Ekonomi nedir ve nasıl algılıyoruz?


Ekonomi kavramı, günümüz dünyasında en fazla dile gelen, konuşulup tartışılan, yine toplumsal olayların, ekolojik sorunların ve savaşların, daha birçok temel konuların başında gelen bir kavramdır. Açlık, işsizlik, borç, banka, borsa, insan sağlığını ve yaşamını tehdit eden olaylar, tecavüz, hırsızlık, para, sermaye, tefecilik vb. daha buna benzer birçok sözcükler yaşamımızda çok kullanılıyor. Her gün istisnasız basın-medya kanallarına baktığımızda bu tür sözcüklerin dile geldiği olaylarla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla bu sorun veya krizlere yol açan ekonominin kendisi değil, devletçi-tekelci-sermayedarların elindeki ekonomi olmayan ekonomidir.
Günümüzde ekonomi denince ilk akla gelen paradır. Para adeta yaşamın tüm alanında tıpkı bermuda üçgeni gibi dönmekte, yaşamın tüm anlamı insan için neredeyse bir ev, bir araba veya bir maaş’a indirgenmektedir. Parasız nefes dahi alamaz, doğanın insana bahşettiği suyu bile parasız asla içemezsin. Çünkü her şey kar-sermaye aracına dönüşmüş, iktidara, devlete hizmet amaçlı işletebilmek için birer malzeme konumuna düşürülmüştür. Emek ise para ile ölçülür, tarlada çalışan çiftçi ile evde çocuk besleyip büyüten, yaşamı örgütleyip düzene koyan kadının yaptığı iş emekten sayılmaz. Emek olgusu para ile özdeşleştirildiği için sisteme göre emek veren yalnızca mesleği olan, devlete, sermayedarlara hizmet eden ve karşılığında para alan kesimler olarak bilinir. Güneş sıcaklığının otuz beş derece altında tarlada çalışan bir insanın, yine yaylalarda hayvan otlatıp geçimini sağlayan çobanın, talep edilmiş mal ve ürünlerin satışı için günlerce pazar pazar dolaşan esnafın, yine günün yirmi dört saati ev işleriyle uğraşan, çocuk doğurup besleyen, büyüten Anaların, yani kadının, kısacası bu insanların yaptıkları işler emekten sayılmıyor.
Gerçekte ekonomist kadındır
Emek demek; alın teri ve göz nuru ile kazanılan, çatlamış, nasırlı ellerin yarattığı değerdir, kültürdür, tarihtir. Gerçek emeğin ve ekonominin sahipleri işte bu yukarıda belirttiğimiz (kadın, çiftçi, çoban, zanaatkar, küçük çaplı tüccar, vb.) kesimlerdir. Gerçekte ekonomist olan da yine kadının kendisidir. İlk tarım ve toplayıcılıkla uğraşan, toplumsallığı kendi etrafında örgütleyen, armağan kültürünü ilk geliştiren, yaşamı tümüyle bir düzene, sisteme koyan kadının, ana-tanrıçanın kendisi değil midir?
Peki, ekonominin gerçek sahipleri onlar olurken ne oldu da ekonomi dışında kaldılar? Yine, ekonomi toplumun kendisini doğal besleme maddi-manevi ihtiyaçlarını giderme alanıyken ne oldu da toplumları sömüren, kemiren bir kuruma dönüştü? Genelde toplumdan, özelde kadından çalınan ekonominin gerçek yüzünü, yani kent, devlet, sınıf merkezli zihniyetin, yalancı ve zalim erkeğin kıskacına düşen ana-tanrıça kadının elinden çalınan ekonominin hikayesidir bu. Genelde sınıflı uygarlıkta, özelde kapitalist modernitede ekonomi, gerçek anlamından, özünden çıkartılarak tekelci sermayedarların elinde tam bir gaspçı, talancı salt insanlığı değil, doğayı, tüm evreni yok eden bir canavar haline getirilmiştir. Ekonomiyi ne para ile ne de kapitalizmle özdeşleştiremeyiz. Ekonomi ne kapitalizmdir, ne de bono, senet, borsa, faiz vs. gibi kağıt oyunlarıdır. Bilindiği gibi bu tür kağıt oyunları insanın kafasını bulandırmaktan, daraltmaktan ve çaresiz bırakmaktan başka ne işe yarar ki. Hatta insan öldürmek ve yok etmekle (tekelci ekonominin en temel sermaye alanından biriside Nükleer ve kimyasal silah üretimi ve ticaretidir) tehdit eden bir canavarla karşı karşıya bırakılmaktadır toplum…
Bir zincirin halkaları ve ekonomi
Tanım olarak ekonomi evrensel bir kavramdır. Ekonomos, kelime anlamı Yunanca ev yasası-çevre yasası anlamına geliyor. Toplumsallıkla ilişkisi vardır, toplumun en temel faaliyeti olarak anlam ifade eder ki, toplumsallığın başından itibaren kadın, ekonomik yaşamı çekip düzene koymada ve örgütlemede öncülük etmiştir. Neolitik dönem dediğimiz süreç bunun kanıtıdır. Doğadaki tüm canlılar metabolizmasında içgüdüsel olarak beslenme, korunma ve çoğalma sistemi vardır. Ve her canlı varlığın öncelikli olarak kendisini besleme ihtiyacını hisseder ve bunun için yaşam mücadelesi verir. Eko sistem dediğimiz olay tıpkı bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır ve hepsi bir denge içerisinde, diyalektik olarak işlemektedir.
Evren tümüyle kendi yasaları içerisinde işliyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan savunmalarında yılan-fare ikilemi örneğinde olduğu gibi, yılanlar olmazsa, fareler doğaya neler yapmaz ki! Yine yılanlar da öyle, bu nedenle denilir ya, kışın fareler yılanla beslenir, yazın da yılan fareyle beslenir, doğa da buna benzer daha birçok ikilemler vardır. Her canlı varlığın bir duruşu, bakışı ve yaşamdaki varlığı bir dengeyi oluşturmaktadır. Kendisini beslemesi için avlanması, dışarıdan gelecek tehlikelere karşı kendisini koruması ve neslin tükenmemesi için de kendisini çoğaltması gerekir. Bu aslında doğanın-doğa ananın nasıl gizemli ve mucizelerle dolu olduğunun kanıtıdır.
Eko sistem ilişkisine ilişkin burada Çin hikayesinden bir örnek vermek istiyorum. Tarlasıyla uğraşan bir çiftçi adamın tarlasına kargalar geliyormuş. Adam buna öfkelenerek bu kargalara tuzak hazırlayıp tüm kargaları benzin ile yakmış. Bir zaman sonra adam bakıyor ki tarlası ürün vermiyor ve ne yapıyorsa da tarla verimsiz kalıyor. Daha sonra çiftçi anlıyor ki tarlaya gelen kuşlar tarladaki zararlı olan böcekleri yediği için tarlada ürün yetişiyor. Şimdi burada da anlaşıldığı gibi dünyadaki tüm canlıların yaşamları doğada sağladığı bir dengeyi oluşturmakta, toplum açısından ne kadar yarar getirdiğini ortaya koymaktadır.
Komünal ekonomiye ulaşmak...
Dolayısıyla ekolojik bilinç ve felsefeyi yakalamak, doğa ile dost, barışık olmak, ahlaki ve politik toplum olma hedefidir. Biz insanlar bu doğanın en son parçasıyız, doğayla bağlarımız çocuk-ana bağı gibidir. Bu doğadan yararlandığımız kadar onu korumak, ona saygı göstermek ve onu beslemek, bizlerin en temel görevidir. Kürt Halk Önderi Öcalan, “fikir bir olsaydı kuzu ile kurt birlikte yaşardı” derken, doğadaki farklılık ve çeşitliliğin birbirini yok etmeden yaşam döngüsü içerisinde diyalektik olarak ilerlediğini belirtmektedir. İlk insan topluluğu açısından onlar için doğa hep canlı bir varlıktır. O dönemin dini olan animizmden de anlaşılıyor ki doğadaki her şeye kendileri gibi canlı bakıyorlar. İlk olarak barınmak için kendilerine uygun yer ararlar daha sonra beslenmek için de avcılık ve toplayıcılık arayışına geçerler.
Beslenme bir ekonomik faaliyettir, toplumların zorunlu maddi ihtiyacını giderme eylemidir. Klanlar şeklinde yaşam süren ilk insan topluluğu tarım-toplayıcılık ve avcılıkla sağladığı beslenme düzeninde en fazla dikkati çeken nokta kuşkusuz komünal, kolektif, ortak bir düzen kurmalarıdır. Her şey klan toplumu içindir. Toplanan ürünler herkesindir ve bireysellik, bencillik henüz yoktur. Özel mülkiyet kavramı, yani benimdir, benim malımdır, bana aittir gibi sözlere yer yoktur. Ne varsa hepsinindir. Ahlaki ve politik toplumun özü bu yaşam tarzında açığa çıkmaktadır. O dönemin en temel faaliyeti toplanan ürünün anında dağıtılmasıdır. Armağan kültürü bu döneme aittir ve bir ekonomik faaliyettir. Toplanan ürünler biriktirilmeden hediye verilerek dağıtılır. Bu hediye kültürü aslında öyle bildiğimiz basit bir olay değildir. Beraberinde komşuluk, arkadaşlık, akrabalık gibi insan ilişkilerini geliştirerek, duyguda, ruhta ve birbirine saygı göstermede adeta bir araç olur, bu da beraberinde toplum olmayı örgütler. Dikkat edersek günümüz toplumlarında başta Kürdistan olmak üzere bazı kesimlerde buna benzer kültür ve gelenek halen mevcuttur. İnsanlar birbirlerinin ihtiyaçlarını bilerek ortak, kolektif bir dayanışma içerisinde yaşamını örgütler. Toplumsallaşmada özellikle kadınlar daha yaratıcı, örgütleyici, özverili ve duyarlıdır. Bu anlamıyla ekonomi, topluma ait bir kavramdır, toplumun kendi yarattığı bir değerdir.
Dünya beton yığınına çevriliyor
Öyleyse topluma ait olan topluma tekrar kazandırılmalı ve toplumun hizmetine sunulmalıdır. Tarihte olduğu gibi kendi ekonomimizi kendimiz oluşturalım. Bunun için inanın ki imkan ve olanaklarımız çok zengin. Yeter ki örgütlenmesini iyi bilelim. Mesela, üzerinde en temel ekonomik faaliyet yürütebileceğimiz alan elbette ki tarım alanlarıdır. Organik ürün yetiştirmek ve ondan yararlanmak hem sağlık açısından önemli ve hem de insanın toprakla bütünleşmesini, ruhsal, duygusal, fiziksel ve maneviyatın gelişmesini sağlar.
Biliyoruz ki kapitalist sistemin betonlaşmış zihniyeti dünyayı da beton yığınına çevirmek istemektedir. Endüstriyalizm canavarını arkasına almış tekelci sermayedar, ekolojiye verdiği zararların haddi hesabı yoktur. Doğada küçük bir parça yeşil alana tahammülleri kalmamış, her yeri plazalara, kulelere dönüştürmüştür. Örneğin, çokça bahsedilen Dubai, Arap körfez ülkelerinin en modern şehri olarak biliniyor. Gökdelen ve kuleleriyle Dubai deniz üzerinde yapay adalardan oluşmuş bir şehirdir. Bu şehirde tarım alanı, tarımcılık işleri yoktur. Çünkü tarımı yapacak toprak alan bırakılmamıştır. Her yer gökdelen ve kulelerle çevrili bir beton yığınıdır. Maddi ürünlerini (sebze, meyve vb.) dış ülkelerden karşılamaktadır. Bu insana gerçekten korkunç gelmiyor mu? Elleri, ayakları toprağa basmayan, yeşilliğe dokunmayan, koklamayan bir insanın ruh hali sizce nasıl olabilir? Kuşkusuz hissiz, duygusuz, toplumsallıktan ve sevgiden uzak, bireyci, bencil bir kişilik olur.
Kapitalist sistem Kürdistan’ın her şehrini Dubai yapmak istiyor. Binalar, sanayiler, tekelci şirketler vs. kurmak demek bir o kadar toplumsal sorunlarla karşılaşmak ve yukarıda belirtilen adeta robotumsu kişilik yaratmak demektir. İşsizlik, hırsızlık, nüfus yoğunluğu, kazalar ve daha birçok sorunlar yumağı demektir. Toplum olarak buna izin verilmemeli, özellikle bunun zeminini oluşturmak için Kürdistan’a girmiş özel şirketler, sanayiler, HES ve baraj, yol, kale kol vb. yapımlara karşı ciddi anlamda mücadele verilmeli ve bu mücadeleyi evrensel kılabilmeliyiz. Köye dönüş projelerin başladığı bu dönemde tarım kültürünü yeniden canlandırmak başta Kürdistan toplumunun öncülük ve örgütlülüğünde olduğu kadar, tüm Ortadoğu-Mezopotamya halklarının kendi özüne dönüşme sorumluluğundadır. Köy ve kırsal mekanlar elverişli, potansiyeli olan mekanlardır. Köy-tarım kültürü geliştikçe, toplumsal ruhu ve komünal-ekonomik yaşamı tekrar canlandırabilir ve önümüze koyduğumuz projelerin hayata geçmesini de hızlandırabiliriz.
Açlığa karşı kooperatifler...
Her insanın kendi içinde, doğal toplum kalıntıları vardır. Toprak, hayvan sevgisi, armağan ve komşuluk vs. özellikle Kürdistan toplumunda bu kültürel gelenek bariz yaşanmaktadır. Kısacası doğayla, toprakla iç içe yaşayan bir halk gerçekliğimiz zaten var. Fakat bugün Kürdistan’da toplumsal duyarlılık artmasına ve devrim düzeyinde bir gelişme ortaya çıkmasına rağmen halen bu konularda ciddi adımların atılmaması ekolojik-ekonomik toplum inşasında zaman kaybına götürmektedir. Bunu aşarak yeniyi inşa etmek, başta tüm sivil toplum kurumlarının, belediyelerin, partilerin ve köy-mahalle meclislerinin görev ve sorumluluğundadır. Öncelikli olarak başta Kürdistan’da işsizlik ve açlığa çözüm bulmak için komün ve kooperatifçiliği örgütlemeliyiz. Herhangi bir toplumsal yaşam koşullarında komün ve kooperatifi örgütlemediğimiz takdirde toplum asla istediği refaha, huzura kavuşamaz, ahlaki ve politik toplum ölçülerini yakalayamaz. Toplumsallık komün demek, komün toplumsallık demektir. Komün-komünaliteyi yaşamın her alanına indirgemek, demokratik tarzın açığa çıkmasına ve ahlaki-politik toplum olma zemininin gelişmesine yol açmaktadır.
Bu anlamda örneğin, tarım ve hayvancılık alanlarında olsun, yaşadığımız her yerde kooperatifler oluşturulabilinir. Bu kooperatifler yaşamın her alanına örgütlenebilinir. Bir köyümüzün elektriği, suyu, yolu vb. gibi ihtiyaçlarımı var, bunun için ille de dış şirketlere, (devlet) ihalelere bağlaması mı gerekir? Elbette ki hayır! Bir köyün alt yapısını oluşturmak için ekonomik ihtiyaç mı var. Öyleyse o köyün sahipleri olan her ev kendi aralarında komünler kurarak köyün neye ihtiyacı varsa işte bu komün örgütlenmeleriyle karşılanabilinir. Örneğin, tarım, su, elektrik komünleri vs. geliştirilebilinir. Bunlar ekonomik yaşamı ve toplumsallığı geliştirme konusunda önemli faktörler olmaktadır. Yine halk bankaları kurulabilinir. Burada o bildiğimiz devlet-iktidar-sınıf bankalarından değil, bu tamamen halkın inisiyatifinde olan, mal ve ürünlerin ortaklaştığı, yine toplumun ihtiyaçlarını karşılayan bir banka kurumu oluşturulabilinir.
Ekonomi devletin veya bireylerin değil, toplulukların ya da başta da belirttiğim gibi kadınların, çiftçi ve çobanların, küçük çaplı tüccarların işi olarak bilmek, görmek gerekir. Toplum kendi ekonomik kaynağını devletten, sistemden, tekelci sermayedar elinden uzak örgütleyip, geliştirebilir. Kürt Halk Önderi, “Ekonomik sorunlar denince karıncalar aklıma gelir” diyor. Karınca kadar ufak bir hayvanın bile ekonomik (ne de olsa her varlık için ekonomi beslenmedir) sorunları olmuyor. İnsan gibi gelişkin akıl ve tecrübe sahibi bir varlığın yaman ekonomik sorunları, hatta işsizlik gibi yüz kızartan durumlar nasıl yaşanıyor? Doğa da insan zekasının üzerinde çalışıp iş haline getiremeyeceği ne olabilir? Sorun kesinlikle ne doğal işleyiştedir, ne de çevreyle ilgilidir. İnsanın zalim kurdu kendi içindedir. Her ekonomik sorun başta işsizlik, toplumun sermayeleştirilmesiyle bağlantılıdır. Derken, orda anlaşıldığı gibi en temelinde toplum birilerin sermayesi olmaktan çıkmalı, kendi demokratik ve komünal ekonomik alanlarını geliştirmelidir.
DİCLE TEKMAN
