DENİZ BİLGİN: Yüreğin bir bildiği var

Haberleri —

 Zira 'aklın' esaretindeki dünyada giderek soluyorken yaşamın renkleri, yüzyıllar arasında benliği bölünmüş insan daha çok yabancılaşıyor kendine. Savaşlar, yıkım ve kriz ile sonlanan bir yüzyılı, bu çağa da taşımanın gayretinde. Böylece bir yüzyıl daha savaş, yoksulluk, kokuşmuşluk ile başlıyordu. 'Aklın' tahakkümündeki dünyada yüreğin aklı-dili, 'güçsüzlüğün' diliydi, hep horlanandı. Hayatımızın tüm kavramları da bu şekilde kodlandı.
Oysa aklın belli bir tanıma kavuşturduğu kavramlar, yüreğin oluklarında farklı bir manaya bürünür. Salt akıl ile bakınca aidiyetler, kimlikler, topraklar yıkımların da nedeni olabilir. Buna yüreğin bakışını, pratik hayatın getirdiği bilgiyi de katınca bambaşka anlamlar ortaya çıkar; farklılıklar düşmanlığın değil renkliliğin nedeni de olur.
***
Yaşadığımız topraklarda Kirmanciye, salt bir etnisite değildi, Kirmanckî de bu etnisiteye dahil olanların kullandığı dil değildi. Bu kavramlar bir kimlikten öte yaşam felsefesiydi. Görünenin çok ötesinde anlamlar barındırıyordu. Yüzyılların çürümüşlüğünden payını henüz almamışken, dağların arasındaki küçük köylerde kendi kendine yetebilmekti. Hayat, 'modern' olanın 'anlaşılmaz' kavramlarla karmaşık hale getirilmemişti henüz. İnsanın hırsları, bir tarlanın sınırı ya da su arkının uzunluğu kadardı. Şimdi çokça aradığımız sadelik, yaşamın her anında varlığını korurdu. Henüz sürgün yollarına düşülmemiş, şehirlerin kaosunda yitip gitmemişken...
Kirmanciye, evlerin sırt sırta verdiği uzaklaştıkça yakınlaşan köylerdi. Uzunca izler bırakan süpürgelerle temizlenmiş sokaklarıydı. Toprak damlardan metrelerce karı temizlerken karşılıklı atışan insanlar, kahkahalardı.
Kara zülüflü kadınların bakışları, tabakalarından ağır ağır tütün saran yaşlıların uzaklara dalan gözleri ve tütün sarısının bulaştığı parmaklar... Durmadan içine doğru çöken insanların dünyasında inadına susmaktı, dalmaktı düşlere. 
Göğün yıldızlarla sarmalandığı gecelerde masal anlatıcı yaşlıların sözleriyle bilinmeyen zamanları gezmek; büyüklüğünü aklımıza sığdıramadığımız devlerin her an kapıya dayanacağı korkusuyla ürpermek ama yine de mutlu sonu düşlemekti.
Yaşamın başlangıcını haber veren güneşin doğuşu, koca gövdeli ağaçlara dokunan dudaklardı. Güneşe dönük tahta kapılara bir itişte açılacak şekilde atılan küçük düğümlerdi.
Sarp kayalıklardan vadinin soğuk pınarına giden zorlu patikaydı. Kırmızı lale, gelincik, sarı kır çiçekleriyle bezenmiş tarlalar.... Yeşiller içindeki dağ köyünün göründüğü son viraj. Dağlardan topraklara süzülen ırmaklar, yükseklere doğru yürüyen bahardı.
Sararan ekinlerin imece usulü harmanlandığı topraklar. Tozlara bulanmış halleriyle çayını paylaşan insanlar topluluğu. Elekte savrulan buğdayın ekmeğe dönüşen bereketi... Yoldan geçen insanların çevrilip bir içimlik ayranın paylaşılması. Ağacın, taşın, hayvanın, toprağın insan gibi bir can görüldüğü zamanlardı.
Meşe ağaçları, yeşil çayırlar, kayalıkları yararak büyüyen incir ağaççıkları, baharda beyaza bürünen badem ağaçları, sincapların dadandığı ceviz ağaçları... Büyüyen ekinlerin arasından Derdeğan ağacına giden patika, kollarını iki yana açmış, ellerini ekinlerin başaklarına sürerek koşan; göçmen kuşların ardından çığlık çığlığa kalakalan çocuklardı.
Güzel sesli kuşların parlak renklerini görmek için ardından gitmek, hep bir gün göreceğin umuduyla bunu yinelemekti. En güzel şarkıyı dinler gibi uzaktan gelen keklik sesleriyle mest olmaktı.
Suskunluğun ırmağında bir çırpınış bu. Kalabalıklaştıkça bozulan sese karşı koyuş, yüksek dağlardan uzanan sonsuzluğa bakmak. Kendini aramak, bulduğun yerde yeniden yitirmek, uzakları düşlemek. Doğaya ait olduğunu iliklerine dek hissetmek, rüzgarın tenine dokunuşunu duyumsamak, evrenin gizemlerine ortak olmaktı... Öyle bir şey ki, zamanın içinden ne kadar çok geçersen, o kadar yakınlaşıyordun.

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.