Edebiyatın Hanekesi: Agota Kristof


TUÐÇE KARA
”Çok ceviz yiyoruz, yazabiliriz; ama ‘ceviz severiz’ yazamayız, çünkü ‘sevmek’ kesin bir sözcük değil, belirginlikten ve nesnellikten uzak. ‘Ceviz sevmek’ ile ‘Anneannemizi sevmek’ aynı şeyi ifade edemez. Birinci cümle ağızdaki hoş bir tadı belirtir. İkincisi duyguyu. Duyguları tanımlayan sözcükler çok belirsiz, bunları kullanmaktan kaçınıp nesnelerin, insanların kendileriyle, yani olayların sadık betimlemeleriyle yetinmek lazım.”
Agota Kristof, 1935 Macaristan doğumlu kadın bir yazar. Kadın olduğunu özellikle belirtiyorum çünkü Türkçeye çevrilen iki romanın da kahramanları erkek ve Kristof, özellikle erkek bakış açısıyla işliyor romanlarını. 1956 yılına gelindiğinde Stalin karşıtı sosyalist ayaklanma, Sovyetler tarafından bastırılınca Kristof ve kocası terk etmek zorunda kalıyorlar Macaristan’ı. Aslında baskıcı bir rejimin kurbanı olarak görünüyor yazar ve bunu romanlarına da yansıtıyor. Savaşın, yıkımın, aidiyet hissi geliştirememenin ve göçmenliğin neye benzediğini ve neler hissettirebileceğini anlatıyor romanlarında.
Kristof’un Türkçeye çevrilmiş iki romanı var. Biri ”Büyük Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan” isminde bir üçleme. Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan yazar, kim tarafından keşfedildi bilmiyoruz; lakin iyi ki keşfedilmiş. Kristof’u okuduktan sonra uzun süre şunun etkisinden kurtulamıyorsunuz: ”Bu kadar iyi bir romanı bir daha ne zaman okuyacağım?”
Kitap tanıtımlarında esas olan kitabın kurgusunu, karakterlerini ve genel olarak neye değdiğini, okurda ne tür hisler uyandırdığını aktarmak doğru olacaktır; ama durum Kristof romanlarında böyle değil. Kurgusu başta gayet normal giderken, sonlara doğru başka bir evreye geçiyorsunuz. Başka bir dünyaya, başka bir coğrafyaya… Bir sözlükte kendisi için ”Edebiyatın Hanekesi” denmiş. Az bile denmiş. Bence esas, Haneke, sinemanın Kristof’u.
Savaş, yıkım, göçmenlik ve biraz da insanlık
Yazarın ilk romanı ve esasen bir üçleme olan ”Büyük Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan”ın hangi dönemde geçtiğini bilmiyoruz, çünkü kitapta sabitlenmiş bir zaman yok. O klasik romanlar gibi ”İkinci Dünya Savaşı esnasında…” diye başlamıyor roman. Hangi ülkede veya şehirde, hangi savaşın koşullarının yaşandığını, kitap boyunca asla bilmiyoruz. Yazarın kurduğu dünyada ve sürekli oynadığı kelimelerle farklı bir dünyanın yolculuğuna çıkıyoruz sadece.
Lucas ile Claus, küçük ikiz kardeşler. Roman, onların gözünden anlatılıyor ve anlatım ikisine ait. Kitapta ”biz” dili kullanılması, kitabın başında dahi farklı bir dünyaya girdiğinizi hissettiriyor size. Peki neden ”Edebiyatın Hanekesi” yakıştırmasını çok hoş karşılıyoruz Kristof için? İnsana ve insanın acımasızlığına dair ne varsa aktarıyor çünkü yazar. Ama bunu hiçbir şekilde abartmadan, ”Eyvah, ölüyoruz!” demeden.
Savaş nedeniyle artık annelerinin bakamayacağı çocuklar anneannelerinin yanına bırakılıyor. Savaş koşulları iyice çetinleştiği için çocukların okulları da kapanıyor ve çocuklar eğitimlerine anneannelerinin yanında devam etmek zorunda kalıyorlar. Yıkımın ne denli büyük olduğunu gördükleri yetmiyormuş gibi bir de bu ”cadı” olarak gördükleri kadının yanına getiriliyorlar. Anneanne, son derece pasaklı ve huysuz bir kadın. Çocuklar zamanla ona alışsalar da anneanne başta onlar için atlanacak ilk tümsek. Savaş koşullarında ayakta kalmak zorunda hisseden çocuklar için artık duygular rafa kaldırılmış durumda. Tek yapmaları gereken koşullara dayanmak. Hem de sonuna kadar…
Bunun için her gün birbirlerini eğitiyorlar ve yaptıklarını her gün bir deftere kaydediyorlar. Yaptıkları arasında dirençlerini artırmak için ağzından burnundan kan gelene dek birbirlerini dövmek gibi işler var. Vahşice gelebilir, on yaşlarındaki iki çocuğun canice birbirlerine vurmaları; ancak hiç öyle olmuyor. Çocuklar, hayatta kalmaya çalışıyor ve yazar bunu, muazzam bir şekilde işliyor. Örneğin zamanla alıştıkları anneanneleri artık yaşlılık ve hastalıktan kaynaklanan ağrılarına dayanamıyor ve torunlarından kendisini öldürmelerini rica ediyor. Çocuklar ise seve seve yapacaklarını söylüyorlar ve anneanneyi öldürüyorlar. Kitabı okurken buna bir cinayet gözüyle bakmıyorsunuz asla. Yaşlı bir kadın var ve rahatsızlıklarından dolayı acıları artık katlanılamaz boyutta, torunları da onun acılarını dindirmek için yardımcı olmaya çalışıyorlar. Olup biten bundan ibaret. Bu tekil örnek gibi pek çok öykü, romanın çatısını oluşturuyor. Yalan üzerine kurulu; ama nihayetinde gerçekliği yıkıcı bir şekilde ortaya çıkan hikâyeler, çok basit olması gerekirken karmakarışık hale gelen ilişkiler ve ne denli kısa olduğu unutulan hayatlar, Kristof’un ustalıkla üzerinde oynadığı tahtalar aslında.
Zamansız ve mekansız hikayeler
Türkçedeki ikinci romanı ”Dün” ise, yazarın üslubundan ve bakış açısından uzakta olmayan bir roman yine. Romanın ana karakteri küçük Tobias yine ismi olmayan bir ülkede, bilmediğimiz bir zamanda doğuyor. Hayli yoksul bir çocukluk geçiriyor. Annesi, geçimlerini sağlayabilmek için et, un veya süt karşılığında köydeki erkeklerle birlikte olur, bazen de çiftliklerden, tarlalardan çalıyor. Tobias ise sürekli eve gelen erkeklerin varlığına tahammül edemediğini fark ettiği bir gün, o gün annesiyle aynı yatakta gördüğü adamla annesini bıçaklıyor. Ya da o öyle sanıyor. Ya da yazar bizim öyle düşünmemizi istiyor. Tobias, cinayeti işledikten sonra başka bir köye göç ediyor. Göçün, sığınmacı olmanın tüm zorluklarını işliyor bu sefer Kristof; ancak yine, hiçbir duyguyu abartılı bir şekilde vermeden.
‘Bir roman okudum ve’
Baskıcı yönetim nedeniyle ülkesini terk etmek zorunda kalan ve sığındığı İsviçre’de bir yandan fabrikada çalışırken bir yandan da Fransızca öğrenen Kristof, hayatlarımıza, yüksekten atladığımızda suyun beton etkisi yapması gibi bir etkide bulunmuş olabilir. Karmakarışık olduğunu sandığımız veya gerçekten karmakarışık hayatlarımızı ”Hayır, o kadar değil, o değil” deyip düzene de sokmuş olabilir. Bir roman veya bir yazar bunları yapabilir mi, demeyin. Kristof, oynadığı akıl oyunlarıyla sizi romanın ortasında terk edip gidebilen bir yazar ve onun kaleminde pek çok şey mümkün. Romantik, ağlayan kitaplardan ve yazarlardan sıkılanlar için ise bir sığınak.
