ diye kodlandırılmıştır.
Bir devrim şehri diye anılır Paris... Paris’te ‘’Devrim ve ideolojilerin sonu gelmiştir’’ diyerek toplumu itirazsız hale getiren bir sistemin/korku imparatorluğunun içinde, onlar devrimciliğin en sade halini yaşıyorlardı.
Sade bir yaşam, koşulsuz bir katılım, hesapsız bir özveri ve inatçı bir kavga ile yaşama katılıyorlardı.
Ve içinde bir Fidan... O Fidan ki, kimsenin kırmaya kıyamadığı bir kelebek narinliğinde oradan oraya koşturuyordu. O coşku ve çalışmasıyla gerçek bir devrimciydi. Bir ‘diplomat’ hiç değildi... Bir diplomat olmayacak kadar sevimli, güler yüzlü, heyecanlı ve ilkeliydi... Bu özelliklerinden dolayı Fidan diplomat değil, güzel bir devrimciydi...
Fidan, 1923’te Lozan’da ‘Korku İmparatorlukları’nın’ çıkar diplomatlarının, masa başında parçaladıkları coğrafyasının sömürülmesine itiraz eden Sakinelerin Fransızca bilen yetenekli yol arkadaşıydı. Leyla (Ronahî) ise onların gelecekteki aydınlığıdır.
***
Lozan’da, 1923’te masa başında parçalayıp, inkar, imha ve sömürüye açtıkları coğrafyanın adıdır Kürdistan. Ve 1970’lerde kulaktan kulağa fısıldanan „Kürdistan sömürgedir“ tanımlamasıyla, imhaya yatırılmış bir halkı cesaretlendiren Sakine ve arkadaşlarının yılmaz takipçileri Fidan ve Leylaların şahsında intikam almak istedi ‘birileri’…
Aradan neredeyse 90 yıl geçti.
O gün Kürdistan bölündü, bitti diyenler... Yani aynı simsarlar, „Devrim ve ideolojiler bitti’’ diyen çakallar, korktular/korkuyorlar... İdeolojileriydi onları korkutan... Onlardan korkmadılar ise olan neydi peki? Oysa ne paraları, ne mülkleri, ne evleri, ne de lüks bir hayatları vardı... Ama devrim ve doğrular için çarpan, kabına sığımayan koca yürekleri vardı...
İlginç değil mi?
Kürdistan bölündü, parçalandı ve bitti diyenlerin üç cana kıydıkları mekanın adı; Kürdistan Enformasyon Merkezi’dir. Demek ki, başaramadıkları noktada intikam almaya çalışıyorlar. Kürdistan gerçekliğinden ve Kürdistan devriminden intikam almaya çalışıyorlar. Alabildiler mi?
Paris’te 12 Ocak günü yürüyen yüzbinini aşkın insan veriyor bu sorunun cevabını. Dünyanın her köşesinde bulunan Kürdistanlıların protestolarında yatıyor bunun cevabı… Amed’de yüzbinlerin „Kürdistan’a hoşgeldin“ eyleminde yatıyor... Dersim, Elbistan ve Mersin’deki „son uğurlamaya“ katılan onbinlerde yatıyor asıl yanıt…
Hakkı verilmiş bir uğurlama, bir ayaklanma ve bir sahiplenme… Sormazlar mı o hileci, palavracılara, peki bu sahiplenme ve ayaklanma devrim değil de nedir?
***
Düşünceleri, cesareti ve Yahudi kimliğinden ötürü Naziler tarafından Alman vatandaşlığından atılacak düzeyde şiddetli baskılara maruz kalan siyaset bilimcisi Hannah Arendt’in, „Siyasetin varoluş nedeni özgürlüktür ve özgürlüğün deney (tecrübe) alanı eylemdir. Eylem ve siyaset, özgürlüğün var olduğu kabul edilmeden kavranamayacak şeylerdir“ sözleri, üç cesur Kürt kadınının hayatındaki arayışı özetleyen niteliktedir.
Bu anlamda Sakine, Rojbîn ve Ronahîlerin dünden bugüne bıraktıkları en önemli miras, yürüttükleri siyasetin ve takip ettikleri hakikatin özgürlük getiren bir eylem olduğudur.
Hannah Arendt’in siyaset bilimine kazandırdığı teori bugün geçerliliğini koruduğu kadar, Sakinelerin özgürlük felsefesine kazandırdığı eylem, takipçilerine hep yol gösterecektir…
Tıpkı yaşadığı 4. yüzyılın sonlarına doğru Roma İmparatorluğu çöküşün eşiğindeyken Mısır eyaletinin İskenderiye’sinde yaşayan kadın filozof Hypatia gibi… Savunduğu doğruları halka açık ifade etmesi karşısında Hıristiyanlık kilisesine „ters düştü“ denilerek, hedef haline gitirilir. Ölümü doğrudan dönemin hükümdarları tarafından emredilir… Yüzlerce cellat bunu görev bilip bir sabah yolunu keserler… 416 yılının Mart’ında saçlarından sürüklenerek kiliseye götürülmesinden sonra hunharca katledilir… Aynı cellatların hızını almayarak, etlerini kemiklerinden ayırdıkları söylenir… Tüm eserleri yakılıp, imha edilmiş olsa da Hypatia, tarihin o karanlık yıllarından verdiği mücadele ile „düşünce ve aydınlanma savaşçısı„ olarak bilinir ve hakkı öyle teslim edilir. Cinayetin azmettiricilerinin adı sanı bilinmezken, doğrulardan yana söylediği „bizi birleştirenler, ayıran şeylerden daha fazla…“ belirlemesi hakikat savaşçılarının ışığı neteliğindedir.
Yine sosyalizmin kadın liderlerinden Rosa Luxemburg’u katledenlerin adı sanı bilinmezken, kendisi bugün tüm dünyanın özgürlüğü için savaşmış ve yaşamını özgürlüğe adamış bir insan olarak hatırlanır. Dolayısıyla „... yol, çoğunluk üzerinden devrimci taktiğe değil, devrimci taktikten çoğunluğa gider“ derken, doğruların ısrarcılığına işaret eder. Öldürüldüğü ana kadar doğrularından asla taviz vermediği bugün herkesçe kabul edilen bir gerçektir…
Demem o ki, Hypatia ve Rosa Luxemburg’u öldürtenler ile Hannah Arendt’i siyaseten öldürmek isteyenlerin beslendikleri aynı gelenektir. Fakat bu karanlık karşısında Hypatia, Rosa Luxemburg ve Hannah Arendt de bir gelenek oluşturdular. Bu geleneğin takipçileri Sakine, Rojbîn ve Ronahîler ile bu gelenek şimdi doğruluğunu daha çok ispatlamakta. Dolayısıyla Onlar biraz Hypatia, biraz Rosa ve biraz da Hannah’tır…
Ve şimdi bu yaşananlar bir ayrılıksa ki öyledir, o zaman hiçbir ayrılık, hakikati etkileyemeyecektir… Ayrılıkları yeni bir buluşma ve kavgaya davet ediyorsa, o zaman farklı bir ad verilmeli bu duruma...
Eğer Perulular, Kolombiyalılar, Filipinliler, Basklar, Katalanlar, Tamiller, Araplar, Amazigliler (Berberiler), Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar, Türkiyeliler ve diğer halkların devrimcileri Kürdistanlı kadın devrimcilerin ayrılığında buluşuyorsa, Onların ideallerini sahipleniyorsa, burada müthiş bir hakikatin ispatı ve buluşması var demektir. Dolayısıyla „devrim ve ideolojilerin sonu“ değil, yeniden bir başlangıcı ve buluşmasıdır…
***
Güle güle heval Sakine, heval Rojbîn, heval Ronahî... Güle güle hakikatin savunucuları ve devrimcileri... Uğruna kavga ettiğiniz Kürdistan topraklarına kavuştunuz... Newroz yakın, bahar geliyor... Açan tüm çiçeklerde, fidanlarda kokunuz ve özgürlük coşkunuz yayılacak sevenlerinize, dostlarnıza ve her tarafa...
Yüreğinizden ve toprağınızdan öpüyorum(z)...

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.