Hakikat nedir?


Hegel, hem son derece derin, hem de toplumsal felsefenin temellerini atan bir filozof. Üstelik, yeni bir hakikat anlayışı geliştirerek, daha sonraki filozofları etkileyen biri. En önemli eserlerini okuyorum; ama onun özellikle “Tinin Fenomenolojisi” adlı eserinin beni çok zorladığını teslim etmem gerekir. İnsanı bunaltacak kadar zor bir dili var. Zaten her okuyanın çok farklı yorumladığı bir kitap.
Hegel felsefesinin en önemli özelliği şudur: Tarih, sürekli bir değişim sürecinden başka bir şey değildir. Bu değişim sürecinin motoru da çelişkilerdir. Hakikat konusuna yepyeni yaklaşım getiren de Hegel’dir. Hegel felsefesi olmasaydı, Marx kendi tarihsel materyalizm anlayışını geliştiremeyecekti. Tarihsel materyalizm ise felsefede devrim demektir. Çünkü ilk defa, toplum, tarih, devlet, ekonomi gibi konular felsefenin konusu haline gelmiştir. Hegel ve Marx öncesi felsefeler, varlık, bilgi teorisi, etik gibi konuları ele alırdı.
Hakikat ve gerçeklik
Hakikat ve gerçeklik sorunu felsefenin en önemli ve karmaşık sorunlarından biridir. Çoğu zaman bu iki kavram birbirine karıştırılır; çok sıklıkla da birbirinin yerine kullanılır. En çok filozof ve şair yetiştirmiş olan Almanlarda felsefe dili çok gelişmiştir. Almanca’da felsefe dilinin gelişmesinin nedeni şöyle izah edilebilir: İngiltere’de Sanayi Devrimi gerçekleşmiştir. Fransızlar ise 1789 İhtilali ile toplumsal-politik devrim gerçekleştirerek insanlık tarihinde yeni bir sayfa açmışlardır. Alman burjuvazisinin korkaklığı yüzünden Almanya’da toplumsal-politik devrim gerçekleşememiştir. Alman filozofları, İngiltere ve Fransa’da gerçekleşen devrimlerin sonuçlarını, yaşananları felsefenin diline çevirmeye çalıştılar. Dolayısıyla Almanya, felsefede devrim gerçekleştiren bir ülke olmuştur. Hegel’e göre Alman felsefesi, esas olarak Fransız Devrimi’nin felsefi düşüncedeki ifadesiydi. Keza Marx haklı olarak “Alman klasik felsefesi, Fransız Devri’min Alman teorisidir” demişti.
Alman felsefesi evrensel bir felsefe haline gelmiştir. Bu nedenle en gelişmiş felsefi dil Almanca’dır. Almanca’da üç kavram var: Wahrheit, Wirklichkeit ve Realität. Bu üç kavramın Türkçe çevirileri konusunda orta bir kabul yoktur. Her kavram çok farklı şekillerde tanımlanmaktadır. Örneğin kimileri Wahrheit kavramını, hakikat olarak çevirirken, kimileri gerçeklik olarak çevirmektedir. Keza Wirklichkeit ve Realität kavramları da farklı olarak çevrilmektedir. Örneğin Wirklichkeit kavramı bazen Edimsellik, bazen Gerçeklik olarak çevrilirken, Realität kavramı da kimileri tarafından Gerçeklik, kimileri tarafından Olumsallık olarak çevrilmiştir. Wirklichkeit ve Realität kavramları, Alman dilinde de hala karmaşık bir sorun oluşturmaktadır. Çünkü hem felsefe sözlükleri ve diğer ansiklopedik sözlükleri, bu kavramların anlamı konusundaki ortak bir yoruma sahip değildirler. Bu kavramların yorumları Almanca’da da çok farklılık göstermektedir. Aynı şey Almanca’daki Verstand ve Vernunft kavramaları için de geçerlidir, bunlar da farklı şekilde çevrilmiştir. Özellikle de Verstand kavramı farklı sözcüklerle dile getirilmiştir; kimileri anlak, kimileri idrak gücü, kimileri zihin olarak Türkçe’ye çevirmişlerdir. Vernunft kavramı nispeten Akıl sözcüğü ile ortak bir kabul görmektedir. Verstand (anlak) ve Vernunf (akıl) kavramlarının içeriği konusunda Türkçe’de kanımca henüz bir netlik yoktur. Ama biz bu yazıda sadece Wahrheit (Hakikat) kavramanı açıklamakla yetineceğiz.
Hakikat sorunu ve bilim
Hakikat nedir? (Was ist die Wahrheit?) Bu soru, hemen hemen bütün filozofları ilgilendiren bir soru olmuştur. Antik çağın filozofları, hakikat konusuna çok farklı yaklaştılar. “Her şeyin sürekli bir değişim ve akış içinde’ olduğunu vurgulayan Heraklit’e göre bilgilerimizin kaynağı, doğa ve doğadaki süreçlerdir. Ona göre, doğadaki süreçler, aklın yargılarına göre değil, doğanın yasalarına göre işler. Heraklit’in bakış açısına göre ‘kosmos ezelden beri hep vardı ve sonsuza kadar hep var olacaktır; dingin ve değişmez varlık, mutlak hakikat ve mutlak ölçüler yoktur.”(1) Bilginin deneye dayandığını vurgulayan Heraklit, doğadan bağımsız aklın yargılarının, hakikate ve bilgiye engel teşkil ettiğine dikkat çeker. Sıcağın soğuğa, kurunun ıslağa, ıslağın kuruya, kurak olanın nemliye dönüşümü duyu organlarımız aracılığıyla anlaşılır ve bilinir; bilginin ve hakikatin kaynağı deneylerdir. Dolayısıyla deneyle doğrulanamayan şey, hakikat değil, sadece kanıdır.
Heraklit’in karşıtı olan Parmenides’e göre ise sadece tek bir varlık ve sadece mutlak bir gerçek vardır. Aklın yargıları daha ağır bastığından, sadece aklın yargılarıyla karar verilir. Parmenides açısından aklın hakikati şu anlama gelir: Varlık her zaman vardır; varlık dingin ve değişmezdir. Parmenides açısından, değişim sadece, duyu organlarımızın yanılmasından, ‘bir şey bilmeyen ölümlü insanlar’ın yanılgılarından kaynaklanmaktadır; ona göre akıl yanılmaz. Dolayısıyla Parmenides için hakikat, aklın hakikatidir, ‘düşünülen şeydir’. Heraklit ve Parmenides, hakikat sorununu, değişim-dönüşüm sorunuyla birlikte ele aldılar. Heraklit, sorunlara doğa felsefecisi, Parmenides ise mantıkçı gibi yaklaşmışlardır. Öte yandan, sofistler, ‘her şeyin ölçüsü insandır’ görüşünü ileri sürüyorlardı. Bu görüş ise, genel geçerliliği olan hakikatlerin reddi anlamına geliyordu. Madem ‘insan her şeyin ölçüsüdür’ o zaman hakikat insandan insana göre değişecekti. Bu görüş aynı zamanda, insanı doğruya ulaşmasının mümkün olamadığı sonucuna götürüyordu. Bundan çıkan sonuç ise bilim ya da felsefe yapmak imkansız ve gereksizdir.
İşte tam burada Aristoteles’in gündeme geldiğini görüyoruz. Hakikat, felsefe, bilim ve yöntem konusundaki görüşleriyle Antikçağ’ın en etkin filozofu Aristoteles’tir. Hakikate ulaşmak için bilimsel yöntem konusunda ilk önemli ve uzun süre kalıcı olan çalışmayı gerçekleştiren insan odur. Tüme-varım ve tümdengelim yöntemlerini sistematik olarak geliştiren ilk kişidir. Aristoteles rasyonalist mi, ampirist mi? Bu soruyu cevaplamak kolay değil. Her ikisi de var Aristoteles’te. Aristoteles’e göre bilim demek, ilk nedeni bulmak demektir. Onun bakış açısından bakıldığında, ‘olgu bilgisinden’, ‘olgunun nedeninin bilgisine’ varmak bilimin amacıdır. ‘Biz bir nesnenin bilgisini, ancak olgunun nedenini bildiğimiz zaman elde ederiz’ diyen Aristoteles, nesnelerin görünüşünün ötesine giderek, arka planını anlamaya çalışmıştır.
Nusret Hızır’ın dediğine bakılırsa, Aristoteles’in önemini anlayan ve onu modern bir anlayışla işleyen tek insan Leibniz’dir. Aristoteles’in bilim ve hakikat anlayışı uzun dönem bilim ve felsefe dünyasına egemen olmuştur. Ta ki Francis Bacon tarafından eleştiriye uğrayana kadar. Bacon’a göre bilim, hakikati aramakla yetinmemeli, insanlara faydalı da olmalı. Ne var ki, Bacon sonrası egemen olan bilim anlayışı, özellikle 20. yüzyılda, hakikate ilgi duymaktan uzaklaşmış, sadece yararcılığa yönelmiştir; bugün bilim, esas olarak kar getiren faaliyete yönelik bir çabaya dönüşmüştür. Bilim anlayışları şematik ve kabaca şöyle ifade edilebilir:
Düşünür Bilim Anlayışı
Aristoteles Hakikat arar, nedenleri araştırır
Francis Bacon Hakikat + Fayda
William James Enstrümantalizm (Araçsallık)
Charles S. Peirce Fayda (Pragmatizm)
Aristoteles açısından hakikat, ‘bilginin gerçekliğe uygun olmasıdır.’ Yani kafamızdaki tasarım ile nesnesi arasında uygunluk varsa (Correspondence), bilgi doğrudur, değilse yanlıştır. Dolayısıyla hakikat sorunu esas olarak özne-nesne arasındaki bir uyumluluk sorunu olarak ele alınmıştır. Bu yorum, Hegel’e kadar geçerliliğini sürdürmüştür. Anımsanacağı gibi Hegel, hakikat kavramına yenilik getirmiştir. Hegel’e göre birey olarak bir insanın kabul ettiği şeyin, öznel bir kanı olmaktan çıkıp, gerçek anlamda bir hakikat olması için, diğer bireyler tarafından da hem bilinip hem de kabul edilmesi gerekir. Bu nedenle hakikate ulaşmak için özne-nesne ilişkisi yetersizdir; aynı zamanda özne-özne ilişkisinin, bir başka deyişle özneler-arası ilişkinin var olması gerekir. Bu ise hakikat sorununu toplumsal ve tarihsel açıdan ele almak anlamına gelir. Çünkü özne-nesne ve özne-özne ilişkisi, tarihsel ve toplumsal koşullar tarafından belirlenir.
Burada özne-nesne ve özne-özne ilişkisinden, sıradan fiziksel bir ilişki değil, birbirini dönüştüren bir karşılıklı ilişki anlaşılmalıdır. Marx’ın dediği gibi insanın doğayla ilişkisi ne kadar sınırlı ise, insanın insanla ilişkileri de sınırlıdır; veya tersi de doğrudur: İnsanın insanla ilişkileri sınırlı ise, insanın doğayla ilişkisi de sınırlı olmaktadır. Dolayısıyla insan-doğa ve insan-insan ilişkisi karşılıklı olarak birbirini koşullamaktadır. Görüldüğü gibi hakikat sorunu, Hegel ve Marx’da toplumsal ve tarihsel açıdan ele alınmaktadır. Mutlak hakikat yoktur.
Hakikat konusunda farklı teoriler
Bu konuda çeşitli teoriler var. Bu teorileri geniş bir şekilde ele alma olanağımız yok. Bu nedenle bu teorilerin hakikat konusundaki görüşlerini çok kısa özet halinde vermekle yetineceğiz.
1. Uyum-tekabül teorisi (Korrespondenztheorie)
Bu teori Aristoteles’in hakikat konusundaki görüşüne dayanmaktadır. Bilindiği gibi Aristoteles’e göre hakikat, düşüncenin gerçekliğe, tekabül etmesidir. Bu teori açısından hakikat, dil ve dünya arasındaki iletişim sorunudur; veya düşünce ve nesnenin birbirine tekabül etmesi sorunudur. Bu teoriye göre öznel olan nesnel olana tekabül ederse, yani düşünce nesnel gerçekliğe tekabül ederse doğrudur, değilse yanlıştır. Bu düşünce bilimsel bilgiyle öznel kanıyı birbirinden ayırır. Çıkış noktaları farklı olmasına karşın, hem materyalizm hem de objektif idealizm gerçeklik ve düşünce arasındaki tekabül düşüncesini savunur. Bu anlayış, gerçeğe en çok tekabül eden düşüncenin en doğru olduğu yaklaşımını benimser.
2. Önermeler arasında ilişki teorisi (Kohärenztheorie)
Bu teori, düşünceyi veya önermeyi gerçeklikle karşılaştırmaktan vazgeçer; sadece önermeler arasında karşılaştırma yapar. Dolayısıyla bu teori, uyum-tekabül teorisine zıt bir konumda yer alır. Çünkü bu yaklaşım, bilgi ve nesnesi arasında uyum-tekabül değil, önermeler, bilgiler arasında bağlantılar arar. Bu teoriye göre, çeşitli önermeler arasında çelişki içermeyen bir bağlantı varsa, bu durumda doğrudan, hakikatten bahsedilebilir. Bu teori, uyum-tekabül teorisinden kendini ayrır. Bilincimizi, bilincimizin dışında var olan gerçeklikle karşılaştırmaz; bilincin gerçeklikle ilişki ve uyumunu aramaz. Bu teorinin pratikten kopuk bir teori olduğu göze çarpmaktadır.
3. Özdeşlik teorisi (Identitätstheorie)
Özdeşlik teorisi, uyum-tekabül teorisinin radikal biçimidir. Bu teoriye göre bir bilginin doğruluğu, bilginin gerçeklikle özdeş almasına dayanır. Burada özne-nesne özdeşliğine vurgu yapılmaktadır. Burada ilginç olan şey, değişmez hakikatlerin olmadığı, hakikatin sürekli değişim içerisinde olduğu görüşüdür. Özdeşleşmenin bir an meselesi olduğu düşünülür, hakikatın bir an meselesi olduğu ifade edilmektedir. Ama bu an, kısa bir an olarak düşünülmemelidir. Hegel’in hakikat anlayışının özdeşlik teorisine tekabül ettiği genel kabul görmektedir.
4. Faydacılık Teorisi (Pragmatizm)
Esas olarak ABD-Emperyalizminin bir felsefesi olarak gelişen bu felsefeye göre, eğer bir şey yararlıysa, doğrudur. Bir düşüncenin hakikati, o düşüncenin sağladığı araçlar veya faydadan kaynaklanır. Bu teoriyi savunanlar içinde farklı eğilimler bulunmaktadır. William James, enstrümantalizm (Araçsallığı) anlayışını temsil ederken, Charles S. Peirce, görüşlerini William James’in görüşlerinden ayırmak için kendi teorisinin ismini değiştirerek pragmatizm olarak adlandırır. Her ikisinin ortak noktası şudur: Bir teori faydalı olduğu ölçüde doğrudur.
5. Konsensüs (Uzlaşma) Teorisi
Bu teoriye göre, hakikat, konsensüse dayanır; bir dil topluluğunun üyeleri arasında bir konsensüs varsa, bu durumda hakikatten bahsedilebilir. Konsensüs teorisi, söylem teorisi olarak da adlandırılmaktadır. Bu teori, daha önceki teorileri içerdiğini ileri sürmektedir. Bu teoride üç şey göze çarpmaktadır: Birincisi bu teori, hakikati, yalnızca öznelerarası ilişkiye indirgeyerek, maddi gerçeklikten uzaklaşmıştır; ikincisi bu teori, öznelerin çıkarlarının harmonik olmasından hareket etmekte ve nesnel çelişkileri görmezlikten gelmektedir; üçüncüsü, gerçeklik dil alanına kaydırılmaktadır. Habermas, bu teorinin temsilcisi olarak görülebilir.
Hakikate ilgi
Hakikate ve gerçekliğe kim ilgi duyar? Kim gerçekliği gizlemeye çalışır. Feodalizme karşı mücadelesinde burjuvazi gerçekliği kavramaya çalışıyordu, sorunlara bilimsel açıdan yaklaşıyordu. Fakat burjuvazi iktidarı ele geçirdikten sonra gerçekliği, sınıf sömürüsünü gizlemeye gerek duydu. Marx, Kapital’in İkinci baskısının Sonsöz’ünde şöyle yazar:
“Fransa ile İngiltere’de, burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da giderek daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin doğru olup olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi tehlikesiz mi olduğu sözkonusuydu. Tarafsız incelemelerin yerini ücretli yarışmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur gösterme eğilimleri almıştı.”
İleri sürülen hakikat teorilerinin giderek gerçeklikten kopup, öznelliğe bürünmesi burjuvazinin gerçekliği gizleme çabaları olarak görülmelidir. Gerçekliği değiştirmek isteyen emekçilerin, gerçekliğe ve hakikate ilgisi vardır. Tarihsel materyalizm, felsefede devrim demektir. Çünkü bu devrim daha önceki felsefelerden farklı olarak, tarihi, toplumu, ekonomik gelişmeyi felsefenin konusu haline getirmiştir.
1) Emenuel Löw, Die Vorsokratiker über Veränderung, Wahheit und Erkenntnismöglichkeit, 1932, s. 104-128 Digitale Sammlunenn der Univertität Köln, Zeitschrift, Rheinisches Museum für Philologie, Geschichte und griechische Philosophie
NOT: 2 yıldan beri Y.Özgür Politika’da yazmıyorum. Bu nedenle bir açıklamayı gerekli görüyorum. Bu yazı gazeteden gelen istek üzerine yazıldı. Devrimci Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve Kürtlerin yaşadığı bu son süreçte zaten her zaman desteklediğim hareketi, gazetede yazmasam da desteklediğimin bilinmesini isterim.
Z.YENER ORKUNOÐLU
