EKİN KIZILIRMAK: Ne oldu bizim Çerçi’lere?

Gün Çarşamba, bugün ilçeye gidilecek. İşi olmayanlar dahi arabada, insanın cebinde para olması yeterli o arabada olmak için. Muhtarın oğlu şoförümüz, kendisi kekeç. Minibüse her binenin 'rojbaş'ına yanıt verene kadar en az iki dakika geçiyor. Her evin köşesinde duruyoruz. Her bir yolcu ''Rojbaş'' diyor, araba bir türlü gitmiyor. Arabanın içindekilere bakınca, bazen ''Bunlar bizim köyden mi'' diyesin geliyor. Tüm modern kıyafetler sırtlarında. Köyden çıkışta şehirli olunuyor. Zorunlu bir ihtiyaçtan giden az. Çoğu gidiş tam bir lüks. Pazara gidenler de var, haklarını yemeyelim. Köy çıkışında yine çerçi ile karşılaştık. Muhtarın oğlu ters bir bakıştan sonra sertçe birkaç kez kornaya bastı. Çerçi ve eşek kendini yolun kenarına zor attı.
Bense güvercinleri yakalayalım derken, yaşananlardan kaynaklı doktora gidiyorum. Arılar saldırdı, her tarafımı arı sokmuş. Bizim musahip adayı can yoldaşım, yanındaki tarağı çıkartıp kafasındaki bütün arıları çıkardı ve kaçtı. Bense koşa koşa kendimi suya atmaya giderken çok kötü düştüm, arılardan da kendimi kurtaramadım.
Yıllar sonra cebimde sahte bir kimlikle köye döndüm. Son kez görmem gerekenler oradaydı. Sabahın erken saatleriydi ve soğuk bir hava vardı. Tesadüf, yine bir Çarşamba günüydü. Pazar yeri henüz kalabalıklaşmamıştı. Kürtçe dua eden bir dilenciyi ilk defa o sabah gördüm. Söylediklerini iyice dinleyip anlamaya çalıştım. Söylediklerini anlamak için, içinde bulunduğum gerçekliği anlamaya çalışıyordum. Yaşlılar bankanın önünde sıraya girmiş 3 aylıklarını alacak. Bizimkiler bir taksiyle köyden gelecek. Beraber işleri halledip köye döneceğiz.
Ben köye gitmeden, bizimkiler köye dönmeden önce bir bakkalın önünde diğer köylülerle buluşuyoruz. Bu bakkalın benim için ayrı bir önemi ve anısı var. Kendisi bizim köylüdür. Yıllar önce köyden elimiz ayağımız kesildiği zamanlarda, şehirden köye mektup yazardık. Bu mektuplar postane olmayan köye, bu bakkalın eliyle ulaşırdı. Biz mektupları otobüse verirdik, otobüs de buraya getirirdi. Zarfların üzerinde de bu bakkalın adını yazar ve kendisinin köylümüz olduğunu belirtirdik. Kendisi çok farkında olmasa da köye olan hasretimizi alır ve köye götürürdü.
Ekonomik yıkımın bizi metropollere sürüklemeden önceki yıllara ait özlem vardı. Hem bu özlemi gidermek hem de aileyi son kez görmek için geliyordum. Gidişim ise, toplumsal bir felakete dur diyebilenlere katılmak içindi.
Köyün nasıl yıkılmak istendiğini gördüm. Küçük bir kız çocuğunun köyden kaçanlara inat, gelenlerin çetelesini tuttuğunu da. Adımı sordu, "Ekin" dedim ve gizli yanımı açığa vurdum. Köyün nüfusunun bir artışına, fazla kalamayacağımı öğrenene kadar sevindi. Modernite köyü esir almak istemiş, bunu tam başaramamıştı, fakat köyü büyük oranda boşaltmıştı. Yoksulluk herkesin boynunu bükmüş, herkes gönüllüce köyü terk etmişti. Bu zulme sadece yaşlılar direnmiş, onlar toprağa ve tarihe sahip çıkmışlardı. Bunun için onların elleri ve yüzleri her daim yurtseverlik kokar. Toprak ve tarih kokarlar.
Çerçinin geçtiği yol üzerine bir baraj yapılmış, köyde ise fazla kimse kalmamıştı. Bütün araziler devlet tarafından satın alınmış, doğa da toplum da yok olmakla yüz yüze kalmış, işsizlik herkesi şehirlere yolcu etmişti. Irmağın kenarındaki köyün değirmeni ise sular altında kalmış. Bir an oraların yıllar önceki halini hayal ettim. Irmağın suyunu değirmene çevirir, balıkları değirmene doğru kovalardık. Yukardan değirmenin üzerine suyu bırakır, yerden meyve toplar gibi balık toplardık. Küçüklerini hep tekrar suya salardık. O değirmende çok buğday öğütülür, köyün fırınında o unla çok ekmek yapılırdı. Biz de çocukken fırında sabahlara kadar çok beklemiştik; Hızır gelecek, buğday ununun üzerinde, atının ayak izi çıkacak diye.
Köyden kopalı çok olmuştu. Bende de, köyde de büyük bir sessizlik oluşmuştu. Çerçiyi aradı gözlerim... Değil ki verecek bir şeyi yok, alacak kimse kalmadığı için gitmiş buralardan. Artık yanı başımızda suyumuz şişelenip, balıklar paketlenip lüks restoranlara gönderiliyor. Baraj yapılmış, balıklar çoğalmış ama insan kalmamış. Çünkü su ve balık bizde değil artık. Yeni sahiplerini ise fazla tanımıyorduk.
Bugün Abidin Özmen'in Kürt raporunu yeniden okudum. Kürt soykırımının orijinal belgesi, bir toplumun nasıl kırılacağını anlatıyor. Bu kirli planda şu satırlar da var. Abidin Özmen'in kendisi yazmış; "Buna mukabil köy köy gezerek her nev’i eşya satan ve köylünün yumurtası ve yağını eşya ile değiştiren ve mütemadiyen Kürtçe konuşan ve ağlebi ihtimal köylüyü kasabalara yanaşmaktan uzaklaştıracak, haberler yayması kail olan ayak satıcılarını ortadan kaldırmak lazım gelir." Bir halkın toplumsal kırımında çerçilerin payına da bu lazım düşüyor; ortadan kaldırılmak, yok edilmek. Çünkü içinde paranın olmadığı takas kültürünü yaşatıyor çerçiler. Halkın dili olan Kürtçeyi konuşuyor, alışverişi Kürt dili ile yapıyor. Halkını şehirlerden uzak tutabilir, halkının kendi dilinde haber kaynağı çerçiler. Ayak takımının ayak satıcıları, canım çerçiler.
Kürt Soykırım planı olan, Şark Islahat Planı hazırlanırken CHP'nin azınlıklardan sorumlu 9. Bürosu tarafından İsmet İnönü'ye sunulan ve Kürt halkının asimilasyonunu esas alan bu raporu, Birinci Umumi Müfettişliği (Olağanüstü Hal Valiliği) Genel Valisi, aynı zamanda CHP'li Abidin Özmen yazıyor. Kendisi İsmet İnönü'nün talimatıyla Kürdistan'da göreve başlıyor. Kürdistan'a gelince malum raporu hazırlıyor. Raporda, Kürtlerin Türkçe ile konuşur hale getirilmesi ve köy çocuklarının kurulacak yatılı okullarda eğitim görmesi için çalışmaların başlatıldığı belirtilmekte. Ayrıca o süreçte ''Erzurum’da 139 okul açılmış'' diyor. Okul oranının ortalamadan yüksek olduğu diğer yerler ise Erzincan, Antep, Malatya, Elazığ, Kars, Ağrı, Iğdır, Maraş, Muş, Siirt ve Urfa olurken, Hakkari Türkçe'de son sırada.
Bizim köyün kapitalist modernite karşısında başına gelenler, ulus-devletin milli şefi İsmet Paşa öncülüğündeki soykırım planlarıyla yakından ilgili. Öyle ki Abidin Özmen'in raporunda çerçiler dahi düşünülmüş. Ekonomisiz bir ekonominin kuruluşunda çerçiler de katliamlardan payını alıyor. Kurulmak istenen sömürgeci hegemonya, toplumun hiç bir değerine katlanamıyor. Kapitalizm ulus-devletle Kürdistan'a girerken toplumsal doğaya ait hiçbir değeri tanımıyordu. Kapitalist modernite bitirici uygulamalarla köyü talan ederken, çerçiler ve bizim şahsımızda köy toplumu toplum olmaktan çıkarılıyordu. Kürdistan ve Kürt halkı köylerinin dağıtılmasıyla ülke olmaktan çıkarılıyor, insan topluma yabancılaştırılıyordu. Bu gerçekleştikçe, soykırım köy yaşamını öldürüyordu. Maciran'ın çağdaş ekonomisi ise köyümüzün gerçek ekonomisini ve hayatını bitiriyordu. Büyük bir ahlaksızlık yürütülüyordu. Bu ahlaksızlığa karşı ben ise köye dönüyordum. Kürdistan'a kavuşuyordum.
Bizimkiler için ekonomi tam bir zulüm oldu. Metropollerde onlarca yıl çalışıp bir ev sahibi bile olamamışlardı. Ne Kürtlüklerinden vazgeçebildiler ne de doğru dürüst bir iş sahibi olabildiler. Devlet memuru olanlar kimliklerinde doğdukları yeri değiştirirken, doğdukları yeri unutmayanlar köyün yolunu tuttular. Kürt kimliğinde ısrar edenler tehlikelerle yüz yüze kaldılar. Açlık ve yoksulluk onların yakasını hiç bırakmadı. Bu yüzden Abdullah Papur'un yoksulluk üzerine ezgileri onları hep köye çağırır.
Barajlar toprağı ve tarihi böyle sular altında bıraktı. Tarım bu şekilde öldürüldü. Kapitalist Modernite köyleri yutan bir canavardı. Canavar yani domuz ya da kurt köye geldiğinde bir koyunu vermemek için direnen köylüler, modernite köyü yerken güle oynaya şehre gittiler. Köye dönmek içinse büyük bir fikir savaşı gerekiyordu. Yıkılan bir köy değil, toplumsal bir zihniyetti. Köyü yeniden inşa etmek için önce, zihniyetimizi yeniden kurmamız gerekiyordu. Kendimiz olmamız, özgürlüğümüzü sağlamamız gerekiyordu. Dağılan toplumsallığımızı yeniden birleştirmemiz, çökmüş çözülmüş ilişkilerimizi yeniden var etmek için dağlara yürümemiz kaçınılmaz toplumsal bir görevdi.
