HALİL DALKILIÇ: Çorapta saklı kalbim...

Gözünü ayırmadan onlara dikkatlice bakarken, bağdaş kurup oturan bu esrarengiz yabancılardan biri, cebinden kalbe benzer bir arma-rozet çıkarıp ona uzatarak ismini sordu. Biraz da diyalog kurabilmek için yaptı bunu. Zinciri olmayan bu kolye, eğri büğrü şekliyle bir kalbe benzeyen, bir çerçeveyle çevrili kırmızı bir zemin üzerine yeşil bir çember ve içinde sarı bir yıldızdan oluşuyordu.
Çok hoşuna gitti; kalp kolyeye bakarken adeta gözleri kamaştı. “Adım Rojbîn” dedi. Kimseyle paylaşmak istemez bir refleksle kolyeyi aldığı avucunu sımsıkı kapattı ve her iki elini göğsüne bastırdı. Kalp şekilli, üzerindeki renkler ve yıldızın ne anlam ifade ettiğini bilmediği bu kolye, hayatında tanımadığı birinden aldığı ilk hediyeydi. Bu nedenle de, onu herkesten ve her şeyden korumak isteyen bir refleksle gizlemek, saklamak istedi.
***
Rojbîn, kaybetmekten korktuğu kolyesini birkaç gün yanında tuttu; arkadaşlarına bile göstermekten sakındı. Bazen avucuna alarak uzun uzun seyre daldı; renkleri ne güzel de uyuyordu birbirine! Kolyeyi niye böyle eğri büğrü yapmışlar diye düşünse de, pek kafasına takmadı; hevaller bir daha geldiklerinde onlara sorarım diye düşündü. Ama, kalbe benzettikleri için, herhalde çok değer verilen bir şey olmalı dedi, kendi kendine.
Annesinin, değerli eşyalarını ya sandığa, ya yorgan arasına, ya küçük bir çıkının içine ya da bir beze sarıp göğüslerinin arasına sakladığını biliyordu. O da, kimsenin olmadığı bir gün, evde kolyesini saklayacak bir yer aradı; sağa sola, yorgan yastıkların konduğu yere baktı; hiçbir yeri güvenceli bulamadı ve annesinin sandığı geldi aklına.
Sandığı açıp eşyaların en altını karıştırdığında gözü, örülmüş iki çift yün çoraba takıldı. Annesi, boş zamanlarında, birilerine hediye olarak vermek veya evdekilerin soğuk kış günlerinde giymesi için ördüğü yün çorapları, değerli eşyalarını sakladığı sandığın alt köşesine, diğer eşyaların en altına saklamıştı.
Rojbîn, kolyesini açık renkli yün çorabın içine yerleştirdi...
***
Aylardan sonra bir akşamüstü, henüz kış olmadan Deriyê Qaçê’nin zirvesi ilk karı da gördü. Mazlum, ‘dost’ olarak tanımladıkları Gevdanîlerin o korucu köyünden gelen ‘lojistikçi’ arkadaşlarıyla selamlaştı; oturup birlikte sıcak çaylarını yudumlamaya koyuldular. Lojistikçiler iki günlük yolu katedip gelmişlerdi kış noktasına ve artık birkaç ay geri dönmeyeceklerdi. Biri, katırlardan indirilen yükün arasından bir poşeti çıkarıp getirdi; içinde elle işlenmiş kışlık birkaç yün çorap vardı. Geldikleri korucu köyünde, uğradıkları evde bir kadın, özenle katladığı çorapları, “sizin için ördüm, kışın giyersiniz” diyerek, vermişti onlara, sevecen bir ana şefkatiyle.
Çoraplardan birini, o an ıslak ayaklarını önlerindeki ateşte kurutmaya çalışan Mazlum’a uzattı; “ayak parmakların yine çorabından fırlamış, şansın var hadi” diyerek.
Açık renkli bir yün çorap...
***
O dağ koşullarında bir yün çoraba sahip olmak, öyle herkese nasip olmazdı. Mazlum’un sevinçten gözleri parladı, ilk kez böyle bir çoraba sahip oluyordu. Şehre yeni taşındıklarında, annesinin kendisine bir seyyar el arabasında satılan o ilk eşofmanı alırkenkine benzer duyguları yeniden depreşti. Ne diyeceğini şaşırdı, bir süre evirdi, çevirdi, çoraba baktı durdu. Sonra, çorabı düzenli bir şekilde katlarken, çorap teklerinin birinde katı bir şeyler olduğunu fark etti. Elini daldırıp çorabın içindekileri çıkardı; iki tane kolye...
Kürdistan haritasına benzetilmiş, kırmızı bir zemin üzerinde yeşil bir çerçeve ve içinde sarı bir yıldız olan, Kürtlerin bayraklaştırdıkları o sembol...
Bu kolyeler kendisine bir şeyler çağrıştırdı; evet biri oydu, üç ay önce gittikleri korucu köyündeki bir evde, o küçük kız çocuğuna verdiği kolye. Çünkü köydeki ilişkileri bir tek o aileydi. Sevinci, hüzne dönüştü. Kıpkırmızı oldu, kaşlarını çattı; çok büyük bir suç işlemiş gibi, bir haram lokma yemiş gibi, hırsızlık yapmış gibi, hak etmediği bir şeye sahip olmuş gibi... Rojbîn’i hatırladı; kolyeyi ona verdiğinde ne kadar da sevinmişti! Kolyeyi ilk eline aldığında, içi içine sığmamış, alıp göğsüne bastırmıştı her iki eliyle...
***
Hiçbir suçu olmamasına rağmen Mazlum, o tuhaf üzüntüsüne engel olamadı. Kendisini hırsızlık yapmış gibi hissetti; bir insanın mutluluğunu, sevincini, sevgisini elinden almak, Rojbîn’in kalbi’ni, ona verdiği sevgiyi çalmak, nasıl bir vicdansızlık!..
O, küçük Rojbîn’i; Rojbîn’in annesi hevalleri; hevaller de birbirlerini mutlu etmek isterken, belki de bir tek Rojbîn üzülecekti...
Ama artık yapılacak bir şey yoktu; gelecek yaza doğru oralara dönersek, yeniden veririm, hem bu kez daha fazla sevinir, diye geçirdi içinden. Kalpten kolyeyi, yeleğinin sol göğsündeki cebe, kendi kalbinin tam üzerine yerleştirdi, biraz daha yatışmış bir halde.
***
O yıl kış çetin geçti. Karların erimesi oldukça uzadı. Karlar eridi fakat eriyen kar sularının yol açtığı geçilmez dereler, hareket etmelerine izin vermedi uzun süre. Ancak, baharın son demlerine doğru artık belirgin açan yapraklar adeta yeni bir elbise giydirdi dağlara, tepelere, her yere...
Bir grubun, kendilerine yakın bir yerden geçip başka bir alana, Gabar’a, ordan Mêrdîn’e doğru hareket edeceği söylendi. Onları uğurlamak için vadiye indiler. Tek sıra halinde hareket etmeye hazır bekleyen gruptakilerle sohbet etme fırsatı da bulamadılar; tokalaşıp uğurlamak için onlar da tek sıra halinde yola çıkacak olan arkadaşlarıyla tek tek vedalaşmaya başladılar.
“Serkeftin, serkeftin!..”
Sıranın sonuna doğru geldiğinde elini, gruptakine uzattığında onunla göz göze geldi. Tam, “serkeftin!” diyecekken, karşıdakine takılan gözlerine inanamadı. Gafur’du bu; hani o herkese bahsini ettiği, her tür yaşam olanağını Avrupa’larda bırakıp ülkesine dönmüş Gafur; alçakgönüllü, mütevazi, her şeyini paylaşabilen, herkese gösterebildiği sevgisiyle herkeste saygınlık uyandırabilen insan güzellemesi...
Oturup sohbet etmeye zamanları yoktu. Sarıldılar birbirlerine. Aynı anda hem kavuşma hem de ayrılmanın yol açtığı karmaşık duyguyla her ikisi de mahsunlaştı, sevinçten gözleri doldu. Hal hatır bile soramadan ayrılacaklardı; bir daha birbirlerini görecekler miydi; kimse bilemezdi.
Mazlum, ani ve kendiliğinden bir refleksle elini yeleğinin son göğsündeki küçük cebe daldırdı, Rojbîn’e geri göndermek için özenle sakladığı ve kalbinin üzerine yerleştirdiği o küçük kalpten kolyeyi çıkarıp Gafur’a verdi; “hatıra olarak saklarsın, iyi koru ama; çok değerli o” dedi.
Gafur afalladı; hiç de böyle bir duruma hazır olmadığından, o da hemen ceplerini karıştırdı, Mazlum’a hatıra olarak verebileceği bir şeyler aradı. Ancak öyle içinden gelerek hatıra olarak vereceği bir şey bulamadı. Cebinden çıkardığı biraz yıpranmış küçük bir not defterini uzattı; biraz ezik ve utangaç bir gülümsemeyle; “başka bir şey yok, bu da sende kalsın”...
***
Havalar ısındı. Yaz ortalarına doğru bir ikindi vakti, Gabar’dan bir grubun geldiği söylendi. Ağaç dalları ve yapraklarla yapılmış ‘manga’ dedikleri gölgelikte bağdaş kurup çay içerken, gelen gruptan biri, cebinden kalp şeklindeki o kolyelerden birini çıkarıp Mazlum’a uzattı; “Cenazesini kaldırırken, bunu Gafur’un cebinde buldum. Bu kolyeyi, senin ona verdiğini söylemişti bana. Ayrıca senden de çok bahsederdi. Cenazesini gömmeden önce yeleğinin sol göğsündeki cebinde buldum onu. Göğsü parçalanmıştı ama kolyeye bir şey olmamıştı” dedi, yutkunarak.
Herkes şaşkın şaşkın gözünü kolyeye dikti, ortamı hüzün ve sessizlik kapladı. Mazlum’un gözleri doldu; bir süre sustu, yutkundu, bir şey diyemedi...
***
Yaz ortalarında sıcak bir günün akşamında, Mazlum bir grup arkadaşı ve buluştukları ‘dost bir korucu’yla birlikte o Gevdan köyüne inip yine o eve yöneldiler. Sevincin yol açtığı telaşlı haliyle onları karşılayan evin kadınıyla selamlaştıktan sonra arkada omzuyla duvara yaslanmış ve utangaç bir sevinçle onlara bakan Rojbîn’i gördü. Bir çocuk gibi heyecanlandı. Oturma odasına geçmeden Rojbîn’e doğru ilerleyip önünde yere diz çöktü ve her iki omzundan tutup ona sarıldı, yanaklarından öptü onu... Gafur’un tırnak makası zincirlerini birleştirerek yaptığı uzun zincirin takılı olduğu ve hep yeleğinin sol üst cebinde taşıdığı kolyeyi Rojbîn’e göstererek, onun boynuna astı; “Bu o, kalbimiz; benim, senin, hevallerin, hepimizin kalbi; onu kaybetme” dedi. Rojbîn, boynundaki kolyeye doğru başını eğip, gözlerini kırpıştırarak utangaçça başını ‘tamam’ anlamında salladı; gözlerindeki parlaklık ve yüz ifadesine yansıyan içi içine sığmaz bir sevinç ve mutlulukla...
