Erkekliği yıkıp yerine BROKOLİ ekeceğiz!

Erkeklik zor mesele çünkü ne kadar kovalarsan kovala elden kaçıyor. Erkeklik sürekli korunması gereken, kaybedilebilir, diğerleri tarafından onaylanması ve kamusal olarak kanıtlanması gereken bir statü. O yüzden her ne kadar (Erdoğan, Trump, Putin) hegemonik erkekliğin süperstarları gibi görünse de erkekliğin preker doğası nedeniyle asla zafer kazanmış değiller.
GÖZDE GÜLER
Türkiye’deki üniversitelerden ihraç edilen ya da çalışma koşulları kalmadığı için başka ülkelerin yolunu tutan akademisyenler biri de Dr. Olga Selin Hünler. Alanında başarılı bir akademisyen olan Hünler, “Erkek Üniversite Öğrencilerinde Beden İmgesi ve Pozitif-Negatif Duygulanım İlişkisi” gibi dikkat çeken zor bir araştırmanın da sahibi.
Dr. Olga Selin Hünler
Dr. Olga Selin Hünler aynı zamanda bir barış akademisyeni. Almanya’nın Bremen Üniversitesi’ndeki Etnoloji ve Kültürel Çalışmalar Enstitüsü’nde çalışıyor. Erkek bedeni ve iktidar olgusu üzerine çalışan Hünler, erkek bedenin endüstriyel bir ürüne dönüştüğünü söylüyor ve ekliyor: ‘’Erkeklik zor mesele çünkü ne kadar kovalarsan kovala elden kaçıyor.’’
‘’Ne olacak bu erkeklerin hali?’’ sorusuna Hünler, ‘’En kısa zamanda hem kendilerini hem kadınları soktukları cendereyi fark edip kendi ‘erkekliklerini’ sorgulamaya başlarlar. Diğer türlü feminist kadınlar erkekliği yıkıp yerine brokoli ekecekler çünkü’’ diyor.
Dr. Olga Selin Hünler ile göç ve ‘erkekliğin’ kadınları nasıl etkilediğini konuştuk.
2010 yılında yaptığınız bir araştırmada Hollanda’ya göç eden kadınların erkeklerden daha fazla psikolojik sorun yaşadığını tespit etmiştiniz. Bu sonuca nasıl ulaştınız?
Doktora tezimi yasa değişikliğinden sonra Hollanda’ya göç eden ve ‘’yeni gelenler“ denen Türkiyeli göçmenlerle yapmıştım. Tezin ve diğer birçok çalışmanın bulguları ayrımcılık yaşamanın psikolojik zorluklara neden olan en önemli değişken olduğunu gösteriyor. Ben de göç edilen kültüre daha fazla kültürleşme yönelimi olan ama bu arada daha fazla ayrımcılık yaşayan kadın göçmenlerin daha fazla psikolojik problem yaşadıklarını gözlemledim.
Sosyal bilimlerin bazı alanları belirli dönemlerde çok hızla değişiyor. Çalışmaların paradigmaları değişiyor ya da bulguları eskiyor. Ama sanıyorum göçmen kadınların daha fazla zorluk yaşadığı bulgusu hala sabit. Sosyal ağlardan uzaklaşmak, toplumsal cinsiyet rolleri ile ilgili çatışmalar, travmatik yaşantılar mülteci ve göçmen kadınların sıkça yaşadıkları deneyimler olduğunu biliyoruz.
Din olgusu göç ve beraberindeki sorunları nasıl etkiliyor?
Buna hangi din diye sorarak cevap vereceğim. Çünkü Türkiyeli göçmenler için konuşacaksak İslam bir ve tek din değil. Aleviler, Êzîdîler, ya da Hıristiyan Türkiyeli göçmenler de yaşıyor Avrupa’da.
İslam için konuşacaksak da bu soruya göçün tarihselliği içerisinde bakmak önemli diye düşünüyorum. Örneğin Levent Tezcan hoca Almanya’daki Türkiyeli göçmenler için Müslümanlığın zaman içerisinde baskın bir kimlik haline geldiğini, bunun da cemaatlerin çabalarıyla ilişkili olduğunu söylüyor.
Dini inanç ve pratikler ne yazık ki cemaatler ya da grupların (hatta devletin) bir güç kazanma alanı haline geldi. Belki ev sahibi ülkeler bireyler yerine bir temsilci ile konuşmanın daha kolay olduğunu düşündükleri için göçmenlerin kendisi yerine onların sözcüsü gibi duran Milli Görüş gibi yapıları ya da DİTİB’i muhatap almayı tercih ettiler.
11 Eylül sonrasında ortaya çıkan iklim, göç politikalarının değişmesi, radikalleşme gibi nedenlerle bir Müslüman göçmen sorunsalı tanımlanmaya başladı.
Birey düzeyinde ise dindarlık kimi zaman psikolojik sağlığı koruyan bir etmen olarak görünse de kimi zaman da bir çatışma nedeni de olabiliyor. Yine benim çalışmamın bir bulgusu da Hollanda kültürünün alışkanlıkları ve özelliklerini benimseyen göçmenlerin daha dindar olduklarında, dindar olmayanlara göre daha fazla psikolojik problem yaşamalarıydı. Yani dindarlık koruyucu değil zorlaştırıcı bir rol de oynayabiliyor kimi durumlarda.
Erdoğan’ın neo Osmanlı yaklaşımı Almanya’da da kendini hissediyor. Mesela; 10 yıl önce oruç zorunluğu yokken artık Ramazan şenlikleri yapılıyor. Siz bir kıyas ve karşılaştırma yaparsınız tespitleriniz neler?
Erdoğan sağ popülist bir politikacı olmanın gereklerini çok iyi yerine getiriyor. Bu neo-Osmanlıcılık oyunu da bunun bir tezahürü. Popüler kültür aracılığıyla da bu gerçeklik üretimini takip etmek mümkün. Kapsayıcı bir “biz” yerine milliyetçi ve mezhepçi “Türk-Sünni-heteroseksüel-ruhen erkek” bir biz inşa ediliyor. Bu da popülizmin “kimlik siyaseti” formuna da uygun düşüyor. Türkiye’de bu aidiyet inşası krizleri, yoksulluğu, güvencesizliğin üzerini örtüp “eski güzel günlerin“ yeniden geleceğine inandırarak yapılıyor. Kabul edelim ki Erdoğan Almanya’daki Türkiye kökenli Sünni göçmenlerin arkasındaymış gibi yapmayı başardı. Artan yabancı düşmanlığı ve İslamofobi rüzgarını da arkasına alıp “babaevi“ ve “gurbetteki“ Türkler arasındaki sosyal bağları güçlendirmek ve ortak bir hayale sahip insanları birbirine bağlamak bu neo-Osmanlıcılık ile ilişkili.
Göç, kadın için ne demektir erkek için ne demektir?
Homojen bir göç ya da göçmenden bahsetmek mümkün değil. Göçmenin sınıfı, etnisitesi, eğitim durumu, cinsel yönelimi ya da göç edilen ülkenin özellikleri, göçmenlik politikaları ve tabii ki patriarka gibi çok fazla faktör var göze alınması gereken.
Göçmen kadınlarla çalışan terapist Olivia Espin “ev sahibi toplum kendi sorumluluk ve isteklerini ayrımcılık ve ırkçılık yoluyla dayatır“ diyor. Yani bazı göçmenler tarafından kadının geleneksel rollerine dönüşü ulusal kimlik ve kültürel gururun muhafazası gibi tanımlanırken göç edilen toplum tarafından göçmenlerin geri kalmışlığına bir işaret olarak görülüyor. Irkçılığın alttan alta ifade edildiği toplumlarda bile kadın göçmenler dominant toplum ve kendi toplumlarının cinsiyetçi beklentileri arasında sıkışıyorlar Espin‘e göre.
Ama unutmamak lazım ki erkekler de aynı patriarkal yapının içindeler. İsteseler de istemeseler de onlardan beklenen toplumsal cinsiyet rollerini yerine getirmeleri bekleniyor. Bu da özellikle ataerkil normlar dışında yaşamak isteyen genç erkekler için oldukça zorlayıcı.
Türk ataerkil bir zihniyeti de özellikle Almanya’da yaygın. Batı kültüründe doğup büyüyen kadınlar bu zihniyeti neden kabul ederler?
Ataerkil zihniyet her yerde yaygın. Ne yazık ki demokratik değerlere sahip olduğuna inandığımız birçok Avrupa ülkesinde de yükselen popülist sağ hareketler öncelikle kadın ve LGBTI hareketlerine ve göçmenlere saldırıyor. Örneğin Polonya’da tekrar başlayan kürtaj tartışmaları buna örnek olabilir. Almanya’da bile iş hayatında kadın erkek arasında maaş farklılıkları olması ataerkinin bir kültüre özgü değil kadınların ve LGBTI bireylerin dünyanın her yerinde mücadele etmeleri gereken bir şey olduğunu söylüyor bize.
Ataerkil olmak ırkçılığı tetikler mi?
Cinsiyetçilik, ırkçılık, insan merkezlilik, heteroseksizm, yaş hiyerarşisi, milliyetçilik, militarizm… bunlar neredeyse her zaman birbirinin içine geçmiş, birbirlerini tetikleyen, destekleyen ideolojiler.
Putin, Trump, Erdoğan ‘erkeklik’ ‘adamlık’ günümüzde bunlar şahsında temsilini buluyor! Milyonlarca hayranları var. Bunlar ‘erkekliğin’ zafere ulaşmış halleri mi? Yoksa ‘erkekliklerini’ yitirme hali mi?
Erkeklik zor mesele çünkü ne kadar kovalarsan kovala elden kaçıyor. Hegemonik erkeklik kurucu – norm oluşturan bir erkeklik, genellikle de beyaz, hetero, güçlü, ortayaşlı olmayı gerektiriyor. Ama öte yandan da erkeklik sürekli korunması gereken, kaybedilebilir, diğerleri tarafından onaylanması ve kamusal olarak kanıtlanması gereken bir statü. O yüzden her ne kadar bu “üçlü“ hegemonik erkekliğin süperstarları gibi görünse de erkekliğin preker doğası nedeniyle asla zafer kazanmış değiller.
Bir süre önce Filipinler Başkanı Rodrigo Duterte ülkesindeki kadın isyancılara “Sizi öldürmeyeceğiz. Sizi vajinalarınızdan vuracağız” dedi. Ne demek bu? Nasıl yorumlarsınız bunu?
O sözün devamı da “böylece vajina olmayacak, işe yaramaz olacaklar” diye geldi. Yani bir taraftan kadını sadece vajinası ile yapılabileceklere indirgeyen bir taraftan da kadının en zayıf olduğunu düşündüğü yerden saldırmaya çalışan, cinsiyetçiliğin, şiddetin iç içe geçtiği cinsel şiddeti kutlayan korkunç bir açıklama.
Sizce yontulmamış erkeklik nedir?
“Yontulmamış“ ile ne kastettiğini tam olarak kestiremiyorum. Nihayetinde insan olmak dediğimiz şey çokça yontulmak demek. Sosyal bir varlık olarak büyürken sosyalleşmenin temel kurallarını da öğreniyoruz. Psikolojide çeşitli açıklamalar var bunun için süperego gelişimi, sosyal öğrenme, ahlaki/moral gelişim. Yani yontulmamak imkânsız ama yontulduktan sonra neye benzediğimiz önemli. Yani bir erkek çocuk patriarkal, maço, beyaz/hetero/dindar/güçlü vb erkekliklerin yüceltildiği bir toplumda büyüyor ve bu değerleri sorgulama olanağına sahip olmuyorsa yontulduğu form da güzel olmuyor.
Güçlü, korkusuz erkeklik ideali, kaslı bireylikler, uluslar, imparatorluklar ve ırklarda cisimleşti. Bu kadınları nasıl etkiledi?
Erkeklik kendini kurarken “kadın(sı) olmayan“ her şeyi temel alır kendine. Connel ve Messerschmidt (2004) hegemonik erkekliği “tüm erkeklerin pozisyonlarını ona bakarak belirledikleri ve erkeğin kadın üzerindeki baskısını evrensel olarak meşrulaştıran erkek olmanın en saygın yolu” diye tarif ederler. Heteroseksizm ve homofobi de hegemonik erkekliğin üzerine inşa edildiği iki önemli ayaktır. Erkekliği heteroseksüellik ile tanımlamak onu kadın-dışılaştırmak (defeminize) etmenin de yollarından birisi diyor Connel.
Bu nedenle de hegemonik erkekliğin bedelini en çok kadınlar, heteroseksüel olmayan erkekler ya da trans bireyler ödüyor. Fiziksel, psikolojik, cinsel ya da ekonomik şiddette maruz kalmak, en preker çalışma koşullarında çalışmak zorunda bırakılmak bunun örnekleri.
Almanya’daki erkekler ile Türkiye’deki erkekleri karşılaştırdığınızda nasıl farklar var?
Buna cevap vermem çok kolay değil, zira bu kıyaslamayı yapmak için çok dikkatli ve birbirine denk iki örneklem almak lazım. Çok kabaca da olsa öğrencilerimi karşılaştırırsam Almanya’daki erkek öğrencilerimin Türkiye’deki yaşıtlarına kıyasla feminizm ve LGBTIQ hakkında daha bilgili ve donanımlı olduklarını, daha az geleneksel toplumsal cinsiyet söylemleri kullandıklarını söyleyebilirim. Türkiyeli arkadaşlarım ve meslektaşlarım ise bu konularda Almanyalı meslektaş ve arkadaşlarıma göre daha çabuk tekliyorlar sanki. Solcu ve akademisyen olmak otomatik olarak kimseye kadın/LGBTIQ bakış açısı getirmiyor. Bunun üzerine mesai yapmak, düşünmek ve kendi hâkim/avantajlı pozisyonlarını daha fazla sorgulamaları gerekiyor Türkiyeli erkeklerin.
Ne olacak bu erkeklerin hali?
Umarım en kısa zamanda hem kendilerini hem kadınları soktukları cendereyi fark edip kendi “erkekliklerini“ sorgulamaya başlarlar. Böylece kendilerini de hem psikolojik hem sosyal olarak özgürleştirme imkânı bulacaklar. Böylece hegemonik olmayan erkeklikleri de keşfetme, dayanışma, geliştirme şansı bulacaklar. Diğer türlü feminist kadınlar erkekliği yıkıp yerine brokoli ekecekler çünkü! (8 Mart 2015’de bir pankart)
