Fırtına ve boranla gelen şiirler

"Bir yük vagonunda açtım gözlerimi,
Bizi kamyona doldurdular,
Tüfekli iki erin nezaretinde,
Sonra o iki erle yük vagonuna
doldurdular,
Günlerce yolculuktan sonra
bir köye attılar,
Tarih öncesi köpekler havlıyordu
Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk,
o havlamalar, polisler
Duyarlılığım biraz da o çocukluk
zlenimleriyle besleniyor belki.
Annem sürgünde öldü,
babam sürgünde öldü."
Bu şiiri okudukça kırımı yaşamış körpe çocukların çığlıklarını, biçareliklerini, yanlızlıklarını duyumsar gibi oluyorum. Sayfalarca yazı yazarsın pek bir harbiyesi olmaz. Onlarca kitap çıkar yine aynı. Esaslı bir şiir veya tuvale dökülmüş bir resim her şeyi alır götürür. Şiirin çığlığı ve ahından korkmak gerek.
Murat Sezgin’in daha önce yine Kardelen Yayıncılık'tan çıkan "Zemheride Yürekler Geçti’’ anı romanını okuyup bir değerlendirme de yazmıştım. Dêrsim dağlarını mesken tutan bir gerilla grubunun başına gelen Yel Dağı tufanını anlatan anı romandı. Toplam 47 kişinin zemherinin dondurucu soğuğunda sığındıkları barınaktaki yaşamları ve barınağın devlet güçleri tarafından tesbit edilmesinden sonra Yel Dağı'nda günlerce, soluk soluğa süren kırk yedi gerillanın yaşam savaşını anlatmıştı. Sezgin'in anı romanının sayfalarını çevirdikçe siz de sanki Tolstoy romanlarındaki gibi üşümeye, donmaya başlıyorsunuz. Donan ayaklarını, donan vücutlarının parçalarını kendi ellerine aldıkları testerelerle kesiyorlardı. Anı romanın bir köşesine sığınan ve o köşeden kahramanları izleyenlerden birisi de Murat Sezgin’di.
Konakladıkları köydeki köylüler, yalancısı, korkağı, kopuğu, sarhoşu el ele vererek kendi aralarına gelen bu donmuş, dona dona ölen insanları saklamak için yeni ve tehlikeli büyük bir gizli örgüt daha kurmuşlardı.
Koca devletin istilası altındaki Dêrsim’de sanki büyük platolu bir film çekilir gibiydi. Sezgin’in “Zemheride Yürekler Geçti’’ anı romanını neden anlattığımı veya neden oralara döndüğümü yadırgıyor olabilirsiniz. Fakat şiirin yanık izlerini oralardan takibe almak için bunlar gerekli. Bakın Sezgin’in şiirinin bilinç altından satır aralarına kadar girmişti o büyük fırtına....
"Üç gece iki gündüz
Uzun, beyaz bir bulut açılmıştı
Çarşaf ve yorganları uçurumlardı
Beyaz lav kütlesi akıyordu
Ne içiliyor, ne sarınılıyor
Ne de uzanılıyor
Ne de basılıyordu üstüne
Beyaz lavdan bir bataklıktı
Öyle çekiyordu ki içine
Çıkmamak için hiç
Oraya girmek isitiyordu
sevdasını özgürleştirenler...
Üç geceyi iki gündüzü bir eyleyip
Sardılar uykusuz canlarına
Üç gece iki gündüz uyku diye
Yapışmıştı ölüm uykusu
Bir de beyaz kefen öyle güzel
Toplanıyordu ki göz kapaklarına…"
Şiir tadındayken isterseniz biraz durun romana dönelim. Önemli kahramanlardan birisi Alplerden İsviçre’nin refahından, rahatından, rahatsız olup yönünü Munzurlara dönen Barbara Anna Kistler’in ölüm anlarını bakın Sezgin nasıl anlatmış.
"Bu iş böyle gitmeyecek. Bir doktor kaçırıp getirsinler dedi Lenko. Olur dedi Ali Haydar ve devam etti. Diğer odadakiler de kötüleşiyorlar.
Sağlamların odasında karmaşık duygular yaşanıyordu. Barbara’nın etrafında gezip duruyorlardı. Ela gözleri girdabın içinde çakmak çakmak yanıyordu. Bedeni ağırlaşmıştı. Acı ve ağrılar bütün bedenine yayılmıştı.
Sakindi içten içe inliyor, damağına yapışmış, kat kat olmuş dilini ağzının içinde oynatmaya çabalıyordu. Birkaç saniyelik durgun bakışları kayboldu, etrafını şaşkın şaşkın izleyip güçsüz kollarını oynattı.
Mama mama Goni, kazağım boğazımı sıkıyor boğacak beni deyip kısık sesli iki eliyle kazağının boğazını yırtmaya çabalıyordu. Zelal’in, Songül’ün, Zilan’ın ve ev sahibi Naciye kivrenin gücü yetmiyordu. Yaralı, kanayan ayaklarını duvara çarpıp irkildi. Ayaklarına basıp kalkmak istedi. Her hareketi daha büyük acılar, yaralar açıyordu. Nefesi eskisi gibi güçlü değildi. İnleye inleye soluyarak yerinden doğrulmaya çabalıyordu.
Mama mama bekle ben geliyorum. Neden gelmiyorsun
Sakinleşti. Etrafına bakıp etrafını anlamaya çabaladı. Toparlandı deyip bir oh çekeceklerdi ki. Başı yan tarafa düştü. Odanın içindekiler put gibi gözleri irileşerek Barbara’ya baktılar. Nabzını kontrol edemediler. Mazlum onun masumca uyuyuşuna bakarak titreye titreye nabzını yokladı."
Sezgin yaşadığı bu büyük serüvenden sonra romanın yapraklarının arasından kesilmiş ayak parmaklarının kan izlerinden yürüyerek şiirin otağına giriş yapıyor.
"Gözler, diller, eller, kirpikler,
yanan yüz,
Nefes ve parmaklar,
alevdiler yandılar
Uykudan nasılda kaçıyorlardı,
ona o kadar açken
Öyle sevdalıydılar ki,
beyaz yangında yanarlarken
Öyle güzel sarmışlardı ideallerini
toz karlardan yapılma,
Aç nefesleriyle yanarken onlar.
Dêrsim’de onlarla yandı."
Yangının, ateşin kavurduğu bu topraklardan ancak has şiir çıkardı. Masalların, ağıtların, yangınların ortasından topladığı şiir demetleriyle bizi karşılıyor Murat Sezgin... Sezgin şiirleri elbette belli bir yöreye ait değil. Şiirinin penceresini dünyaya da açıyor. Haiti’den Filistin trajedisine uzanan imgeler bahçesiyle de karşılaşırsınız. Fırtına ve Boranlardan gelen bu şiirleri okuyup hakkını vermekte bize düşüyor.
CİHAN ERDOÐAN
