Geç Osmanlı ve erken cumhuriyet dönemlerinde sorgulanan Alevilik

Haberleri —

Prof. Hasan Reşid Tankut’un Hassa subayı olan babası, II. Abdülhamid tarafından Yemen’e sürülmüş ve orada koleradan ölmüştür. Tankut’un annesi, eşinin ölümü ardından yeniden evlenmiş; yetim kalan Reşid Tankut ise Elbistan’ın Kızılbaş Kürt köyü Kalaycık’ta Büyük Seydo Ağa tarafından dört yıl süreyle himaye edilmiştir. Bunun ardından Tankut, İttihatçılar tarafından okutulmuş ve önce Sivas Hafik’te Maiyet memurluğu, arrdından İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığı yapmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarına tekabül eden 1925’te ise bizzat Mustafa Kemal tarafından Şark İlleri Asayiş Müşaviri, Türk Ocakları Koordinatörü olarak atanmış; bu tarihten 1961 yılına kadar devlet yönetimine Etnopolitik İnceleme Raporları vermiştir. 

Müslüman ve Türk kökenli Prof. Hasan Reşid Tankut, hazırladığı gizli raporlarının birinde, bir bütün olarak Aleviler ve özelde Alevi Kürtlerle Hristiyan Ermenilerin tarihten bu yana son derece iyi anlaştıklarını, Alevilerin her yerde Hristiyan dostu olduğunu belirttikten sonra, Ermeni kökenli kimi Alevi Bektaşi aşıklarının (aşuxlar) Alevi toplumu üzerinde oldukça etkili olduğunu vurguluyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Alevi aşıklar arasında Sarkis Zeki, kudretli bir ozandı. O, tıpkı Viranî gibi, Turabî gibi demeler söylemiş ve Ehlibeyt methiyeleri yazmıştı.” (Kürdistan’da Gizli Dinler; Bayrak, Mehmet; Özge Yay.; Ank. 2014; syf 25)

Prof. Tankut, söz konusu etnopolitik inceleme raporunda, daha sonra şu saptamada bulunuyor: “Alevi, her yerde Hristiyan dostudur. Ocak başlarında muhabbet eden insanların arasındaki Hristiyan, hiç de yabancı sayılmaz. Belki bir çeşit i’tizal (akılcılık MB) yolu olan Gregoryanlık, başka Hristiyan mezheplerine göre Aleviliği daha ziyade okşayabildiği için üstün tutulmaktadır. Şurası gerçek ki, Ermeni, Alevi’nin en yakın bir dostudur.” (Bkz. Age, s. 25)


Kürdistanlı Alevi pirinin çarpıcı sözleri

Hasan Reşid (Tankut), Osmanlı yönetiminin son yıllarında Sivas’ın Hafik kazasında maiyet memuru (kaymakamlık öncesi MB) iken gecelediği bir Alevi köyünde tanık olduğu bir anekdotu, doğrudan Alevi pirinin anlatımıyla aktarır. Buna göre Alevi piri, iki komşu unsur olan Kürt Aleviliği ile Ermeni Hristiyanlığı arasındaki benzerlikleri şöyle koyar:

“Alevilerle Ermeniler arasındaki fark, soğan zarı kadardır. Ermeniler, Tanrı’yı baba, oğul ve ruh olarak anar; biz bu üçlemeyi Hak-Muhammed-Ali biçiminde söyleriz. (İçtoros Hakikatçıları‘nda bu üçleme Haq-Ali-Hüseyin biçimindedir.)

- Onların 12 Havari’si vardır, bizim 12 İmam’ımız.

- İbadet ve oruçların vakit ve şekliyle bayramlar, her iki millette de aşağı yukarı aynıdır. (Kadınlı erkekli, müzikli ve ilahili ibadet amaçlanıyor. MB)

- Onlar tek kadınla evlenir ve kadın boşamazlar, biz de öyle.

- Onlar sakal bıyık kestirmez, kıl düşürmezler; biz de öyle.

- Onlar gusul etmezler, biz de öyle.

- Onlar göğüslerinde haç çıkarmak yoluyla şehadet getirirler, biz açık avcumuzu bağrımıza basmak suretiyle.

- Biz sonradan Hz. Ali Efendimize uyduğumuz için adımız Alevi oldu. Yoksa aramızda (ciddi) bir fark yoktur.” (Bkz. Age, s.26)


Kuşkusuz, Kürdistanlı Alevi pirinin bu belirlemesinde büyük bir gerçeklik payı vardır ve daha önemlisi bu, nedensiz değildir. Bu düşünsel belirlemenin tarihsel, toplumsal ve kültürel temelleri olduğu açıktır. Esasen bir dini irdelerken, onun çıkış kaynaklarına ve yayılma alanlarına; bu arada etkilediği, etkilendiği ve eklemlendiği, örtüştüğü din ve inançlara bakmak gerekiyor.

Bu noktadan bakılınca, Alevilikle Hıristiyanlık arasındaki ritüel benzerliğinin yanında, inançsal ve kültürel içerik olarak da birçok benzerlik bulmak mümkündür. Konunun önemli uzmanlarından Matti Moosa’nın Alevilikle Ermeni Hristiyanlığı etkileşimi bağlamında dile getirdiği şu belirleme, üzerinde durmaya değer niteliktedir:

“Dış yüzeyi Şii İslam ancak özü Paganizm, Mitraizm,  Hristiyanlık ve belki de Mazdeizm karışımı heterodoks bir din olarak ortaya çıkan Aleviliğin, özellikle Ermeni Hristiyanlığı ile güçlü bağları ve benzerlikleri bulunmaktadır.” (Age) 


Açıktır ki, bu önemli belirlemeye rağmen, Alevilik Hristiyanlık olmadığı gibi Hıristiyanlık da Alevilik değildir. Alevilik/Yaresanlık, bir “doğal ve felsefi din” iken Hristiyanlık bir “semavi/kitabî” dindir. 

Özellikle Abdülhamid’den bu yana süregelen ihtida (zorla din değiştirtme) ve asimilasyon politikaları ekseninde dünden bugüne egemen resmi ideolojinin ikame ettiği tezleri tabulaştırması yüzünden bu tartışma ve sorgulama açık planda gerçekleştirilememiş ancak gizli raporlarda dile getirilmiştir. Öyle ki, Atatürk’ün etnopolitika uzmanı ve raportörü Prof. H. R. Tankut’un 1920’li yılların sonlarından 1960 darbecilerinin isteği üzerine hazırlanan 1961 tarihli raporuna kadar çok sayıda gizli belgede bu gerçekliği görmek mümkündür.


Doğu’ya açılan Batı

Eski yöntemlerle, daha 16. yüzyılda reformunu ve rönesansını tamamlayan Batı karşısında tutunamayacağını anlayan Osmanlı Devleti, 19. yüzyılın başlarından itibaren yeniden doğum ve kendini yenileme sancıları içine girer. Ancak başlangıçta bu yenilenmeyi askeri yöntemlerde arar ve yeni bir ordu düzenleme işine girişir.

Kısa süre sonra, Batılı müşavir subaylar gözetiminde de olsa, giyim kuşamı ve silahları yenilenmiş bir orduyla işin bitmediğini anlayarak kimi hukuki reformlara başvurur. Bunun en önemli dönemeci, bir dizi yenileşmeyi içeren Tanzimat Fermanı‘dır.

Osmanlı yönetimi, bu yenileşme hareketleri çerçevesinde, merkezi Amerika’da bulunan Protestan Kilisesi’nin; başta Kürdistan, Ermenistan, Mezopotamya ve Önasya olmak üzere Osmanlı memleketlerindeki gayrimüslim topluluklara dini ve sosyal planda sahip çıkmasını kabul eder. Bu nedenle de 19. yüzyılın ortalarından itibaren gerek Protestan Kilisesi, gerekse Amerika bu memleketlerde yoğun bir çalışma içine girer. Bu çerçevede bölgede çok sayıda konsolosluk, kolej, kilise, işlik, derslik ve yetimhane açılır. Tabii bu çerçevede bölgede çok sayıda diplomatın yanı sıra eğitici, gezgin, araştırmacı ve misyoner de faaliyet gösterir.

Osmanlı mülkündeki bu yeni misafirler, Ermeni, Süryani, Keldani gibi gayrimüslimlerin yanı sıra bölgedeki Kızılbaşlar’la da diyalog içine girer. O güne kadar Osmanlı ve İran devletiyle başı hoş olmayan Kızılbaş/Alevi topluluklar, uzatılan bu eli tutmakta hiçbir sakınca görmezler. Çünkü ilk kez kendilerine bir dostluk eli uzatılmaktadır. Zaten komşuları olan Hristiyan gruplarla da geçmişten beri dostluk ilişkileri içerisindedirler.

Bölgede inceleme yapan araştırmacı ve misyonerler, Kızılbaşlık’la Hristiyanlık arasındaki büyük benzerlikleri doğrudan keşfettikleri gibi rapor ve araştırma yazılarında buna özellikle vurgu yaparlar. Bu yakınlık çerçevesinde 1865’te, Seyid Rıza’nın babası Seyid İbrahim’in de içinde bulunduğu Dersimli Kürt ve Ermenilerin “İstiklâl Komitesi” adıyla bir demokratik örgüt kurmaları Saray’ın dikkatini çeker ve bölgeye “özerklik” talebiyle İstanbul’a giden heyet orada tutuklanır. Heyet, iki yıl tutuklu kaldıktan sonra bırakılır. Yine çevredeki Müslüman unsurlar ile devlet memurlarının şikayeti üzerine Diyap Ağa ile 40’a yakın yoldaşı tutuklanarak Bulgaristan Rusçuk’a sürülür. Keza Kangal bölgesinde tutuklanan Baba Mansur Ocağı’na mensup Şêx Süleyman (halk arasında Araboli), Ermeni avukatlar tarafından savunulur ve hapisten çıktıktan sonra İç Toroslar bölgesine sürgüne yollanır.

II. Abdülhamid, Kızılbaşların Hristiyanlığa yöneldiği gerekçesiyle Protestan Kilisesi’nin faaliyetlerini yasaklayarak Katolik Kilisesi’ne yol verir.


Araştırma ve raporlarda Yakındoğu’nun keşfi

Bilindiği gibi 19. yüzyıldan itibaren Yakındoğu ve Ortadoğu (Anadolu, Kürdistan, Mezopotamya, İran, Ermenistan, Kafkaslar ve Arap ülkeleri) üzerinde Batılı araştırmacı ve misyoner çalışmaları alabildiğine yoğunlaşmıştır. Dolayısıyla 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısına kadar olan belgeler, daha çok misyoner raporlarıdır. Batı dünyası, özellikle bu yüzyılda İç Asya, Ön Asya ve bir bütün olarak Asya’yı yeniden keşfe koyulmuş ve bu bölgelerin insan unsuru ile kültürel, inançsal yapılanmasını belirlemeye çalışmıştır. Kuşkusuz bu bölgelerdeki halkların ve etnik toplulukların inanç ve kültür dokusu, üzerinde en çok durdukları konuların başında geliyordu. Bunun böyle olması da bir bakıma doğaldı, çünkü insanı insan, toplumları toplum yapan ve başka coğrafyalarda yaşayan başka halklarla aralarındaki ortak paydaları belirleyen en büyük ölçüt, inançsal ve kültürel yapılanmalarıydı.

Salt Anadolu, Kürdistan ve Mezopotamya üzerine yaptığım bir çalışmada, çoğu İngilizce olmak üzere çeşitli Batı dillerinde çıkmış Kızılbaş-Yaresan ve Êzidî Kürtler üzerine 60 dolayında asırlık belgenin çevirisini ilk kez 1997’de çıkan Alevilik ve Kürtler adlı çalışmamda yayımladım. -Ki bunların tamamına yakını ilk kez Türkçe’ye kazandırılıyordu. Başta Mehmet Fuat Köprülü gibi tarihçi ve edebiyatçılar olmak üzere Türk yazarların bunlardan haberdar olmaması mümkün değildi, ancak işlerine gelmediği için görmezden geldikleri açıktı. Nitekim Köprülü’nün yönetiminde faaliyet gösteren İstanbul’daki Türkiyat Enstitüsü’nün ilk yayınlarından biri, ünlü İngiliz araştırmacı Hasluk’un Bektaşilik Tetkikleri adlı kitabıydı ki bu, hacimli İngilizce eserin küçük bir özetinden ibaretti ve bu özetteki kaynakçada bile söz konusu belgelerden yaklaşık 20’sinin künyesi veriliyordu.

Köprülü, Türk tarihine ve edebiyatına çok şey katmakla birlikte birçok açıdan İttihatçı zihniyeti aşamamıştı. Özellikle II. Abdülhamid döneminde “Osmanlı- İslam” belgisiyle başlayıp İttihatçılar döneminde  “Türk- İslam”a dönüşen resmi devlet ideolojisinden o da nasibini almıştı. İttihatçılar döneminde kurgulanan bu “etnodinsel arındırma, tek-tipleştirme, Türk- İslamlaştırma” politikası, kadrolarının yüzde 90’ı eski İttihatçı olan cumhuriyet döneminde de sürmüştü. Nitekim Dr. Friç (Naci İsmail) ve Baha Said gibi düzmece ideologlar gibi o da 12 bin 500 yıl önceye tarihlenen Göbeklitepe kazılarını bilmese de, Sümer ve Hitit uygarlıklarındaki kaynakları ve sonraki izdüşümleriyle binlerce yıl geçmişe giden Aleviliği “Türk Müslümanlığı” olarak sunmaya çalışıyordu.


Ermeni yazar Dağavaryan’ın ilginç kitabı

Ermeni yazar Nazarat Dağavaryan, Protestan Kilisesi’nin faaliyetlerinin yasaklandığı ve Abdülhamid’in özellikle Kızılbaş Kürtler, Êzîdîler ve Ermeniler üzerinde uyguladığı ihtida (zorla din değiştirtme) ve asimilasyon politikalarının zirveye çıktığı döneme rastlayan 1890’lı yıllarda kaleme aldığı “Hıristiyan Protestanlığı ve Kızılbaş İnancının Doğuşu” konulu küçük bir kitabı, II. Meşrutiyet Devrimi’nden sonra, 1914’te İstanbul’da yayımlar.

Bu kitap, gerek işlenen konular gerekse yaklaşım bakımından, büyük ölçüde üstte sözünü ettiğimiz belgelerin bir devamı niteliğindedir. Sivas kökenli olan yazar, gerek bu iki inancın kaynakları gerekse de ritüel benzerliklerinin yanı sıra, özellikle Gümrü çevresindeki Arxval Köyü Ermenileri arasında yaşayan ve “Gerçeğin Anahtarı” adlı bir kutsal kitapları bulunan Arxval Protestanları ile Kızılbaşlar arasındaki benzerlikler üzerine yoğunlaşmaktadır. (Bu kutsal kitap, bana cümbüş çalgısının piri kabul edilen Zeynelabidin Cümbüş’ün aynı isimli kitabını anımsattı. MB)

Dağavaryan’ın kitabı, geçmişten beri yayımladığımız kimi belgelere birçok açıdan benzese de, bize bölgede yaşayan inançları derli toplu karşılaştırma olanağı verdiği için yine de önemlidir. Burada yapılan karşılaştırmaların özellikle Aleviliğin inanç ve kültür kaynakları ile Kürt Batıniliği konusunda ufuk açılmasına yardımcı olacağı ise ortadadır.


Sonuç

Unutmayalım ki, yakın döneme kadar Kürtlerin ya da Alevilerin kendilerini yazması ve kimliklerini yaşaması yasaklıydı. Tarihlerini, onlar yerine İttihatçı artığı Kemalist asker ve sivil kalemşörler yazmakta, konuşmaktaydı ve tüm çabaları “7 Uğursuz T” olarak nitelendirdiğim “te’dib, tenkil, taktil, tehcir, temsil, temdin, tasfiye” yöntemlerinin tümünü kullanarak bu kimlikleri “Türk- İslam Sentezi” içinde eritmek, yok etmekti.

Bu nedenle, belge ve bulgulardan korkmadan onları irdelemeyi ve yeni sentezlere varmayı öğrenmeli ve becermeliyiz. Aksi takdirde resmi ideolojinin çevremize ördüğü tabulara biz de yenilerini ekleriz ki, o zaman ne tarihsel ve toplumsal gerçekliğimizi yakalayabilir, ne de gerçek kimliğimizi kavrayabiliriz.

Kısaca söylemek gerekirse: Bugüne kadar bilerek veya bilmeyerek görmezlikten gelinen ve Türkçe literatüre girmeyen bu belgelerin, bundan sonraki çalışmalara önemli bir katkı sunacağına ve özellikle “Kürdistanî Gizli Dinler”e önemli bir aydınlık getireceğine inanıyorum.

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.