Dokunursan yanarsın

Haberleri —

Yazar Attila Keskin’in gazetemize yolladığı ‘Dokunursan Yanarsın’ başlıklı açıklamasını ve ‘Noel Ağacı’ adlı öyküsünden kesitleri okurumuza sunuyoruz. Türkiye’de Kürtler-Kürtçe ve Aleviler özgürdür diyenlere ithaf olunur. DİZİ-ARAŞTIRMA SERVİSİ

Dokunursan yanarsın

1950-60’lı yıllarda, komünizm, hatta sosyalizmden bahsetmek, bu sözcükleri anımsatacak yazı resim yapmak suç kabul edilirdi. Afişlerde, kitap kapaklarında, karükatürlerde cingöz savcılar orak-çekiç resmi ararlar, sokak lambasına romantik olsun diye, kırmızı tül bağlayıp altında gitar çalan gençler komünizm propogandası yapıyor, diye tutuklanır ceza görürlerdi. Reis-i cumhurlarımız komünizmin ‘kuzey’den hangi kış geleceğine ilişkin falcılık yaparlardı. Sözün kısası o dönemde komünizm, sosyalizm en tehlikeli sözcüklerdi.

Köprülerin altından çok sular aktı, devran değişti. Artık orak çekiçli dergiler sokaklarda bağırılarak satılıyor. Savcılar da ‘komünizm propogandası’ yapıyorsunuz, diye dava falan açmıyorlar.
Ama şimdi çok farklı, savcıların kılı kırk yararcasına suç aradıkları bir konu var: ‘kürtçülük’. Savcıların suç unsuru aramasına da gerek yok. Bu konuda herkes suç işleme, bu işlere karışma, diye birbirini uyarıyor. Geçenlerde ‘sosyalist’ bir eski dost;
“Atilla Alevilerin televizyonuna çıkıyorsun, şimdi de Kürt’lerin televizyonuna çıkmışsın, bu yaştan sonra başına bela mı almak istiyorsun, çoluk çocuğuna yazıktır,“ diyordu.
Aslında ben yazıma bu girizgahı, başıma gelen traji- komik ama o kadar da ülkenin geldiği noktayı çok net anlatan bir olayı anlatmak için yaptım.
Ben kitaplar yazıyorum. Politik kitaplar, romanlar, öykülerin yanı sıra çok severek yazdığım çocuk kitaplarım da var. Bahsettiğim traji-komik olay da son çocuk kitabım nedeniyle geldi.
Yayınevim, benim çocuk kitaplarımı seviyor ve hep yenilerini yazmamı istiyor. Ben de bu isteğe uyup çok severek yeni bir çocuk kitabı yazdım. Kitabın çok kısa özeti şu:
F.Almanya’da yaşayan 8-9 yaşlarındaki Mert Türkiye’deki bir arkadaşına mektup yazarak buradaki çocukların evde, okulda, sokakta yaşadıkları ilginç olayları anlatır. Öykünün adı NOEL AÐACI’dır. Mert çok istediği halde, koyu müslüman olan ninesi torunum ‘gavur’ olacak korkusuyla eve böyle bir ağaç konulmasını istemez.
Nine yaşlı bir Kürt’tür ve torununu sevdiği ve kızdığı zamanlar Kürtçe konuşur. ‘Kuçike mın’ der bazen. Bazen ‘Çav reşe min’ diye seslenir. Mert de ninesini sevindirmek için o bir şey istediği zaman ‘ser sere min ser çare çave’ der. Mert’in babası da Türk ama Alevidir. Nine damadına ‘niye camiye gitmilyorsun,’ dediğinde damadı: ‘Biz doğarken abdestimiz alınmış, namazımız kılınmış,’ diye yanıtlar. Öyküye ilişkin bir iki noktaya daha değinmekte yarar var. Çocuk ninesinin götürdüğü kuran kursunda güler ve sınıftan atılır. Mert’in sınıfındaki bir kız arkadaşını babası ‘günah’ diye erkeklerin gittiği yüzme havuzuna göndermez vs...
Aslında çok severek yazdığım bu öykü, F.Almanya’da kendi çocuklarımın ve çevremde izlediğim gerçek olaylara dayanıyor. Yazmaktaki amacım; buradaki çocukların sorunlarını, sıkıntılarını bir nebze Türkiye’deki çocuklara aktarabilmekti.
Ama kitaplarımı severek yayınlayan yayınevim ve çocuk kitapları yayınlayan diğen yayınevleri, öyküyü çok beğendikleri halde, kırk kere özür dileyerek yayınlayamayacaklarını söylediler. Gerekçelerini de açıkça belirterek. Özet olarak yayınlamamalarının gerekçesi şuydu:
“Atila bey, öykünüz çok güzel ama biz bu kitapları okullara dağıtıyoruz. Ve iktidarın tutumu belli. Biz bu kitabı basar dağıtmaya kalkarsak, yayınevinin başı belaya girer. Çok sert eleştiriler alırız. Ve kitaplarımızı birçok okul artık almaktan vaz geçer. Siz Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi sorunlara girmişsiniz, üstelik kuran kurslarının da üstü kapalı eleştirisi var…”
Oysa ben her zamanki saflığımla! “Eh artık memlekete demokrasi geldi, açılım üstüne açılım yapılıyor, Kürtçe televizyon var, camilerde cem evi de yapılması için özel yerler ayrılması için hazırlık var…” diye düşündüğümden öyküme  Kürtçe ve Alevilikle ilgili bir kaç sözcük sokuşturmakta bir mahsur görmemiştim. Ama kazın ayağı öyle değilmiş!..
Şaka bir yana. Bu öykü kitabımın yayınlanmaması, bana net olarak bir kez daha Türkiye’de yaratılan korku toplumunu net olarak göstermiş oldu. Faşizmin iktidar olduğu tüm ülkelerde incelenirse görülecektir, iktidarların koydukları yasakların yanı sıra, halk kendi kendini sansür etmeye, gölgesinden korkmaya başlar. Türkiye’de bu iş ‘mahalle baskısı’ ile başladı, şimdi dolu dizgin gidiyor.
Her şeye rağmen ben boyun eğmemek, öykümü ‘inadına’ yayınlatmak için çaba harcıyacağım.
Merak edenler için, öykümü ekte gönderiyorum.


ATİLLA KESKİN





"NOEL AÐACI

Sevgili Yavuz,
Geçen yaz Mordoğan'da ne kadar güzel bir tatil geçirdik, değil mi? Siz gelinceye kadar benim için tatil çok sıkıcıydı. Pansiyondan denize, denizden pansiyona çok canım sıkılıyordu. Ama sen geldikten sonra artık hiç sıkılmamıştım. Hep birlikte denize giriyor, oyunlar oynuyorduk. Anımsıyor musun, bir keresinde babanın verdiği olta ile koca bir balık bile tutmuştuk. Babam bizim tutuğumuza inanmamıştı;   “Siz bu balığı bize hava atmak için balıkçıdan almışsınızdır,“ demişti. Ya o kocaman,  kafası kel olan adam ahtapotu denize dalıp nasıl çıkarmıştı! Sonra da iskelede ahtapotu defalarca çimento zeminin üstüne vurmaya başlamıştı. İkimiz de çok üzülmüştük. Sonunda dayanamayıp, o hep şortla gezen adama:
"Yazık değil mi, onun da canı var, hayvana niye işkence ediyorsun? „ dediğimizde gülmüş bize niye böyle yaptığını anlatmıştı:
"Çocuklar ben ahtapota işkence etmiyorum. Ama balık gibi ahtapotu tutar tutmaz yiyemezsiniz, eti çok serttir. Etini yumuşatmak için böyle yapıyorum. Akşama  benim bahçeme gelin size de kızartacağım ahtapottan ikram edeyim,“ demişti.
Merak edip gitmiştik. Gerçektende işkence(!) edilmiş ahtapotun eti çok lezzetliydi.
    Bizim sayemizde, ailelerimiz de tanışmış, ahbap olmuşlardı. Babamlar tavla oynarken biz de, senin dizüstü bilgisayarında oyunlar oynamıştık hep.
    Ayrılırken "Bana hep mektup yaz" diyordun. Sözümü yerine getirip yazıyorum. Ama uzun bir mektup olacak haberin olsun.
Sana önce noel ağacıyla ilgili başımdan geçenleri anlatmak istiyorum.
Ama önce sana Weihnachtenla tanışmamı anlatayım. Weihnachtena Türkçe tam ne denir bilmiyorum. Hadi Noel Bayramı diyelim; zaten anlattıklarımı okuyunca bunun ne demek olduğunu çok iyi anlayacaksın.
    Ben anaokuluna üç yaşında başladım. Okula başladığımda az çok Almanca biliyordum. Çünkü annem ve babam evde benimle hem Türkçe hem Almanca konuşuyorlardı. Bu nedenle anaokulunda Alman ve diğer uluslardan arkadaşlarımla anlaşmam zor olmadı. Çok kısa zamanda Almancayı daha iyi konuşmaya başladım. İlk sene kış geldiğinde bu Weihnachten sözcüğünü arkadaşlarımdan sık sık duyuyordum. Ama ne olduğunu tam anlamamıştım. Ama ikinci sene tüm arkadaşlarımın kış yaklaştığında Noel Bayramıyla ilgili konuşmalarını dinliyordum. Bazıları evlerine aldıkları çam ağacını nasıl süslediklerini, Weihnachtında akrabalarının hangi hediyeleri alacaklarını, hatta o gün ne pişireceklerini konuşuyorlardı. Anaokulunda da küçük bir çam ağacı alınmış, oyun odamız ışıklı küçük lâmbalarla süslenmişti. Öğretmenlerimiz anaokulunun mutfağında bize kekler yapmışlardı. Hatta bu keklerin yapılışına biz de yardımcı olmuştuk. Ama ben çok üzülüyordum. Üzülüyordum çünkü tüm arkadaşlarım ne olduğunu tam anlamadığım Weihnachtenla ilgili birşeyler anlatırken ben bir köşeye çekilip dinliyordum. O kadar çok üzülüyordum ki, kimi zaman tuvalete gidip gizlice ağlıyordum.
    Evde anneme, babama, nineme soruyorum. Onlar da bana niye bizde Noel Bayramı olmadığını anlatmıyorlardı veya anlatıyorlardı da ben anlamıyordum. Ninem hep " Bizim de kurban bayramımız, şeker bayramımız var," diyordu. Ben sadece kurban bayramında çok et yendiğini, şeker bayramında da, büyüklerin ellerinin öpüldüğünde para verildiğini biliyorum. Ama diğer arkadaşlarım gibi evimize ne çam ağacı alınıp süsleniyor, ne de evimizde ışıklı lâmbalar yakılıyordu. Kurban bayramını zaten sevmiyordum. Çünkü et yemeği hiç sevmezdim küçükken; bir de bu etlerin ninemin satın alıp kestirdiği kuzunun eti olduğunu duymuş çok üzülmüştüm. Ama biraz sonra anlatacağım Zoel pazarına annemle bazen  hep beraber biz de gidiyorduk. Çok ısrar etmemize rağmen ninem gelmiyordu. "Oralar hep domuz kokuyor, üstüme başıma siner" diyordu.
    Büyüyüp okula gitmeye başladım. Şimdi artık bizim, Almanlardan farklı olduğumuzu biliyorum. Yine de Almanya'da yaşadığımıza göre niye bu bayramı kutlamadığımızı tam anlamıyordum.
     Noel yaklaşınca babama:
    „Bu sene bizde evimize Noel Ağacı alalım,“dedim.
    Babamı sen de tanıyorsun, beni hiç kırmaz. Olanağı varsa her isteğimi yerine getirir. Ama bu kez öyle olmadı.
"Bak kara gözlüm,“ dedi. „ Ben senin niye Weitnachtsbaum istediğini biliyorum.“ Babam biraz komik adamdır. Benimle konuşurken bazen böyle Almanca sözcükler kullanır. Oysa ben Weitnachtsbaumun Türkçe Noel ağacı demek olduğunu biliyorum. Babam böyle deyince ben de:
"O zaman sen söyle, niye Noel ağacı istiyorum?“ dedim.
"O ağacın altına hediyeler konuyor; sen de Noel'de hediye istiyorsun. Hem senin ne hediye istediğini de biliyorum,“dedi.
    Ben her alışverişe gittiğimizde:
"Baba, bana playmobilin Piratenschiffini ( siz ne diyorsunuz, korsan gemisi değil mi? Gerçi ben İzmir'de oyuncakçı dükkanında gördüm. Üstünde Piratenschiff yazıyordu. Neyse.) alır mısın?“ diyordum. O da her zaman:
    „Oğlum görüyorsun çok pahalı, biraz para biriktirelim alırız „diyordu. Ama bu kez hemen kabul etmişti:
"Sen bu noel ağacından vazgeç; yılbaşında sana istediğin Piratenschiffi alacağım,“ dedi. Gerçi bu oyuncağı çok istiyordum ama kabul etmedim.
"Ben noel ağacı istiyorum,“ diye tutturdum.
    Noel ağacının bizim evimizde de olmasını niye çok istiyorum biliyor musun?
    Çünkü Alman veya başka arkadaşlarımın evlerine gittiğimde onların evinde iki ay boyunca hep Noel ağacını görüyorum. Üstünde  enva-i çeşit, cam veya tahta süsler, bir sürü, rengârenk küçük lâmbalar olan bu Noel ağaçları evlerinin bir köşesinde duruyor ve pırıl pırıl parlayarak çok güzel oluyorlar. Bu ağaçları seyretmesi bile çok güzel. Hele gece evin ışıklarını söndürünce onlara bakmaya doyum olmuyor.
   
    Biz böyle konuşurken ninem mutfakta benim çok sevdiğim, naneli yoğurt çorbasını yapıyordu. Sanırım konuşmalarımızı duymuş, önlüğünü beline sarıp yanımıza geldi:
"Kuçike mın,“ diye konuşmaya başladı. Ninem böyledir hep sözüne Kürtçe başlar sonra Türkçe devam eder. "Kuçike mın",  köpeğim, demekmiş. Ama ninem beni çok sevdiği için böyle söyler hep.
"Noel ağacı da neymiş? Töbe, töbe...Gâvurların arasında dura dura bu çocuk da gâvur olacak damat. Hep senin kabahatin; sana şu çocuğu Kuran kursuna gönderelim diyorum kabul etmiyorsun. Dinini, dilini öğretmezsen bu çocuk gâvur olup çıkacak.  Gördün mü şimdi de Noel ağacı istiyor. Töbe töbe yarabbim, sen bizi affet,“ dedi. Sonra da odasına girip, kapısını kapadı. Kızdığı zaman hep böyle yapar, odasına kapanır, 'Allahım sen bizim günahlarımızı affet,' diye saatlerce tesbih çeker.
    Ninem benim en çok gâvur olmamdan korkuyor. Ama gâvur ne demek bilmiyorum. Anneme, babama sorsam biliyorum, her zamanki gibi:  "Sen daha küçüksün, büyüyünce anlatırız,“ diyecekler. Ben de kendi kendime "Sınıftakiar kadaşlarıma sorarım" dedim.
Düşündüm, taşındım bunu bilse bilse Hasan bilir,  çünkü Hasan Kuran kursuna gidiyor. Bir gün okul bahçesinde ona sordum:
"Hasan gâvur ne demek?“ Hık-mık etmeye başladı.
"Yani kötü birşey mi?“
"Elbette çok kötü birşey oğlum, hani senin arkadaşların Stephan, Kristina falan yani Almanların hepsi gâvur.“
    Biz böyle yüksek sesle tartışırken yanımızdan geçen İskender lâfa karıştı. İskender upuzun boylu, kıvırcık saçlıdır; tenide çok esmerdir. Biz ona kendi aramızda hep Arap deriz, ama o böyle çağırmamıza hiç kızmaz. İskender'in annesi babası Hatay'dan gelmiş. Onlar evde Arapça konuşuyorlarmış, İskender de Arapça biliyor. Bize de bir kaç sözcük öğretti. Onu gördüğümüz zaman hep 'ehlen ve sehlen' deriz. İskender Hasan'ın arkadaşlarımıza 'gâvur ' demesine çok kızmıştı.
"Gavur diye birşey yok oğlum, onlar Hristiyan,“dedi.
"Nasıl yok, Hiristiyanlar gavur işte...“ İskender:
"Peki ben de mi gavurum?“ diye sorunca Hasan ne diyeceğini bilemedi.  Kafasını kaşıdı:
"Sen niye gâvur olacaksın, senin annen baban Türkiye'den gelmiş, sen de bizim gibi müslüman Türksün elbet,“ dedi. İskender birden gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Sınıf arkadaşlarımız etrafımıza toplanmış, ne oluyor  diye bize bakıyorlardı.
     Aaaa...İskender'in göğsünde altın bir haç kolye vardı.
"Bu ne, bunun ne olduğunu biliyor musun?“ diye Hasan'a bağırmaya başladı. Hasan iyice şaşırmıştı. Kekelemeye başladı:
"Töbe töbe bu ne İskender, hiç müslüman çocuğu göğsüne haç takar mı, günaha girersin, gâvur olursun, çıkar onu boynundan,“diye adeta yalvarmaya başladı.
    İskender gülüyordu:
"Oğlum, benim müslüman olduğumu kim söyledi. Benim ailem Türkiye'de de Hristiyanmış, burada da Hristiyan. Biz de Almanlar gibi pazar günleri kiliseye gideriz. Ama bizim kilisemiz farklıdır.“ Hepimiz İskender'i çok severdik. Hem dersleri iyi idi, hem de arkadaşlarına çok yardımcı olurdu. İskender böyle konuşunca ben de rahatlamıştım.
"Görüyorsun Hasan, İskender de Stephan, Kristina ve diğer Alman arkadaşlarımız  gibi Hristiyan'mış; şimdi sevdiğimiz arkadaşlarımız hep gâvur ve kötü mü?“
Hasan tek başına kalmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu:
"Tamam onlar kötü değil, ama gâvur hepsi de...“
"Gâvur olmak onlar gibi iyi arkadaşlar olmaksa ben de gâvurum o zaman,“ dedim. Hasan artık söyleyecek bir şey bulamamıştı.
"Töbe töbe ...“ diyerek kaçıp gitti yanımızdan.
    Gâvurluktan bahsedince aklıma çok üzüldüğüm, daha doğrusu tüm arkadaşların üzüldüğü bir olay geldi.
    Sınıfımızda Nihal isminde bir kız arkadaşımız var. Boyu upuzundur, vücudu gibi yüzü de sanki uzundur. Saçları da uzundur ama hep örülüdür. Öyle uzun kirpikleri var ki, sanki takma diye düşünür ilk görenler. Çok sessiz, kendi içine kapanıktır. Öyle oyunlara falan pek katılmaz. Tüm arkadaşların  şortla katıldığı spor dersine de hep uzun eşortmanlarla katılır. Ailesinin şort giymesine izin vermediğini hepimiz biliriz. Ama dersleri çok iyidir. Sınıfta en iyi notları hep o alır. Almanlar bile onun çalışkanlığına hayrandır. Üstelik kız arkadaşlarına, sadece kız arkadaşlarına, anlamadıkları derslerde hep yardım eder. Biz oğlan çocuklarıyla ise pek konuşmaz. Biz biliyoruz elbet; babası sıkı sıkı "Oğlanlarla konuşma, aynı sıraya oturma" diye evde tembih ediyormuş.
    Biz tüm sınıftakiler haftada bir gün yüzme havuzuna gideriz. Hepimiz yüzme biliyoruz ama havuzda bize nasıl yüzeceğimizi, tramplenden nasıl atlayacağımızı anlatırlar. Yüzme havuzuna gideceğimiz günü hep sabırsızlıkla bekleriz.   Çünkü bizim için çok eğlencelidir.
    Ama o gün yüzme havuzuna giderken hiç birimiz sevinçli değildik. Sınıfa girdiğimizde, Nihal öğretmene bir şeyler anlatıyordu. Öğretmenimiz Nihal'e:
    " Sen merak etme ben babanla konuşur onu ikna ederim,“ dedi. Biraz sonra Nihal'in babası kapıyı çaldı. Onu gören öğretmenimiz, bize beklememizi söyledikten sonra dışarı çıktı. Dışardan sesleri geliyordu, Nihal'in babasının söylediklerini anlamayan öğretmenimiz beni çağırdı:
    " Gel bakalım Mert, ben Halil efendinin söylediklerini anlamıyorum, sen bize tercüme et,“ dedi. Ben dışarı çıkınca:
    " Sor bakalım," dedi öğretmenimiz. "Halil bey Nihal'in yüzme havuzuna gelmesini niye istemiyor?" Ben öğretmenimizin söylediklerini kendisine söyleyince Nihal'in babası:
    " Çünkü kızım namahrem olan bir şeyi yapamaz. Biz müslümanız; kızımın erkeklerle aynı havuza gitmesi, hele de mayo giymesi bizim kitabımızda yazmaz," dedi. Ben Halil bey amcanın ne demek istediğini anlamamıştım. Nasıl tercüme edeyim ki?
    " Halil amca anlamadım, namahrem ne demek. Ben söylediklerini tercüme edemiyorum " dedim.
    " Günah ne demek biliyorsun değil mi? Söyle öğretmenine onun siz erkeklerle havuza gitmesi günahtır, Sünde yani böyle söyle öğretmenine...“
    Şimdi ne dediğini anlamıştım, söylediklerini öğretmenime tercüme ettim. Öğretmenim benim söylediklerimi anladı mı bilmiyorum.
"Bunlar daha sekiz-dotuz yaşında çocuk Halil efendi, çocuklar için günah olur mu?“ dedi. Yine tercüme ettim. Bu kez Halil amca söyle öğretmenine, "Onların dininde günah olmasa da bizim kitabımızda böyle yazmıyor," dedi.
    Yine tam anlamamıştım:
    " Hangi kitap, Halil amca yine anlamadım,“ dedim. Keşke demeseydim. Bu kez bana kızdı.
    " Elbette Kuran, bizim başka kitabımız mı var?" dedi.
    "Öğretmenim Kuranda yazıyormuş, müslüman kızlar çocuk da olsa, onlar için erkeklerle havuza gitmek günahmış,“ dedim.
    Öğretmenim de:
    " Ayşe de, Leyla da, diğer Türk kızları da müslüman çocuğu, onların velileri hiç bir şey demedi ama...“
    Ben öğretmenimin söylediklerini tercüme edince Halil amca daha çok kızdı:
    " Söyle bu karıya, başkaları günah işliyorsa ben de işlemek zorunda değilim..."
    Bu tercüme işinden çok sıkılmıştım.
    " Kesinlikle istemiyor öğretmenim," dedim. Sanırım söylediklerimi Halil amca da anlamıştı. Almanca
    " Nicht gehen, nicht gehen; Sünde, verstanden Sünde,( gidemez, gidemez anladın mı, günah..)“ dedi. Öğretmenim çok üzgündü:
    " Madem istemiyorsunuz, o zaman yapacağımız bir şey yok, " dedi.
    Sınıfa girdiğimizde, öğretmenimizin yüzüne bakan Nihal ne olduğunu anlamıştı. Ağlamaya başladı. Kız arkadaşların hepsi başına toplandı. Babası kızar diye biz erkekler yanına bile gidemedik. Ama ne öğretmenin, ne de bizim yapabileceğimiz bir şey yoktu. Öğretmenimiz:
    " Nihal kızım, sen sınıfta bekleme evine git. Öğleden sonra tekrar derse gelirsin," dedi. Zaten babası dışarda bekliyordu. Nihal'i alıp gitti.
    İlk kez o gün birbirimizle şakalaşmadan, yaramazlık yapmadan sıraya girdik, yüzme havuzuna gittik. Yüzme havuzunda da hiç birimizin neşesi yoktu. Öyle ders yapar gibi yüzdük ve okula döndük.
    Biz sınıfa girdiğimizde Nihal sırasında oturuyordu. Hiçbirimiz konuşmaya cesaret edemedik, öğretmenimiz de...Biliyorduk, konuşsak yine ağlayacaktı.
 
                             X     X    X

     
    Sana noel ağacını anlatacaktım, neler anlatıyorum. Ama sen Mordoğan'da hep:
"Oğlum, Almanya'da istediğin önünde, istemediğin arkanda, ooo...keko“ diyordun hep. Ben buradaki durumları anlatayım da, öyle mi, değil mi sen karar ver.
    Benim sınıfımda bi dolu arkadaşım var. Çoğu Alman: Stephan, Dany, Katrin, Enrico. Ama sadece Alman yok; iki Polonya'lı, bir Rus, bir Yunan, bir Afgan-adı da Cevat-, elbet Türkiye'liler de var. Biri Hatay'lı İskender, Arap. Biri Mardin'li Kürt Sefo, Ali, Ömer,Hasan, Aylin, Gülnihal.
    Aklın karıştı değil mi? Ne yapalım bu Almanya böyle, her milletten insan var. Sınıfta öğretmen olmadığı zaman bizi bir görsen gülersin. Herkes kendi dilinde konuşup diğerlerini kızdırır. En çok da bizim Türkiyeliler.  Sınıftaki tüm çocuklar 'lan' demeyi, 'eşşek' demeyi öğrendi. Babam dün gazeteyi okurken ne dedi biliyor musun:
"Hadi gözünüz aydın! Gazetenin yazdığına göre, sizin gibi haytaların sayesinde 'lan' sözcüğü resmi olarak Alman sözcüklerinin arasına girmiş“

    Stephan ile Katrin beni çok severler. Sık sık evlerine çağırırlar, ben de onları çağırırım. Beraber müzik dinleriz, bilgisayar oyunları oynarız. Annemin lâhmacun yaptığı günler Stephan'ı muhakkak çağırırım. O lâhmacunu benden çok seviyor, benden de çok yer her zaman.
    Ben de onlara gittiğimde Wurst (sosis) ve Pommfritts (patates kızartması) yiyorum. Ninem duysa çok kızar. Wurst bizim sucuk gibi ama domuz etinden yapılmış; bunları kızartıyorsun, bazıları da suda haşlanıyor. Ben en çok suda haşlananını seviyorum. Yumuşacık oluyor. Üstüne de biraz ketçap, biraz Senf koyup Brötchenin(ekmekçiğin) arasına koyup yiyorsun. Senf sizde de var. Hani tatilde annen köfte yaptığında ekmeğin üstüne sürüyordu, neydi adı? Tamam buldum hardal. Almanlar ketçap ve hardal olmazsa yemek yiyemezler.
    Sen şimdi bunları okuyunca bana kızıp; „ Mert yoksa sen Alman mı oldun? Domuz eti yenir mi?“ diyeceksin. Korkma şaka yapıyorum. Ben Wurst yiyorum ama domuz etinden yapılanını değil. Sığır etinden yapılanını. Stephan'ın annesi Wurst pişirdiği her zaman bana etiketini gösteriyor:
"Bak Mert hiç çekinmeden yiyebilirsin, bu Wurst sığır etinden yapılmış,“diyor.


                X   X    X


    Neyse, ben yine sana niye Noel ağacı istediğimi anlatmaya devam edeyim. Noel Bayramı Almanların çok önem verdiği bir bayramdır. Her yıl Kasım ayının son haftasında şehri süslemeye başlarlar. Tüm dükkânlar vitrinlerine ve duvarlarına ışıklı, süsler koyar. Pırıl pırıl yıldızlar, balonlar, çam ağacının yapraklarıyla dükkânlarını süslerler. Evlerinin camlarını, hatta varsa bahçelerindeki ağaçları bile lâmbalarla süslerler. Şehrin meydanlarına da kocaman çam ağaçları diker, bunları da rengârenk lâmbalarla süslerler.
    Noel Bayramı sırasında bir ay boyunca şehrin merkezinde bir pazar kurulur. Bu pazarda çocuklar için birçok şey vardır. Bir evde kukla oyunları oynatılır. Çok komiktir. Hani sen anlatmıştın, Karagöz-Hacivat oyunu gibi bir şey. Çocukların kayması için koca bir alanda suyu dondurmuşlar; burada buz pateni bile yapıyorsun.  Çocuklara paten kiralıyorlar. Ben ilk önce beceremedim çok düştüm ama sonra öğrendim; şimdi artık çok iyi kayıyorum. Bir de dönme dolaplar vardır. Almanlar ona Karussell diyorlar. Ona da küçükken çok binerdim. Ama şimdi büyüdüm artık binmiyorum.
    Noel pazarına akşamları gitmek çok zevklidir. Neden dersen akşamları, hava kararınca pazar yerinde rengârenk ışıklar yanar. Her taraf pırıl pırıldır.
    Bu pazarda bir sürü de küçük küçük kulübeler var.   Bu kulübelerde çeşit çeşit tatlı yiyecekler, balık, patetes kızartması, kömür ateşinde kızartılan Wurst, daha neler neler satılır. Böyle günlerde cadde türüm türüm (Ne demek?Afyon yerel ağzı mı?) yiyecek kokar.
    Noel pazarı her yıl Kasım ayının son haftasında kurulur. Yılbaşına kadar devam eder. Hep tıklım tıklım dolu olur. Babamın dediğine göre Almanlar akrabalarına hediye almak bu pazardan alışveriş yapmak için bankadan kredi çekerlermiş. Çünkü bu bir ayda o kadar çok para harcarlarmış ki, aylıkları yetmezmiş.
    Babamla gittiğimizde herkes ne yapıyor diye hep izlerim. Büyükler ve yaşlılar önce ya yağda kızarmış balık ya da domuz pirzolası yerler. Almanların en çok sevdiği de kömür ateşinde kızartılmış sucuk, yani Bratwursttur. Bunun sığır etinden yapılanı da var. Bir de Reibekuchen dedikleri şeyi muhakkak yerler. Bu da  annemin kabakla yaptığı mücverin patetesle yapılanı. Ondan sonra da muhakkak, ama muhakkak ya bira içerler ya da sıcak şarap.
    Sana bu pazar yerindeki kulübelerde olanların hepsini anlatsam sayfalarca yazmam lâzım. Ama en meşhur olanları yazayım. Bazı kulübelerde camdan süs eşyası satıyorlar. Bu süsleri  noel ağacına takıyor veya evlerini süslüyorlar. Ben bu cam eşya satan kulübelerdeki ustaları seyretmeyi çok severim. Bu ustalar rengârenk camları bir çubuğun ucuna takıp ısıtıp üfürerek şekil verirler. Rengârenk hayvan figürleri, balonlar daha neler neler yaparlar. Bir başka kulübede tahtadan yapılmış küçük Noel süsleri satılır.  Kulübenin içindeki bir ustayı çalışırken seyredebilirsin. Bu ustayı görsen gülersin.  Öyle bir bıyığı var ki, kıvırıyor, boynuna kadar uzatıyor. Upuzun bir de sakalı var. Başında da yeşil keçeden  yapılmış bir külâhı vardır. Biz çocuklar toplanıp onu seyrederiz. Çünkü çalışırken komiklikler yapar. Elindeki çekici fırıl fırıl çevirir, önünde çalıştığı tahtayı düşürür gibi yapar ama yere düşmeden yakalar.
    Çocukların başından ayrılmadığı kulübe ise şekercilerdir. Badem, şamfıstığı, fıstık gibi çerezleri kulübedeki altında ateş yanan ve içinde şeker olan kazana atar. Üstü şekerle kaplanınca sıcak sıcak satarlar. Ben en çok badem şekerini severim; hele de sıcak olursa çok güzel olur. Bir kulübede de ressam amca oturur. Onun bıyıkları da uzundur, burnu da, başında da hep, hani Fransızların giydiği türden, lacivert bir şapka (bere) vardır. Ha.. bir de boynunda hep rengârenk bir eşarp. Onun kulübesi hep pazar yerinin yanındaki kilisenin karşısındadır. Sık sık bu kiliseye bakar, elindeki kalemle  ölçüyormuş gibi birşeyler yapıp, kara kalemle kilisenin resmini çizer. Kilisenin üstünde yüzlerce küçük heykel vardır. Bu heykellerin aynısının tıpkısını çizer. Kimbilir bir resim yapmak için kaç saat uğraşıyordur. O da resimlerini satar ama çok çok pahalıdır resimleri.
    Tüm kulübeleri anlatmam olanaksız;  kuru meyva satanlar, peynir, salam, sosis satanlar. Benim aklıma hepsi gelmiyor.
    Stephan'ın babası Josef amca çok iyi bir insandır. Neden dersen, Stephan ve beni bu pazara götürdüğünde yanımızda sınıfımızdan bir kaç arkadaş daha olur.
Stephan onlara daha önce pazara gideceklerini söyler birlikte gideriz. Ama bu arkadaşlar hep ailesi sosyal-yardımla geçinen arkadaşlardır. Josef amca bize ne alırsa onlara da alır. Hatta onlara daha fazla alır, eve götürmeleri için torbalarına doldurur.
    Benim ninem de çok hayırseverdir. Ben Stephanla veya annemlerle Noel pazarına giderken bana para verir. „ Ne alırsan, fazla al sınıfındaki yoksul arkadaşlarına da ver,“ diye sıkı sıkı tembih eder.
    Ben bir kere onu kızdırmak için ;
"Nine yoksul gâvur çocuklarına da vereyim mi?“ diye sordum. Hiç kızmadı, başımı okşayıp:
"Çocuğun gâvuru, müslümanı olmaz, hatta daha çok gâvurların çocuklarına ver ki, daha çok sevap kazanayım,“ dedi. Bazen ninemi anlayamıyorum. Hem gâvurlara kızar, hem de böyle şeyler yapar. Neyse...
     Annem ve babamla gezerken biz de Wurst  alır yeriz - elbet sığır etinden yapılanını. Ama birgün ben Stephan'la gezerken domuz etinden yapılan Wursttan yedim.  Üstüne hardal ve ketçap döktük, çıtır-çıtır çok güzeldi. Stephan'a  "Bizimkilere söyleme," diye sıkı sıkı tembih ettim.
 
    Buradaki Türkiyelilere domuz eti deme de, ne dersen de. Hepsi bu konuda çok hassastır. Birgün babamla Türk bakkalından alışveriş ediyoruz. Cumartesi günleri bakkalın kasap kısmı çok kalabalık olur. Biz de et almak için sıramızı bekliyoruz. Önde de sakallı bir amca vardı. Kasaba:
"Elindeki bıçağı nereden aldın?“ diye sordu. Kasap şaşırmıştı.
"Ne bileyim hacı emmi, patrona sor,“ dedi. Sakallı amca:
    „Bu bıçakla daha önce domuz eti kesilmediğine yemin edebilir misin?“ deyince babam dayanamadı:
"Hacı emmi, hepimiz müslümanız, bizi bekletme etini alacaksan al, almayacaksan, çekil git!“ dedi. Sırada bekleyenler de çok kızmıştı, herkes söylenince sakallı amca:
"Madem yemin etmiyorsun, ben de et almam buradan,“ deyip çekip gitti.

    Aklıma domuzla ilgili başka bir öykü daha geldi. Bahar gelince her sene öğretmenler bizi piknik yapmaya götürür. Piknikte mangal yakar, et-tavuk-sosis gibi şeyler kızartırız. Öğretmenler Türkiyeli çocukların domuz yemediğini bildiği için geçen sene babama koyun eti alması ve kendisinin kızartması için rica etitiler. Babam da etleri aldı, köfte, kuşbaşı herşeyi hazırladı. Ve kızartmaya başladı. Hepimiz severek yedik. Hasan, hani şu Kuran kursuna giden arkadaşım, çok susadığı halde meyva sularından içmiyordu. Babam bardağına doldurduğu meyva suyunu içmediğini görünce:
"Ömer evlâdım, sen niye meyva suyunu içmiyorsun? „ dedi. Ömer ne dedi biliyor musun?
"Amca, bazen bu meyva sularının içinde de, domuz yağı oluyormuş. Babam 'Sormadan içme' dedi, onun için içmiyorum,“ deyince, hepimiz gülmeye başladık. Öğretmenler de ne olduğun anlamamıştı. Ama babam hiç gülmedi. Meyva suyunun arkasındaki yazıları gösterip, içinde domuz yağı olmadığıını söyledi. O zaman Hasan da önündeki portakal suyunu kana kana içti.
  
                                               X  X   X


    Noel ağacını anlatacağım derken aklıma hep komik şeyler geliyor. Sana daha önce bahsettiğim Stephan çok iyi arkadaşım. Onu anaokulundan beri tanıyorum.
Almanlarda Noel bayramı bizdeki yılbaşı gibi bir gün sürmüyor. Tam bir ay sürüyor.
    Masalarına bir ay önce kocaman mumlar koyuyorlar. Tam dört tane. Noele kadar bu mumları her hafta bir tane yakıyorlar. Mumları koydukları masada da hep fındık, fıstık, ceviz olur. Niye bilmem. Stephan'a sordum o da bilmiyordu. Annesine sordu. O da:
       „Âdet böyle çocuklar,“ dedi. Herhalde nedenini o da bilmiyordu. Bir de çocuklar için kocaman Noel takvimi alınıyor. Bu takvimde hergün için küçük kapaklı kutular var. Çocuklar hergün sırayla bu kapakları açıp içindeki çukulataları yiyorlar.
    Ben de ana okulunda iken anneme söyledim, bana da aldı. Artık her sene bu takvimden bana da alınıyor. İlk alındığı zaman ninem yine söylenmeye başladı:
"Kız Fato iyi baktın, sordun, soruşturdun değil mi? Bu çukolataların içinde domuz yağı falan olmasın!...“
    Annem yemin billah edip içinde domuz yağı olmadığını söyleyerek ninemi rahatlattı.
    Sen ninemi tanımıyorsun. Çünkü o bizimle birlikte izne gelmiyor. Dedem çok eskiden gelmiş Almanya'ya; tam kırk sene çalışmış. Emekli olduktan bir sene sonra da ölmüş. Bizimkiler cenazelerini hep Türkiye'ye götürür. Ama dedem:
    „Beni burada gömün. Hiç olmazsa arkamda başımda Kuran okuyacak Ayşe var,“ demiş. Anladın herhalde, Ayşe ninem. Ninem beni de alır sık sık mezarına gideriz. O kuran okur, ben de mezardaki çiçekleri sularım.
    Ninem dedem öldükten sonra, 'Sefom beni hiç yalnız bırakmadı, ben de onu yalnız bırakmam,' diye Türkiye'ye gelmiyormuş.
    Ben ninemi çok severim, o da beni çok sever. Ne istersem yapar. Parka götürür, sevdiğim yemekleri yapar. Ama kızdığı zaman çok korkarım. Çünkü bana kızınca odasına kapanır, saatlerce çıkmaz. Ninem namaz kılarken benim odasına girmemi istemez. Birgün sordum:
"Nine namaz kılarken niye odana girmemi istemiyorsun?“ Ne dedi biliyor musun:
"Merdom seni o kadar çok seviyorum ki, sen odaya girince sana bakmak istiyorum, o zaman namazım bozulur, günaha girerim. Onun için senin  odada olmanı istemiyorum.“
    Ninem hiç boş durmaz. Yemek yapar, örgü örer, ütü yapar. İşi bitince de ya tesbih çeker ya da Kuran okur. Hiç televizyona bakmaz, niye bilmem. Başında hep beyaz bir başörtüsü vardır. Çok güzeldir bu başörtüleri. Çünkü her başörtüsünün kenarında rengârenk çiçekler, yapraklar olan oyalar vardır. Bu oyaları da boş zamanlarında hep kendisi yapar. Elinde küçücük mekik dediği bir alet vardır. Bu aletle nasıl yapıyorsa iplikleri sokar çıkarır, çok güzel oyalar ortaya çıkar. 'Bana da öğret,' diye yalvardım. 'Erkekler oya işlemez, hadi git başımdan,' diye bana kızdı.
    Ninemin bembeyaz bir yüzü, masmavi gözleri vardır. Başında o oyalı başörtüsüyle  köşesinde otururken, yüzüne bakarım. Çok hoşuma gider. Ama kızdığı zaman, sanki yüzüne başka bir maske takmıştır. O zaman gözleri de masmavi değildir. Kaç kere dikkatle baktım. Kızınca gözlerinin rengi değişiyor, kül rengi oluyor.
    Az önce yazdığım gibi, ninemin en büyük korkusu benim gâvur olmam. Kuran öğrenirsem gâvur olmazmışım. Dört beş yaşında iken bir gün elimden tuttu:
"Gel bakalım, seni Kuran kursuna götüreceğim,“ dedi. Birlikte gittik, gittik, bizim mahalledeki camiye geldik. Şimdi sen Almanya'da ne camisi, diye düşünüyorsun. Oooo bizim burada da bir sürü cami var. Bazıları küçük, minaresi yok.  Ama bazılarının minaresi bile var. Neyse, caminin yanında bir salon var. Salona girdik, hoca efendinin odasına gittik. Ninem yolda sıkı sıkı tembih etmişti:
"Oradaki öğretmene hoca efendi diyeceksin ve elini öpeceksin,“ diye. Ben ninemin dediği gibi, hoca efendinin elini öptüm. Onlar birşeyler konuştu. Sonra salona girdik. Ninem:
"Ben eve gidiyorum, kurstan sonra, arkadaşların seni eve getirir,“ dedi. Salonda kimi benden küçük, kimi büyük on-onbeş çocuk vardı. Hepsi yere minderlere oturmuştu. Önlerinde de acaip küçük masalar vardı. Bu masaların adına rahle denirmiş. Beni de böyle bir masanın önüne oturttular. Sonra hoca efendi gelip karşımıza oturdu. O da minderde oturuyordu. Onun önünde de rahle vardı. Hoca efendi derse başlamadan:
    „Çocuklar Mert kardeşiniz de, bugün kursa başladı. Mert bugün sen sadece dinle. Bir gün sonra sana da kitabını vereceğim"  dedi. Sonra ders başladı. Hoca efendi:
    „El elli , ley leyli bala bim...“  gibi komik şeyler söylemeye başladı. Tüm çocuklar da onun söylediklerini hep birlikte söylüyordu. Benim çok komiğime gitti, gülmeye başladım. Hoca efendi:
"Gülme Mert evlâdım, günah olur,“ dedi. Ama onlar, ' ell elli, ley leyli..“ diye başlayınca, benim yine gülmem geldi, dayanmadım güldüm. Bu kez hoca efendi kızdı. Susup dinlememi istedi. Ama onlar başlayınca ben yine dayanamadım güldüm.  Ben gülünce, diğer çocuklar da gülmeye başlamıştı. Hoca efendi çok kızmıştı. Bana:
    „Mert sen çık dışarda bekle,“ dedi. Ben de dışarı çıktım. Bekledim, bekledim onlar içerde hep beraber aynı şeyleri yineliyordu. Baktım olacak gibi değil, yolu bildiğim için yürüye yürüye eve geldim.
    Ninemi çok seviyorum, onu kırmak, üzmek istemiyorum. Yalan söylemek kötü biliyorum ama ninemi üzmemek için mecburen yalan söyleyeceğim.
    Kapıyı çaldım. Babam açtı. Çok sevinmiştim. Benim tek başıma eve geldiğimi gören babam şaşırmıştı:
"Nerden geliyorsun oğlum böyle tek başına,“ diye sordu.
"Kuran kursundan geliyorum Papi, hoca beni kovdu, ninemle konuş ben gitmek istemiyorum bu kursa,“ dedim.
    Babam:
"Benim hiç haberim yok, bilsem göndermezdim oğlum,“ deyince babama sarılıp ağlamaya başladım. Sesimizi duyan ninem de elinde tesbihi odasından çıkıp geldi. Benim ağladığımı görünce, saçlarımı okşamaya başladı. Niye bilmiyorum, o saçlarımı okşayınca ben daha çok ağladım.
"Bu Kuran kursu nereden çıktı, benim niye haberim yok, anne?“ diye bıyıklarını çekiştirmeye başladı babam. Demek ki çok kızmıştı. Babam kızınca bağırıp çağırmaz ama konuşurken hep böyle bıyıkları çekiştirir.
"Senin haberin olsa, çocuğu göndermezdin. Ben de senden habersiz götürdüm çocuğu. Merdom sen niye geldin peki?“
"Hoca beni kovdu nine, onlar, a elli, bebe belli leylum gibi şeyler söylüyordu. Ben de güldüm, hocaefendi de beni kovdu." Bu kez biraz da yalandan yeniden ağlamaya başladım. Biliyorum, benim ağlamama ninem dayanamaz, gelip sarıldı bana, ben de ona sarıldım:

"Çav reşe min, böyle konuşma çarpılırsın sonra. Günaha girersin. „ Kürtçe konuşmaya başlayınca ninem ya çok sevinçlidir, ya çok üzgün. 'Çav reşe min' biliyorum, 'kara gözlüm ' demek. Çarpılmak ne demek bilmiyorum. Korkmuştum.
"Çarpılmak ne demek papi,“ dedim.
"Anne, bu küçücük çocuğa neler söylüyorsun. Çarpılmak insanın, elinin kolunun tutmaması demektir. Ama korkma Allahın işi gücü yok da senin gibi küçücük çocuklarla mı uğraşacak. Çocuk büyüsün, ne yapacağına, ne edeceğine kendi karar verir. Kendi istiyorsa o zaman Kuran da öğrenir, namaz, niyaz da...Ama bırak kendi karar versin, anne.“ Ama ninem de inatçıdır:
"Zaten senin yüzünden bu çocuk gâvur olacak; kendi nasıl karar versin. Kabahat hep sende, ne namaz kılarsın, ne camiye gidersin. Bayramlarda, cumalarda bile namaz kıldığını görmedim. Ne demekse ' Biz doğarken abdestimiz alınmış, namazımız kılınmış,' diye diye bu çocuğu da kendin gibi yapacaksın. Ninem çok kızmıştı, Kürtçe birşeyler söyleyerek gidip odasına kapandı.
    Kuran kursuna gitmeyeceğime çok sevinmiştim. Ama ninemi kızdırdığıma da üzülmüştüm. Babamın niye namaz kılmadığını, camiye gitmediğini bilmiyorum. Hiç sormadım. Ama şimdi tam sırasıydı.
"Baba sen niye namaz kılmıyorsun? Niye camiye gitmiyorsun?“ diye sordum.
"Bak güzel Merdim,“ dedi babam.“ Benim annem babam Aleviydi, biz namaz kılmayız.“
"Yani sen gâvur musun baba? „
"Niye gâvur olayım oğlum! Sen daha küçüksün, bunları daha sonra konuşuruz,“  dedi babam. Allahtan annem evde yoktu. O olsaydı, çıngar çıkardı. (  Çıngar çıkması ne demekse, bunu da hep babam söyler.) Çünkü ninem, annemle Kürtçe konuşmaya başlar, babam da anlamadığı için çok kızardı.

                    X     X   X


    Sevgili Yavuz, sen şimdi "Hep babanı ve nineni anlatıyorsun, annenden hiç bahsetmedin," diye düşünüyorsundur. Biraz da annemi anlatayım. Annemin adı Fatma. Ama ninem hep Fato, babamda Fatoş der. Ben de mami derim. Gerçi ninem benim mami dememi istemez:
"Bu ne Alamanlar gibi anana mami diyorsun. 'Ana' desene kızıma“ diye kızar. Ama ben unutur yine mami derim. Ne yapayım, burada bütün çocuklar annelerine mami diyor, benim de dilim alışmış. Annem çok iyi Almanca bilir, benimle hep Almanca konuşur. Annem Kürtçe de biliyor. Benim veya babamın bilmesini istemedikleri bir konu olunca ninemle Kürtçe konuşurlar. Bana da biraz öğrettiler ama konuşmadığım için hep unutuyorum.  Ninem:
"Kara köpeğim bana bir bardak su ver " dediği zaman. Ben de:
"Ser sere min ser çara çave,“ deyip getiriyorum. Ninem çok seviniyor. Bu da Kürtçe başım gözüm üstüne demekmiş. Neyse sana annemi anlatacaktım.
    Annem ninemle, dedemin tek çocuğu. İki çocukları daha varmış ama onlar Türkiye'de iken ikisi de ölmüş. Birisi iki yaşındayken hasta olmuş. Elbet köylerinde doktor falan olmadığı için, küçük dayım ateşler içinde yanmaya başlayınca kasabaya götürmek istemişler. Ama yolda can vermiş.  Ötekinin adı da Memo imiş. Ninem:
"Memom dokuz aylıkken öldü, çok güzel bir çocuktu,“ diye ağlayarak anlatır hep. Kardeşinin nasıl öldüğünü annem anlattı. O zamanlar annem üç-dört yaşındaymış.  Köyde geçinemedikleri için kasabaya göçmüşler. Ninem de, dedem de, buldukları işlerde çalışıyorlarmış. Ninemin çalışmaya gittiği bir gün, dedem evdeymiş ama çok yorgun olduğu için uyuyakalmış. Memo da beşiğinde uyuyormuş. Evlerinde çok sinek olduğu için ninem dayımın beşiğinin üstünü hep tülbentle örtermiş. Tülbent kayıp Memo'nun ağzını tıkamış, kundakta sarılı olduğu için elleriyle tülbenti çekememiş ve boğulup ölmüş. Annem de kapı önünde oynuyormuş. Dedem de inşaatta çalıştığı için ölü gibi uyuyormuş. Oğlunun ağlamalarını hiç duymamış. Annem:
"Kardeşim kundakta olmasaydı, tülbenti çekip boğulmaktan kurtulurdu,“ diye anlatır hep.
    Dayılarımın resimleri bile yok. Onlardan bahsedilince ninem hep sallanarak Kürtçe ağıtlar yakarak ağlar. Ne dediğini anlamam hiç. Ama onun ağıtları, nasıl söylesem, hem çok acıklıdır, hem de çok güzeldir. Annem anlatır. Ben çok küçükken, ninem ağıt yakınca ağlamaya başlarmışım. Şimdi artık ağlamıyorum ama o ağıt yakmaya başlayınca dizinin dibine oturup dinlemeyi seviyorum.
    Amaan Yavuz, sana komik şeyler anlatmak isterken aklıma böyle acıklı şeyler de geliyor. Annemi anlatıyordum değil mi. Annem de küçük yaşta dedem ve ninemle birlikte Almanya'ya gelmiş. Dedem de tüm Almancılar gibi para biriktirip bir an evvel Türkiye'ye dönmek istiyormuş. Önceleri ninem de çalışmış. Annemi de okula vermişler. Annem ilkokulu bitirince eve daha çok para girsin diye onu da bir fabrikaya sokmuşlar. Hem de bir mobilya fabrikasına. Küçük olduğu için elbette kaçak çalışıyormuş. Başka kaçak çalışan küçük kızlar da varmış. Annem: „ Molalarda diğer kızlarla toplanıp, yakan top oynardık hep,“ diye anlatır. Ama bir gün fabrikada kontrol olmuş, annemin kaçak çalıştığı ortaya çıkmış. Ve çalışması yasaklanmış. Daha sonra annemi satıcılık mesleğini öğrendiği bir kursa göndermişler. Kursu bitiren annem büyük bir süpermarketin kasasında çalışmaya başlamış. Babamla da burada tanışmışlar. Birbirlerini sevmişler, gizli gizli buluşmaya başlamışlar. Sonunda babam yaşlı bir kaç arkadaşını yanına alıp annemi istemeye gitmiş.
    Gitmiş ama neler olmuş bir bilsen. Dedem sormuş:
"Kimsin, kimlerdensin? Hele bir anlat gurban.“ Babam da saf saf:
"Çorum'un köylerindenim, Türküm, Aleviyim, „ deyince kıyamet kopmuş. Ninem:
"Biz Aleviye kız vermeyiz, hadi güle güle,“ diye babamı ve arkadaşlarını evden kovmuş. Ama annem direnmiş:
"Vermezseniz kaçarım, burası Almanya,“ demiş. Dedem yumuşak adammış, kızını da çok severmiş. Vermeye razı olmuş. Annemle babam evlenmişler ama inatçı ninem bir sene damadıyla, yani babamla konuşmamış. Sonunda o da kabullenmiş. Dedemin ölümünden sonra ninem de bizim evde kalmaya başlamış. Şimdi ninem de babamı çok seviyor. Yine de kimi zaman:“ Adam gibi adamsın bir de Alevi olmasaydın,“ der.
    Annem çok az konuşur, ne kadar kızarsa kızsın hiç bağırıp çağırmaz. Sen de gördün, çok da güzeldir. Boyu da, saçları da upuzundur. Gözleri de masmavidir. O kadar uzun kirpikleri var ki, görenler hep takma kirpik taktığını zannediyor. İşte böyle...
    Hep ninemin beni çok sevdiğini söyleyip duruyorum. Ama ona verdiğim küçük bir hediyeden sonra beni daha çok sevmeye başladı. Türkiye'ye izine geldiğimizde bir caminin önünden geçiyorduk. Baktım önünde tesbihler satılıyor. Hemen ninem aklıma geldi. Annemden para isteyip hemen bir tesbih aldım. Hani şu doksandokuzluk olanlardan. İmamesinde de bir delik var, bakınca içinde mekke medine gözüküyor. Püskülü de yeşil çok güzel, hem de gül esansı sürdükleri için mis gibi kokuyor. İzin dönüşü bu tesbihi nineme verince öyle sevindi ki, ağlamaya başladı. Bana sarılıp şapur şupur öptü. Şimdi o tesbihi elinden hiç düşürmüyor. Boş zamanlarında odasına kapandığında hep o tesbihle dua ediyor.
   
                X    X  X


    Sevgili Yavuz, Türkiye'de iken:
"Almanya'da bütün çocuklar Almanca konuşurken, sen Türkçeyi nasıl öğrendin?“ diye soruyordun. O zaman uzun uzadıya konuşmak olanağımız olmamıştı.
    Almanya'da da ilk okulda Türkiye'den gelen çocuklara haftada bir kaç saat Türkçe dersi veriliyor. İlkokula başladığımda ilk iki sene adı Gülsüm olan, biraz şişman ama çok neşeli bir kadın Türkçe öğretmenimiz vardı. Bize Türkçeyi o sevdirdi. Bize oyunlar oynatırdı ama sözcük oyunları. Örneğin, birimiz tahtaya bir sözcük yazardık, diğer arkadaşımız o sözcüğün bittiği harfle yeni bir sözcük yazardı. Yanlış yazarsak öğretmenimiz düzeltirdi. Örneğin; ilk tahtaya kalkan OKUL yazar, ondan sonraki LİMON, sonraki NANE, EŞEK, KEDİ... Böyle sürer giderdi. Başka oyunlar da öğretirdi. Dersinde hiç sıkılmazdık. Sonra bize çocuk öyküleri dağıttı. Bu öyküleri de sırayla okuyor, sonra anlatıyorduk. Böylece Türkçemiz gelişiyordu.
    Ama üçüncü sınıfta başka bir Türkçe öğretmeni geldi. Kocaman gözlükleri, dudaklarının üstünü örten bıyıkları vardı. Sınıfa elinde hep bir gazeteyle gelir. Sonra bize ödev verir, kendisi de ya gazete okur ya uyuklardı. Artık benim için çok sıkıntılıydı Türkçe dersleri; zaten bir şey öğrendiğimiz de yoktu. Türkçe derslerine gitmek bizde zorunlu değil. Babama öğretmeni anlattım, derste çok sıkıldığımı söyledim. Babam öğretmenimiz Demir'i çok iyi tanıyordu:
"Kendisini tanıyorum. Zaten bu tür insanlar bir kaç ayda öğretmen oldu. Bir şeyden anladıkları yok. Adamın lokantası var, gece bire kadar orada para kazanır, sabahları da elbet derste uyuklar. En iyisi sen gitme; ben sana evde Türkçe öğretirim,“ dedi.
     Ben  Türkçe konuşup, yazmayı babama borçluyum.
    Beş-altı yaşıma gelinceye kadar babam uyumadan önce yanıma gelir, bana Türkçe öyküler okurdu. En çok da Küçük Kara Balığı. Bu öyküyü çok sevmiştim, tekrar tekrar okuttum. Şimdi bile çoğu yeri aklımdadır.
    Aslan babam sonra kendisi anlatmaya başladı. Öyle kitaplardan falan değil, resmen uydurarak anlatıyordu. Ama hakkını yemeyeyim, doğrusu çok güzel anlatırdı. Anlattığı öyküde Ayşe ile Ali adlı iki arkadaş oto-stop yaparak dünyayı gezerler. Ben de onların öyküsünü babamdan dinlerken dünyadaki farklı ülkeleri, farklı insanları az çok öğreniyordum.
    Benim aslan babam bazen kafayı çeker.(Kafa çekmekle, içki içmenin ne alâkası varsa. Almanlara içki içmek yerine kafa çektim, diye tercüme etsek hiç birşey anlamazlar.Neyse...) Babam kafa çektiği günler bir gün önce anlattığını unutup başka yerden başlıyordu.  Bir kere:
"Ayşe ile Ali Amerika'ya kaçak gitmek için geminin ambarına saklanmışlar,“ diye başladı. Oysa bir gün önce Amerika'ya gelmiş, hatta kızılderilerle arkadaş olmuşlardı. Ben de:
    „Baba, Ayşe ile Ali dün Amerika'ya gelmişlerdi, „ deyince. Babam hiç bozuntuya vermeyip:
"Elbet gelmişlerdi, ben senin iyi dinleyip, dinlemediğini anlamak için baştan başladım,“ dedi. Bu büyükler hep böyle değil mi? Kendi hatalarını hiç kabul etmezler. Ama biz çocuklara "Hata yapmayın" diye nutuk çekerler hep.
    Bu öykü bittiğinde babam:
"Merdo sana bir itirafta bulunacağım; ben küçükken İki Çocuğun  Devr-i Alem Seyahati diye bir kitap okumuştum. Sana anlattıklarım bu öyküden aklımda kalanlardı,“ dedi.   
"Olsun aslan babam yine de çok güzeldi, ben çok şey öğrendim,“ dedim. Babam sevindi.
    Daha sonra babam, 'Vater und Sohn' ; yani 'Baba ve Oğlu' diye bir kitap getirdi. Kitapta hiç yazı yoktu, sadece karikatürler vardı. Babam:
"Artık ben anlatmayacağım, sıra sende, bu resimlerde gördüklerini anlatacaksın,“ dedi. Her sayfada yedi sekiz resim vardı Resimlerdeki baba hep komiklikler yapıyor. Örneğin; babasının şapkası rüzgârda uçuyor, çocuk koşup geri getiriyor. Babası çocuğun önünde giderken önündeki suyu görmüyor, tam suya düşecekken çocuk koşup babasını kurtarıyor. Böyle şeyler...Ben gördüklerimi anlatıyordum, babamla hep gülüyorduk. Bazen Türkçe sözcükleri bulamıyordum o zaman babam yardım ediyordu... Böylece ben de bilmediğim sözcükleri öğreniyordum. Ben yanlış bir cümle kurunca babam düzeltiyordu.
    Okula başlayınca da bana hep Türkçe çocuk kitapları aldı. Bir gün elinde çok güzel kabı olan bir defterle geldi.
"Hadi bakalım artık sen okumayı yazmayı öğrendin. Bu deftere her gün başından geçenleri yazacaksın, ben de düzelteceğim,“ dedi. Ben de her gün defterime o gün olanları yazdım. Ama babamın bilmesini istemediğim şeyleri yazmadım elbet.  Bir kaç ay sonra babam artık yazdıklarımı düzeltmeyi bıraktı. Ben hâlâ her gün olmasa da günlük tutmaya devam ediyorum.
 Sen buradaki Türkiyeli çocuklarla konuşsan gülersin, daha doğrusu birşey anlamazsın. Çünkü onlar  araya hep Almanca sözcükler katarak konuşurlar...

                X    X   X

    Baba ve Oğlu kitabından bahsederken, benim de babamla başımdan geçen çok komik birşey geldi. Dört beş yaşındaydım. Daha okula başlamamıştım. Babam bana yepyeni iki tekerlekli bir bisiklet aldı. Binmesini de hemen öğrendim. Bizim kaldığımız şehrin yakınında çok orman var. Bu ormanların arasındaki patikalarda bir gün babamla bisiklete biniyorduk. Birden yolun üstünde toprak topakları gördüm. Üstlerinden dumanlar çıkıyordu. Şaşırmıştım:
"Baba bunlarda ne?“ diye sordum. Babam gülerek:
"Onlar şu ilerde giden atların kakası,“ dedi.
"Ama niye üstlerinden duman çıkıyor?“
"Oğlum kakaların yeni yaptıkları için sıcak onun için duman çıkıyor,“ dedi.
    Keşke bunu sormasaydım:
"Baba atlar kaka yapınca popolarını nasıl siliyorlar?“ Babam kahkahalarla gülmeye başladı. Az daha bisikletten düşecekti.
"Ne komik çocuksun oğlum. Hiçbir hayvan poposunu silmez, sadece biz insanlar popomuzu sileriz,“ dedi. Babama kızmıştım, ben daha küçüğüm, (köpek ve kediler hariç ) hayvanları sadece hayvanat bahçesinde gördüm nereden bilebilirim ki?
Birden aklıma bir kurnazlık geldi.
"Peki köpekler poposunu siler mi?“ dedim.
    Babam:
"Onlar da silmez,“ dedi.
"Ama komşumuz Maria teyzenin küçük bir köpeği var. Parkta kaç kez gördüm. Köpeği kaka yapınca kucağına alıp poposunu sildi.“
    Bu kez babam ne diyeceğini şaşırmıştı. Ne diyeceğini bilemedi.
"O bir istisna (bu sözcüğü de o bisiklet gezisinde öğrendim) Maria hanım çok titiz olduğu için silmiş, aslına bakarsan silinmez,“ dedi. Babamı bir kez daha yenmeyi düşündüm.
"Baba biz popomuzu tuvalette siliyoruz, ama ninem hep popomu suyla yıkamam gerektiğni söylüyor, yoksa günah olurmuş.“
"Sen boş ver nineni, o Türkiye usulünü biliyor. Biz şimdi Almanya'da yaşıyoruz, o nedenle kağıtla silmemiz gerekir,“ dedi.

                                                  X   X    X

    Bak sana bu Almanya ile ilgili çok ilginç bir şey daha anlatayım. Hani, sık sık bahsettiğim Stephan var ya, onların evine giderken kapılarının önündeki kaldırım taşlarının ortasında metalden yapılmış, dörtgen şeklinde birşeyler gördüm. Üstelik üstünde isimler vardı. Tam altı tane. Hepsinin üstünde Eichmann Familie yazıyordu. Ve 1923-1942, 1910-1942 gibi tarihler vardı. İlk tarih farklıydı ama son tarih hepsinde 1942 idi. Çok merak etmiştim. Stephan'a bunların ne olduğunu sordum. Anlaşılan o da çok iyi bilmiyordu.
"Evde anneme sorarsın, o daha iyi anlatır,“ dedi.
    Eve girer girmez Marie Tanteye sordum:(Ben ona hep Marie teyze derim. Ama teyze desem anlamaz onun için elbet Almanca Tante,diyorum.)
    „Bu metalleri evinizin önüne kim koydu Tante? Üstündeki isimler sizin aileniz mi?“
    Çok sabırlıdır Stephan'ın annesi. Bilmediğimiz bir şeyi sorarsak hep sabırla anlatır.
    „Otur bakalım, çok sevdiğin şu kakaoyu içmeye başla. O yazıları anlatacağım şimdi sana. Ama anlattıklarımın tümünü anlayamazsın. Devamını büyüyünce baban anlatır sana tamam mı?“ dedi.
"Tamam,“ dedim. Ama içimden de yine sanırım bilmemi istemiyeceğim şeyler var onun için her şeyi anlatmak istemiyor, diye düşündüm.
"Nazi, Hitler ne demek hiç duydun mu?“ dedi.
    „Duydum elbet, Naziler ve Hitler kötüdür. Yabancılara düşmandır,“ dedim. Bunları da babamdan duymuştum ama açıkçası onlar hakkında fazla bir şey bilmiyordum.   
"Çok doğru; onlar kötüdür. Altmış-yetmiş sene önce bu ülkeyi Hitler ve Naziler yönetiyordu. Savaş çıkarıp milyonlarca insanın ölümüne neden oldular. Üstelik Almanya'da yaşayan Yahudi olan Almanları da katlettiler.“
    „Niye,“ diye sormadan duramadım. „Madem onlar da Alman niye onları öldürmüşler ki?“
    „Bunları biraz daha büyüyünce anlarsın. Şimdi kapının önündeki metal isim levhalarının niye konulduğunu anlatayım sana. Bu bizim oturduğumuz ev 1930'larda, ( Ato, tarihi düzelttim cünkü savas 1 Eylül 1939'da baslamisti; dalginligina geldi, herhalde!) yani savaş başlamadığı  yıllarda Yahudi bir aileye, aitmiş. Zaten bu şehirde kaldırımlara bakarsan yüzlerce böyle metal levha görürsün. Bunlar hep katledilen Yahudi ailelerin evlerinin önüne konulmuştur. Üstündeki tarihler de o evde oturanların isimleri, doğum ve ölüm tarihleridir. Şehir idaresi o kötü olaylar unutulmasın diye bu metalleri kaldırımlara yerleştirmiş.“
"Niye hepsinin ölüm tarihi aynı; hepsininki 1942.“
    „Anlatmaya çalışıyorum sevgili Mert. Onlar kendi ecelleriyle ölmemiş. Hepsi toplama kamplarına götürülmüş ve orada öldürülmüş. Bu nedenle ölüm tarihleri hep aynı.“
    Birden aklıma geldi, Stephan'ın soyadı da Eichmann, kaldırımlardaki isimlerinde soyadı hep aynı: Eichmann'dı. Keşke sormasaydım:
"Peki sizin soyadınızla , kapıdakilerin soyadı niye aynı? Yoksa?...“
    Marie teyze ağlamaya başlamıştı...Anlamıştım elbet, keşke sormasaydım, diye düşündüm ama iş işten geçkişti artık. Kalktı, gidip bir bardak su içti, yüzünü sildi ve anlatmaya devam etti:
"Madem bu kadar merak ettin, hepsini anlatacağım. Onlar benim büyük babam, ninem, teyzelerim...Ben de Yahudiyim. Ama annem ve babamı, gelecek tehlikeyi gören ve çok zengin olan dedem savaş başlamadan önce İngiltere'ye göndermiş. Ben savaş bittikten sonra İngiltere'de doğmuşum. Dedem belki işler düzelir, diye malını mülkünü bırakıp kaçmamış. Dedim ya, çok zenginmiş. O kadar zenginmiş ki, tam üç tane kumaş fabrikası varmış.  Belki işler düzelir, diye düşünmüş. Ama düşündüğü gibi olmamış. Bir iki sene fabrikalarında üretim yapmasına Naziler izin vermiş. Ama sonradan fabrikasına el koymuş ve tüm akrabalarımı Dachau Toplama kampına sürmüşler.“
     Marie teyze birden sustu ve bana garip bir şekilde bakmaya başladı. Saçlarını karıştırmaya başladı. Ama ben öykünün devamını çok merak ettiğim için:
"Peki sonra ne olmuş, bu kampta onları niye toplamışlar?“ diye sormadan duramadım.
"Madem çok merak ediyorsun, anlatacağım ama seni üzmemek için kısa keseceğim,“ dedi.
    Stephan başımızda durmuş, annesine 'sus' diye işaret ediyordu.
"Susmasın Stephan, ben kimseye anlatmam, öykünün sonunu çok merak ediyorum,“ dedim.
"Bu toplama kamplarına, Nazilere muhalefet edenleri ve tüm Yahudileri doldurmuşlar, onları ağır işlerde çalıştırmışlar. Ve her gün....hergün bir kısmını yakmışlar veya gaz odalarında öldürmüşler...“ Marie teyze durarak konuşuyor, ağzından sözcükler zorlukla çıkıyordu. Yine ağlamaya başlamıştı. Daha sonrasını sormadım. Zaten o da mutfağa gitti, daha fazlasını anlatmadı. Ama ben ne olduğunu çok iyi anlamıştım.
    Bize yine çok güzel Wurst ve patates kızartması hazırlamıştı. Yemek yerken yine duramadım:
"Kaldırımdaki bu levhalardan binlerce olduğuna göre bu şehirde yaşayan binlerce Yahudi o zaman öldürülmüş mü Marie Teyze?“ dedim.
"Ne yazık ki, öldürülmüş. Sizin eve giderken bir kütüphanenin önünden geçiyorsun, o binanın önünde dikili bir taş ve üstünde yazılar vardır. Bugün giderken oku?“
    „Niye ki?“
"Orası evvelden Yahudilerin, sinagogu imiş. Şehirden tüm Yahudileri kamplara sürünce sinagogu yakmışlar.“
"Sinagog ne ki ?“
"Sinagog bizim kilisemiz, ama biz artık sinagoga da gitmiyoruz,“ diye Stephan araya girdi.“ „ Hani okula giderken bir bina var, önünde demir kapılar olan büyük bir bina, kapısında hep polis arabası durur, hatırladın mı?“ Hatırlamıştım elbet, niye bu binanın önünde gece gündüz polis bekler diye merak ederdim hep.
"Niye polis bekliyor kapısında peki, hem siz madem ki Yahudisiniz, niye sinagoga gitmiyorsunuz?“
"Sevgili Mert herşeyi bilmek istiyorsun. Önünde polis bekliyor, çünkü hâlâ 'Bu Nazi artıkları belki saldırır' diye düşünüyor yöneticiler. Biz de önünde polis bekleyen ve hâlâ saldırı tehlikesi olan sinagoga gitmeyi ailecek reddettik. Hadi, bakalım bugün bu kadar yeter. Şimdi yemeğinizi yiyin ve doğru odanıza; önce dersler sonra oyun...“
    Bu Nazi artıkları biz yabancılara da düşmanmış, babamdan hep duyuyordum. Bize de saldırırlar mı? diye soracaktım. Ama Marie teyzeyi kızdırmamak için sormadım.
    Stephanlardan çıkınca hemen şehir kütüphanesinin önüne gittim. Kimi zaman kitap ve bilgisayar oyunları ödünç aldığım kütüphane zaten bize uzak değildi. Kütüphanenin yanına koca bir kaya dikilmiş. Marie teyzenin heykel dediği bu olsa gerek. Gerçi pek heykele benzemiyor, bildiğimiz koca bir kaya işte. Önünde de bir çelenk vardı. Üstünde şehir idaresi yazıyordu. Niye koymuşlardı bu çelengi merak ettim. Neyse sonra Marie teyzeye sorar öğrenirim. Kütüphanenin yan duvarında da pirinçten yapılmış bir levha vardı. Üstünde:“ Bu kütüphane binasının yerinde, 1933    senesine kadar Yahudi yurttaşlarımızın sinagogu vardı. 1933 yılında Naziler tarafından yakıldı. 1933-1945 yılları arasında şehrimizde oturan yedi bin Yahudi yurttaşımız, Naziler tarafından katledildi.“ diye yazıyordu.
    Stephan'ların evi çok güzeldir. Odaları çok büyüktür, odaların tavanları da yüksektir, tavanlarında hep süsler vardır. Hele de dış kısmı. Üstünde kabartma süsler vardır. Bende alışkanlık haline gelmişti, ne zaman şehrin sokaklarında dolaşsam, böyle güzel evler görünce hep önündeki kaldırıma bakıyordum. Kaldırımında Stephan'ın evinin önündeki gibi metal levha olan bir çok ev daha gördüm. Hele bir ev o kadar güzeldi ki, dış duvarında küçük heykelcikler bile vardı.Kaldırımdaki metal plakada ise, Berta, Deny, Julia diye isimleri vardı. Yine hepsinin ölüm tarihi 1942 idi.(Sınıfta öğretmenimizden anlatmasını istedim, o da bize anlattı.)
       
                        X   X   X

    Sevgili Yavuz, sen yine mektubu okurken, "Mert kardeşim, şu Noel ağacını anlatacaksan anlat" diyorsundur, biliyorum. Patlama anlatacağım ama ne yapayım aklıma hep başka şeyler geliyor. Şimdi de az evvel yazdığım üzücü olaydan sonra komik bir şey anlatayım.
    Sana Stephan'dan bahsetmiştim. Bu benim arkadaşım cambaz gibidir; ders aralarında sınıf başına toplanır o da cambazlıklar yapar. Ellerini yere değdirmeden hem düz hem ters perende atabiliyor, Bütün sınıf  hele de kız arkadaşlar o takla attıkça alkışlarlar. Daha başka cambazlıkları da vardır. Örneğin: İki ayağını boynundan geçirip heykel gibi kımıldamadan masanın üstünde oturur.
    Ne yalan söyliyeyim ben onun cambazlıklarını çok kıskanıyorum. Bir kere takla atınca:
"Ne var bunda ben de yaparım,“ dedim. Koşarak gelip sıçrayarak takla atmak istedim. Ama başımın üstüne çakılıp kaldım. Başım çok acımıştı tüm sınıf bana güldüğü için ağlamadım.
    Tüm sınıf arkadaşlarım bana güldüğü için çok üzülmüştüm. Cambazlık yapıp arkadaşlarımın beni de alkışlamalarını çok istiyordum.  Babama Stephan'ın yaptıklarını anlattım:
" Bana cambazlık öğret,“ diye tutturdum.
     Görmüştüm. Babam bazen başı yerde, ayakları duvara dayalı olarak durur.
"Niye böyle yapıyorsun baba?“ diye sordum.
"Kan deveranına iyi geliyor,(ne demekse?) demişti. Babam:
"Madem çok istiyorsun, sana amuda kalkmayı öğreteyim,“ dedi. Ben ellerimi yere koyup başaşağı durmaya çalışırken o da ayaklarımı tutarak bana yardımcı oluyordu. Sanki böyle cambazlık mı olur?
"Ben Stephan gibi yapmak istiyorum, „ dedim. Ama babam komik olduğu kadar inatçıdır da:
"Eğer çok çalışır, dediklerimi her gün yaparsan ellerinin üstünde yürüyebilirsin. Bu cambazlığı çok az çocuk yapabilir,“ dedi.
    Uzatmayayım...Okuldan gelince her gün babamla çalıştım. Ninem bizim yaptıklarımıza çok kızıyordu:
"Damat bu çocuğu da kendine benzeteceksin; düşüp bir yerlerini kıracak,“ diye söyleniyordu. Ben ellerimin üstünde yürümeye çalıştıkça o da dualar okuyup bana doğru üflüyordu.
    Tam iki ay babamla birlikte çalıştık.  Artık duvara dayanmadan ellerimin üstünde durabiliyor, hatta bir iki metre yürüyebiliyordum. Daha çok çalıştım ve düşmeden beş-altı metre yürümeyi başardım. Artık marifetimi göstermeye hazırdım.
    Stephan yine ders arasında cambazlık yapıyordu.   Ara verdiğinde:
"Ellerinin üstünde amuda kalkıp yürüyebilir misin?“ dedim. Şaşırmıştı. Bir kaç kez denedi beceremedi.
"Ama ben yapabilirm,“ deyince sınıf arkadaşlarım gülmeye başladı.
"Hadi yap da görelim,“ dediler.
    Hiç kızmadım. Yavaşça ellerimin üstünde amuda kalktım, sonra on metre kadar dikkatlice ellerimin üstünde yürüdüm. Tüm arkadaşlarım alkışlıyordu.   En çok da Stephan.
    Öğretmenimiz sınıfa girince Stephan parmağını kaldırıp:
"Öğretmenim Mert size bir şey göstermek istiyor,“ dedi.
    Öğretmenimiz:
"Hadi ne göstereceksen göster bakalım Mert,“ deyince ben utandım. Stephan'ın yüzüne bakıyorum, o ellerini yere koyarak 'hadi, durma,' dedi. Sınıftaki diğer arkadaşlar da:
"Mert! Mert!..“ diye bağırmaya başlamıştı.

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.