Dersim nereye gidiyor?


Ozanın doğal toplumda yüksek değer görmesi ve toplumun kutsalları arasında yer alması, yaşananlara tanıklık etmesi kadar, bizzat taşıdığı özgür yaşam ruhundan kaynaklanır. O, toplumun duyguları ve düşüncelerine tercüman olan bir dil ustasıdır. Onun her ağıdı, burada yaşayan halkın acılı tarihinin belli bir kesitine ışık tutar. Unutmak tam da belleğin silinmesine denk düşer. Oza-nın kaygısı ise çoğu zaman yaşananların unutulmamasıdır. Bir Yahudi şiirindeki “Seni unutursam Ey Kudüs, dilim damağıma yapışsın” dizesi, işgalci güçlerin ‘bellek silme’ operasyonları karşısında ozanın duruşunu çok güzel yansıtır. Kürt ozanı da eserle-rinde aslında aynı şeyleri söylemeye çalışır. Sözel tarihin bir kaynağı olan ağıtlar bir yönüyle toplumda tarih bilincini canlı tutma rolünü oynar. Bu yüzden Dersim ağıtlarının toplamı hiç kuşku yok ki Homeros’un İlyada Destanı kadar değer taşır. Dersim’in diline ve kültürüne bağlılığını koruyacak olan da kendi dilinde söylenmiş bu ağıtlardır.
Seyit Rıza ve arkadaşlarının idam edilmesinin nedenini yine en çarpıcı biçimiyle ağıtlarda buluruz. ‘Çuxıre Ağıdı’bunlardan biridir. Bu ağıt Alan aşireti reisleri Hasan ve Süli Ağaların tüm aile fertleriyle birlikte Mazgirt Tepesinde yok edilmelerini anlatır. Ağıdın girişinde özgür Dersim’i imha etmek için geliştirilen ‘Sel Harekâtı’nın nedeni ortaya konulur: ‘Qanunê Kurmanciye’ deni-len Dersim Kürt’ünün özgür yaşam kanunları yok edilecek, kırım ve kıyımın üzerinde ‘Cumhuriyet kanunları’ yürürlüğe konula-caktır. Ağıtta da vurgulandığı gibi, Dersim kesinlikle kanunsuz değildir. Onun yazıya dökülmemiş olan kanunları vardır. Bunlar özgür aşiret yapısına dayanan Dersim toplumunun kökleri insanlık kadar eski olan ahlâk kanunlarıdır. Toplumu özgür yaşama bağlayan da işte ahlak kanunlarının bu gücüdür ve toplum için bağlayıcılığı hukukun katbekat üstündedir.
İşgalcilerin gözünde Kürt toplumu kendisini ‘bir takım ağaların, mütegallibelerin nüfuz tesirlerinden korumaya muktedir ol-mayan, hatta cehaletleri yüzünden bu gibi kimselerin içlerinde meydana gelmesinde bilmeyerek, istemeyerek sebep olan’ zavallı bir toplumdur. ‘Olgun vatandaşlar’ gibi ‘kanunları anlayarak, onlara mütekabilen riayet ederek’ haklarını kullanabilir duruma getirilmesi için, bu toplumun ‘hükümetin yakın vesayeti altına alınması’ gerekir. Bir soykırım planı olan 1935 tarihli ‘Tunceli Kanunu’nun ‘esbabı mucibesi’ bu sözlerle dile getirilir. Ne var ki, uzun bir hazırlığa dayanan bu plan hayata geçirildiğinde, en ağır kıyım ve kırımı yaşayan da yine ‘Cumhuriyet’in feyizlerinden istifade edeceği’ iddia edilen bu ‘zavallı toplum’ olur. Elinde silah direnenlerin büyük kesimi hayatta kalırken, buradaki toplumun geri kalan kesimi ele geçirildiği yerde kurşuna dizilir.
Bağrında her zaman sömürgeci bir eğilim taşıyan devletçi bakış açısı, tıpkı ‘Tunceli Kanunu’ örneğinde olduğu gibi, sömürge haline getirmek istediği toplumun ‘idari teşkilatının geriliği ve ilkelliği’ tezinin ardına sığınarak kendisini haklı kılmaya çalışır. Bu zihniyete göre, devletsiz toplumlar evinde ‘eşya olarak ocak başında serilmiş bir keçi tulumu, yerde yorganlık eden bir keçe’ dı-şında bir şeye sahip olmayan ilkel yaratıklardır. Yazılı bir hukuka sahip olmadıkları için nizam nedir bilmezler. Yönetimleri keyfi-dir; yöneticileri ‘şaki, hırsız ve çapulcu’dur. Devletin kendi nizamını oturtması için bu ‘şekavet’in kökünü kurutması zorunludur. Nitekim inkâr ve imha sisteminin Kürdistan’ı sömürgeleştirme harekâtları sırasında dayandığı yasalardan biri ‘İzale-i Şekavet Kanunu’ adını taşır. ‘Şekavet’ denilen şey gerçekte kendi kimliğini ve kültürünü yaşamakta ısrar etmektir; ‘şaki’ ise egemen ulu-sun etnik kimliği içinde erimeyi reddeden kişidir. ‘Eşkıyalığı bitirmek’ bu anlamda Kürt’ü bitirmekle özdeştir. Kendisini değişen koşullara uyarlayan devletin bugünkü literatüründe ‘şekavet’ ve ‘şaki’nin karşılığı ‘terörizm’ ve ‘terörist’tir.
‘Sel Harekâtı’na hükmeden uygarlık güçlerinin ‘Beyaz Donlular’ diye aşağıladığı Dersim Kürtlerinin, sadece eylemlerine ba-kıp kıyasladığımızda bile, kendisine ‘tedip’i dayatanlar karşısında tepeden tırnağa insan oldukları ve insanlığı temsil ettikleri ke-sindir. İnsan giydikleriyle insan olmaz, özgürlük bilinci, ahlâkı ve vicdanıyla insanlaşır. Devletçi uygarlık sistemi içindeki insan birinci, Dersim’in soykırım öncesi ‘Beyaz Donlu’ insanı ise ikinci kategoriye girer. Hz. İsa’nın çarpıcı benzetmesiyle dile getirile-cek olursa, devletçi sistemin imaj oluşturma peşindeki insanı “kireç vurulmuş mezarlığa benzer. Dışardan güzel görünür, ama içi her türlü murdarlık ve çürümüş kemik yığınlarıyla doludur.” Eskilerin tabiriyle Kurmanclık döneminin Dersim insanı insanlığın milyonlarca yıl yaptığını yaptı: Özün büyük önemine inandı ve örtünmek için giyindi. ‘Cumhuriyetin feyizlerinden istifade etme hakkına kavuşanlar’ ise görünmek için giyinmeye yöneltildiler. Ancak ne yazık ki bu ‘uygarlaştırma’ işi sadece insanların sırtına ipek işlemeli semerler geçirme noktasında durmadı. ‘Beyaz Donlular’ı tekzip eden süslü giysiler içindekiler, semer taşımaya uy-gun birer varlık haline getirildi. Cumhuriyet denilen inkâr ve imha sistemi Kürtler için hayvanlaştıran bir rejimin adı oldu.
Dersim Kürt’ü hep kendi benliğini korumaya çalıştı. 1876’dan ‘Tunceli Kanunu’nun çıkarıldığı 1935 yılına kadar Dersim üze-rine on bir askeri harekât düzenlendi. Bu harekâtlardan hiçbiri Dersim’i devletçi uygarlık sistemine katmaya yetmedi. Yeni ulus-devlet bu başarısızlığı Türklük için bir utanç vesilesi saydı. Kendisi olarak yaşamakta ısrarlı Dersim ulus-devlet için bir ‘kara leke’ydi ve bu ‘leke’nin mutlaka temizlenmesi gerekiyordu. Yapılan da bu oldu. Ardından kılıç artıklarından bir ‘akıllı Tuncelili-ler’ kuşağı devşirildi. Soykırım öncesini tarihsizlik sayan bu kuşak, haramzadeliği seçip kendi tarihini Türkifikasyonun başlangı-cına dayandırdı. Köklerinden kopan ve Türklük aşısıyla egemen ulusun etnik kimliğine yamanan bu kuşaktan bazıları Dersim insanının ‘keklik soyu’na özgü saydığı bir ihanet pratiği sergilediler. Devlet katında yükselmenin yolu bu ihanetten geçiyordu. Nitekim katliamda ailesi ve yakın akrabalarından kırk kişiyi kurban veren bu kişilerden biri, Dersim’in katline ferman çıkaran ve soykırımcı geleneğinde hâlâ ısrar eden CHP’ye Genel Başkan olacak kadar ihanette sınıf atladı.
1938’de yayınladığı bir bildirgede, Dersim Kürtlerine hitap eden devlet, “Bugünkü perişan halinize son verip takipten ve ağır cezadan kurtulmak istiyorsanız, işte size son nasihatimizi ve şefkatli sözümü tekrarlıyoruz. Eğer çoluk çocuğunuza acıyorsanız, siz de bizim gibi düşünürsünüz ve yaparsınız” diyordu. O zaman Dersimliler işgal güçlerinin ne yapmak istediklerini bildikleri için, bu uyarıya rağmen direnmekten vazgeçmediler. Bugünkü Dersim insanının belki de farkında olmadan söz konusu uyarıyı dikkate aldığını söylemek abartı olmayacaktır. Devletin ‘tedip’ politikası da zaten budur ve bu politika ayı oynatan kimselerin ayıları ter-biye etme biçiminden farksızdır. Bu anlamda devletin edebine onay vermek toplumsal edepten uzaklaşmaktır.
Seyit Rıza ve yoldaşlarının idam edilmelerinin 74. yıldönümünde Dersim insanı kendi gerçekliğini iyi sorgulamalıdır. Hiç kim-se acılı geçmişimizi yaşanmamış sayamaz. Bir yerde elli bin koyunun telef olması bile yıllarca unutulmaz bir olay olurken, elli binin üzerinde insanın sorgusuz sualsiz topluca imha edilmesi nasıl unutulabilir? Unutmak ihanetin ta kendisi değil midir? Der-sim’in Meclis’te sözüm ona temsilini Kamer Genç gibi kaşarlanmış bir haine ve Hüseyin Aygün gibi onurlu geçmişimizi ticari meta misali kullanmaya çalışan bir siyasi tüccara bahşetmek, katledilen on binlerce masum insanı unutmamanın bir yolu olabilir mi? Hangi vicdan bunu kabul edebilir?
Dersim nereye gidiyor sorusu son derece önemlidir. Kendi ahlâk yasalarına göre kendini yönetemeyen bir toplum en hafif de-yimiyle köle bir toplumdur. Temel tarihsel değerleri ve geçmişin direniş kültürüyle sağlam bağlara sahip olmayan bir toplum ken-di varoluşunu kalıcı kılamaz. Dersim insanı mevcut durumda rüzgârın önünde sürüklenen kuru bitkiyi andırıyor. Artık dur denil-mesi gereken an işte bu andır. Yönümüzü devletin rüzgârı değil, yeniden estirmemiz gereken kendi fırtınamız belirlemelidir.
