DR. ÖZLEM B. GALİP: Paramparça diller ve Kürtçe

Küresel dünyamızın emperyalist güçler karşında biz Doğu toplumlarının, ulusal/siyasi çıkarlar uğruna, gittikçe daha hissiz bir kukla şeklini aldığı aşikar. Öyle ki bir anda kukladan maşaya dönüşebilirliklerine artık şaşırmıyoruz bile. Bu bağlamda, Batı tarzı ağlak ve şiddete boyanmış dizilere talepkârlığı, her cümlenin orasına burasına sıkıştırılan İngilizce kelimelere olan yatkınlığı ve sere serpe güneşlenen tatilcilerin sere serpe sergiledikleri yanık etlerine karşı olan merakı modernleşme adı altında kabul görüşümüzle, Batı taklitçiliğini baş tacı edişimizle ve Batı'ya olan sınırsız toleransımızla açıklanabilir. Hatta bunları dünyanın ulaştığı kaçınılmaz noktanın kaçınılmaz sonuçları olarak adlandırarak işin daha da kolayına kaçabiliriz.
Yeterli bilince ve sorumluluğa ulaşmış sosyologlar ve sosyal bilimciler, gereğinden fazla düşünmeyi gerektirmeyen birbirinin türevi dizi ve ekranlardan eksik olmayan kum ve güneş görüntü müptelalığını inceleye dursun; bir İngiliz filoloğu olarak İngilizce kelimelerin Türkçe'deki istilası ve her geçen gün biraz daha katmerleşerek yarattığı "dilin kirlenmesi" olgusuna dokundurmak istiyorum. Değinmek değil de ''dokundurmak'' diyorum; keza bilinçli Türk dili bilimcileri ve yasa uygulamacıları bu kirlenme sorunsalına az çok eğilmekte. Bana hacet yok.
Şoven milletçiliğinin bilimsel bir uzantısı olarak gördüğüm "dilin kirlenmesi" başlığı altında bir adet panel ile ulusal bilinç kisvesi altında bir salon dolusu sözüm ona solcu aydın takımı bir araya geldiğinde, rotanın ele alınacak meseleden çıkıp "Anglo-Sakson kültüre hayır", "Bölünmez bir bütün olan vatanımız işgal altında" şiarlarına kayacağını tahmin etmek gerekirdi değil mi?
Türkiye'nin hatırlamaktan kaçındığı ve inkar ettiği meseleleri tartışmaya kalkışanların "vatan haini" yaftalarıyla, konferans önü yumurtalandıklarına ve domateslendiklerine şahitlik de yetmiyor gerçeği görmek için anlaşılan. Hangi gerçek mi? Televizyon ekranlardaki onca görüntü kirliliğine olan tahammül çıtamızın karşıt düşünceyi sabırla dinlemeye gelince ki tahammülsüzlüğe dönüşmesinden doğan gerçek! Tahammülsüzlüğün akabinde, Kurtuluş Muharebesi'nin simülasyonunu yaratıp, ağızdan tükürükler saça saça nutuklar dizen ve işaret parmağını karşıya yönelterek düşman işgaline hücum eder gibi tavır sergileyenlerden ortaya çıkabilecek gerçek! Bu babamız yaşındaki aklı sıra Nazım Hikmet'çi solcu aydınlarımızı duyduğumuzda, "Allah Allah vatan hainlerine ölüm" diyesi geliyor insanın. Yaşam yerine ölümün kutsandığını bir Türkiye'den haberdardık nicedir; anlayamadığımız husus, Türkçe'nin İngilizce kelimelerle haşır neşirliğini 'vatan elden gidiyor' paranoyalarına dönüştürüp, mevcut durumdan bir savaş atmosferi yaratılması belki de.
Mevcut çelişkileri, haksızlıkları, ölümleri, yıkımları önemliden önemsize göre belirli bir hiyerarşik sıraya doğru dizmek ne kadar kabul edilebilir bir yaklaşımdır? Ya da başka bir deyişle "altta kalanın canı çıksın" yaklaşımıyla önemsiz bulunanlara umarsız bir tavır takınmak ne denli doğrudur? Bu tarz retorik sorular külliyatına hemen birini eklemlemek gerek bu noktada. Önemli ve hayati teşhisi konulan sorunlar/meseleler hengamesine "dilin kirlenmesi" olgusunu eklersek; bir Kürt'ten, bunu kendi hiyerarşik düzeninin neresine yerleştirmesini bekleriz?
Solcu geçinen tartışma özürlü ve savaş kışkırtıcısı aydınların, hiyerarşik sıralamalarında birincil kıldığı Türkçe'deki kirlenmeyi Kürtler kendi sıralamalarına dahil etmiyor. Neden?
Çünkü bahsettiğim Türkçe koruyucuları, dillerindeki yozlaşmayı yumurtalanmadan tartışabiliyorken, Kürtler dilleri üzerindeki bir analizi ve eğilimi bile lüks olarak görüyor.
Çünkü Kürtler, dillerine karışmış birkaç yabancı kelimeyle değil de, yasaklanan dillerinin tamamen yok olma ihtimaliyle karşı karşıya.
Çünkü Kürtler, "anadilde eğitime evet" diye dilekçe verdiklerinden dolayı okuldan atılan/uzaklaştırma cezası alan üniversitelilerle aynı ülkede yaşıyor.
Yani kısacası, dil bilimciler Türkçe'deki kirli kelimelere olan hassasiyetlerini, iş ahlakları ve onun gereğince yanı başlarında kullanımı engellenen Kürtçe için de gösterebilseler keşke!
Uzun süreli yasaklar ve baskılar Kürt dilinin gelişimini olumsuz etkilemiş olsa da, Kürt edebiyatı, kompleks siyasi yapılara sahip dört Kürdistan parçasını harekete geçiren etmenlerden biri haline gelmeyi başarabildi. Çeşitli sebeplerden ötürü Kürt entelektüeller, Avrupa ve Amerika'ya sürgün gitmek zorunda kalsalar da Kürtçe'nin Sorani ve Kurmanci lehçelerini ilerletmek için uğraşlar içine girdi. Ülkede kalan Kürt entelektüeller de eserlerini zaman zaman hegemonyanın dili yani Türkçe, Arapça ve Farsça ile yazmak zorunda kaldılar. Yaşar Kemal, Suzan Samancı ve Yılmaz Odabaşı Kuzey Kürdistan'dan sadece bir kaç örnek. Arapça'yı edebiyatında çok iyi kullanan Kürt yazar Selim Bereket, romanları en iyi Farsça romanlar arasında görülen Ata Nehayi diğer Kürt bölgelerinden birer örnek sadece. Edebiyatlarını yazamadıkları Kürtçe yüreklerinde hep ince bir sızı gibi kaldı. Sadece lehçesel farklılık ya da çeşitli siyasi konjonktürler değil, zorunlu göçler ve sürgünler de bir o kadar Kürt edebiyatını olumsuz etkiledi. İlk Kürtçe gazete olan Kürdistan'ı 1898 yılında çıkartan Bedirhan kardeşler, sürgündeki diğer Kürt aydınlarıyla birlikte Kürtçe'nin gelişimi için yaptıkları çalışmalarla ülkeden uzak durumlarını avantaja dönüştürdü. Eski Sovyetler döneminde 1920'lerden sonra Ereb Şemo, Eliyê Evdirehman ve Heciyê Cindî gibi yazarlar Kürtçe'ye büyük katkılar sundu. Aynı şekilde 1970'lerin sonu ile Avrupa'ya göç, Kürt dili ve edebiyatı için yeni mecra açtı. Edebiyat ülkeye dönene dek, Kürtçe Avrupa'da çokça yazıldı, çizildi. İyi ki döndü ülkeye. İyi ki de merkezi İstanbul ve Amed olan onlarca Kürt yayınevi bulunuyor. Yoksa Avrupa'daki yeni Kürt nesliyle Kürt edebiyatının hali nice olurdu.
Örneğin İngiltere'ye bakalım, İngiltere'deki Kürt çocuklarına ve Kürtçeye bakışlarına bakalım: Doğu ve Batı arasında sıkışıp kalmış bir nesil. Geldikleri Doğu'yu mu bulundukları Batı'yı mı temsil etmeleri gerektiğini bilemezler. Tuba ağacına benzer, yabancı topraklarla ilişkileri. Tuba ağacı gibidir Batı ile münasebetleri. Tuba ağacı gibi, kökleri toprağa karışmaktansa gökyüzüne doğru uzanır. Kökleri yukarıda, toprağa karışamaz; öze inemez; can bulamaz; ruhundan olur. Ne Doğu'dur bu çocuklar ne Batı. Kendileri her ikisi olduklarını zannederler; aslında birinden bile hiç olmadıkları kadar uzaktırlar. Baba mirası dili, zorla dikte edilen dili ve haneye sonradan yazılan dili bir cümleye sığdırmaya çalışırlar. Özne İngilizce, yüklem Türkçe, söylemek istedikleri Kürtçe'dir. Üste geçirilen fistan İngilizce, söz Türkçe, bakışları Kürtçe'dir. Hayalleri Kürtçe, yaşamları İngilizce, gerçekleri Türkçe'dir. Hepsi olmaya çalışmakla suçlanamaz bu çocuklar. Birini bile tam anlamıyla kavramamakla suçlanabilirler. Her üç dili bilmekle değil; her üç dili bir cümleye sığdırmaya çalışmakla suçlanabilirler. Her üçünü sahiplenmekle değil; birine bile hakkını verememekle suçlanabilirler. Başladıkları yolun sonunu getirmeden sağa sola sapmakla suçlanabilirler. Hem Batı hem Doğu olmakla değil; Doğu ve Batı'dan bir parçayı bir potada eritip öğüttükten sonra tek bir kılıf yaratmaktansa, Doğu kılıfını sağ kollarına; Batı kılıfını da sol kollarına geçirmekle suçlanabilirler. Başkalarınca, başkaları için biçilmiş dar kılıflarını sahiplenip, her ikisiyle örtünmeye çalışayım derken, açıkta kalan taraflarından ötürü suçlanabilirler.
Bilmem kaç bin yıllık tarihi olan halkın bilmem kaç yüzyıllık asil tarihini, son bilmem kaç seneyle darmadağın edenlerin; gideceği yol zaten hukuken, siyaseten çizilmişlerin; kılavuzsuz seyyahlığa soyunmuşların çocuklarıdır bu göçmen Kürt çocukları. 'Yadê'yi (Kürtçe'de anne) anneye çevirenlerin, anneyi ise bir daha 'yadê' ye çeviremeyenlerin yitik çocukları. Onlar ki onlardan olan kadına 'anne' diye hitap etmeye mahkum bırakılmış, 'yadê'siz çocuklardır. İlkokul müsamerelerinde kulağa yabancı bir dille en içten kelimeyi savurmuşlar ya, içtimaya çıkar gibi hep hazır ol konumunda el pençe divan 'yadê'lerini inkar ettirilmişler ya! Bundan daha acı bir gerçeğe ne hacet! Topraklarını 'yadê' ile değil, 'anne' ile ekip biçmişler yani. Ekinleri 'anne' olmuş; 'yadê' değil. Kendilerine ait olmayan dille savurmuşlar tohumları, kendilerine ait hissiyatla beklemişler kendilerine ait ekini. Ne fayda? Ne ekildiyse, malum o biçilmiş. Biçilmişler. Siyasal erkin erkanlarına göre biçilmişler. Boylarının ve poslarının ölçüsü alınmış; kıtır kıtır biçilmişler. Kendilerini dünyaya getiren kadını bile ne ile çağıracakları belirlenmiş. Kuzeyliler 'anne' demiş; diasporanın çocukları ise 'mum'. Kuzeyliler, Türk silahlı kuvvetlerinin insafına bırakılmış bir Kürt sorunuyken; İngiltere'de İngiliz eğitim sisteminin vicdanına kalmış bir göçmenlik sorunu. Arada kalan ise cumhuriyet kurucularının tek dil zihniyetinden ve Batı topraklarının ulus bilincinden darbe alan 'yadê'ler. Kürdistan'da Türkçe bilmeyen 'yadê'ler, İngiltere'de İngilizce bilmeyen 'yadê'ler. Türkçe bilmeyen 'yadê'ye 'anne' diyen çocuklar, İngilizce bilmeyen 'yadê'ye 'mum' diyen çocuklar.
Türkiye'nin uluslaşması ve tek millet olma tezahürleri, 'yadê'yi 'anne'ye çeviren; bu evrensel çatışmayı göçmen esmer çocuğun kendi annesine 'mum' diyebilmesiyle çözmüş. Tek hamleyle çözülmüş 'Kürt meselesi' olarak meseleleştirilmiş haller. Çözmüşler Kürtleri. Ortada uyumsuzluk, dağ dili, kart kurt sesleri, disintegration (İngilizcede 'çözülme'), adaptation (İngilizcede 'uyum') eksikliği kalmamış yani. Hani çözdüler ya öyle çorap söküğü gibi, siyaset erkanları, şimdilerde çokça mesut bahtiyarlarmış. Eh, onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine diyemeyeceğim, beklenilenin aksine. Çünkü bu hikaye böyle bitmezmiş. Çünkü bu hikayenin sonu henüz gelmemiş. Çünkü bu yazı, geçmişin mukayesesini yapmış; ama gelecek muhasebesine henüz el bile atmamış.
