Hasbihal edelim

“Satır başı yapalım.”
Seydesen
Bu defa kurgusuz olsun, öyle klişe “giriş gelişme sonuç” üçlemesine tamah etmeden döküleyim istedim satırlarımı. Üçlemelerde beni en çok etkileyen İranlı yönetmen Abbas Kiyaröstemi’nin „Köker üçlemesi” etkiler. İran’ın Köker köyünde yolları kesişen filmlerin ilginç kesişmelerinden diğeri ise deprem öncesi ve sonrası çekilen filmlerdir. “Arkadaşımın evi nerde?” filminde deprem öncesinde arkadaşına defterini vermek üzere başka bir köye giden çocuk maalesef depremde hayatını kaybetmiştir. Deprem sonrasında; „ve yaşam sürüyor”un kamçılayıcı ismi depremde ölenlerden arda kalan “umuttur” sanrısı ile bize yolculuğu anlatıyor. Daha sonrasında; “Zeytin Ağaçları Altında” filmi ile tamamladığı, ancak herkesin bu üçleme hikayesini kendisinin kabul etmediği Köker üçlemesi bir dizi gibi hayatı tespih taneleri düzgünlüğünde gerdanımıza diziyor.
Seydesen; nam-ı diğer İnsanoğlu Dersim’in Pulur (Ovacık) ilçesinde yaşar. Açık bağrı, turna avazlı sesi ile Munzur suyuna baraj çekenlere; „o zalimler içer Munzur suyunu” türküsüne isyanını bir aparat gibi iliştirir ve „yahu niye içiyorsunuz, niye niye? Zehir zıkkım olsun” der ve sayfayı değiştirir kendince. “Satır başı yapıyorum“ der ve kendi güncesinden açar konuyu. Güzel olan şudur ki; Dersim’in neresine giderseniz gidin “budalalar” vardır. Onlar bir yerde ermiş sayılırlar. Tanrıları ile bütünleşmiş, her şey onlara ayan beyandır. Onlardan bişey saklamak günahtır. Sizden istedikleri ya bir sigara ya da bir kap yemek parasıdır, fazlasına asla tamah etmezler.
Seydesen bunlardan biridir. Diğer biri Melem’dir aklımdan çıkmayan. Elinde aynı ölçüde iki çubuğu olan, bunları belirli bir ritimle birbirine vuran kendine münhasır bir kişidir. Çubuklarını kendi dişleri ile uçlarından kemirerek boylandırır.
Sewuşen en çok tanınan şahsiyettir. Herkes severdi, dünya malını ters tepmiş, evi barkı reddetmiş derya içre düşmüş aşk halinde pervaneydi. Ölümünden sonra yıllar geçti hala sımsıcak hatrı ile dolanır dillerde. Derler ki; 12 Eylül’de sokağa çıkma yasağının olduğu bir gün sokağa çıkmış. Bakmış kimseler yok, sadece askerler var. Askerin yakasını tutup; „söyleyin ne yaptınız insanlarımı?” diyerek saldırmış.
Satır başı yapalım.
Pulur’un kışını bilen bilir, kar öyle yağarki; ovanın düzüne çömelen işgal askerleri gibidir. Evlerin çatılarını aşıp yükselen kardan dolayı, ortada kuyu gibi kalan evlere buz merdiven ile inilir.
Dağların büyülü çevrimi, Munzur’un korunaklı tavrı avuç içini andıran bu küçük ovanın yazı ayrı kışı ayrı güzeldir. Dünyadan uzak gibi gelir insana, yokuşu ayrı yokuş, düzü ayrı düzdür. Baharda ışkın ve kengerin dişetlerine değen ve dimağı işgal eden tadı, insanın haz duygusunu şımartır, hatta kudurgan bir doğa aşığı haline getirir. Sonbaharda kenger sakızı, kuru fasulye ve nohut komünizmin en görkemli havası ile paketlenir, köylü ellerin marifeti ile istiflenir. Onlar en güzel doymanın kanıtıdır, en çok yoksullar bilir ekmeğin kadrini kıymetini. Bu yüzden kurufasülye ve nohut ekmeğin can dostudur. Pulur’un kızıl kıracına çapa vuran komünist başkanına, aslında; komünizm çalışanı demek daha doğrudur. Hem başkanlık nohut ve fasulye dünyasına uygun değil. Anlayan anladı komünizmde nohutlar bile eşittir. Hatta nohut çarşıda kendini leblebi zannedebilir. Ama yalan yok başkanlıkta güzel duruyor Maçoğlu’nun kolunda.
