Hayat onu doğruladı

Haberleri —

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın üniversite yıllarına tanıklık etmiş Doğan Fırtına’nın anlatımları, “Ateşten Bir Tarih” belgeselinden kısaltılarak alınmıştır.

12 Mart öncesi günler... O zamanlar öğrenci gençlik hareketinde oldukça güçlü bir sol eğilim vardı. Ordu ve bürokraside bile vardı. Antiemperyalist sol düşünce, okullardan gecekondulara doğru dalga dalga yayılıyordu. Buna karşı faşist güçler örgütlendirildi. Devrimci demokratların üzerine salınan bu kesimler, devlet tarafından silahlandırılmıştı. Yüzlerce genç devrimci hayatını kaybetti. Tabii faşistler de öldürüldü. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde hava böyleydi; aslında Türkiye’nin de havası buydu.

Ben Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenciydim. Demokratların, solcuların çoğunlukta olduğu bir durum söz konusuydu. Bütün örgütler Siyasal’da vardı. Okula MHP’liler, faşistler giremezdi. Zaten bazı okullar onların, bazı okullar solcuların denetimindeydi. Siyasal ise bilinir ki, 80’lere kadar hep Türkiye devrimci hareketinin motoru olmuştur. Çok ciddi bir ağırlığı vardır, hep belirleyici pozisyonda kalmıştır.


71’de Öcalan’la tanıştım

Siyasal’a girdikten sonra, 1971 yılında Abdullah Öcalan’la tanıştım. O dönem üniversitelerde öğrenci dernekleri için resmi denilebilir, çünkü öğrenci derneğine kayıp yapmayan, üye olmayan kişi, okula da kayıt yaptıramazdı. Bilmiyorum artık, yönetmeliklere dayanıyor olabilir, o zamanki uygulama böyleydi. Bu derneklerin okul içinde kendilerine ait büroları, odaları, yerleri vardı. Her öğrenci oraya giderdi. Abdullah Öcalan’la da muhtemelen ilk olarak öğrenci derneğine üye olması sırasında tanıştık.

Tabii Abdullah Öcalan, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gelirken eğilimini, nasıl bir yer olduğunu biliyordu. Öğrenci hareketlerin, sol görüşlere, görüş ayrılıklarına yabancı değil. Yani Siyasal’a girdikten sonra devrimci olmuş biri değil. Dolayısıyla gelir gelmez öğrenci derneğine gidip gelmeye başladı. Konuşmamız, ilişkimiz de böyle başladı.


Herkes örgütlemek istiyordu

Biz tabii oradaydık, herkesi tanıyorduk. Belli başlı 4-5 sol grup vardı, Abdullah Öcalan hepsinin de ilgisini çekti. Düşünceleriyle, bilgisiyle, konuşmalarıyla, tavrıyla... Her grup, yeni gelen öğrencileri safına çekmeye çalışıyordu. En çok da Apo’yla ilgileniyordu herkes. Kendine kazanmak istiyordu Çünkü, “Belli ki iyi bir militan” diye düşünülüyordu.

Abdullah Öcalan’la tanıştıktan sonra, Kızıldere olayına kadar, hemen hemen her gün Siyasal’ın meşhur sütunlu salonunda, eğer bir işimiz, okumamız veya başka faaliyetimiz yoksa, akşama kadar volta atardık. Yani günde en az bir saat bir buçuk saat oturmuşuzdur, konuşmuşuzdur, dolaşmışızdır.

Neler konuşurduk? O günün Türkiyesini konuşurduk. Neler yapılabileceğini konuşurduk. Marksizm üzerine görüş alışverişinde bulunurduk. Yani işte iki tane sosyalist bir araya geldiğinde ne yaparsa onu yapardık.


‘Yahu ben zaten Cepheciyim’

O günlerde bugünkünden çok daha fazla siyasete ilgi vardı. Öğrenciler, ülkede olup biten her şeye son derece duyarlıydı. Adeta toplumun duyargaları gibilerdi ve en ufak bir olay karşısında bile mutlaka bir görüş geliştirirlerdi. Tepki gösterilecekse tepki gösteriliyor, onaylanacaksa onaylanırdı. Abdullah Öcalan’la da muhtemelen bunları tartışırdık. Cezaevi sürecime kadar böyle devam etti.

Söylediğim gibi, hemen hemen değil kesinlikle bütün gruplar Abdullah Öcalan’ı kazanmaya çalışıyordu. Tabii biz de uğraşıyorduk. Yani THKP-C sempatizanı olarak salarımıza kazanmak istiyorduk. Sonuçta okuldaki ilk döneminin sonuna yakın, “Yeter artık Apo, artık karar ver, kimden yana olacaksın” dediğimizde gülerek, “Yahu ben zaten Cepheciyim” dedi ve hepimizi şaşırttı tabii. Ondan sonra tabii daha sıcak bir ilişki geçti aramızda. Veya daha örgütlü bir ilişki gelişti diyebiliriz. Ondan sonrası zaten cezaevi; Ekim’den Mart’a kadar olan dönem...


15 günde verilen dersler...

Apo, hemen hemen herkesle arkadaşlık kurardı, sohbet ederdi. İkimiz arasında ise çok yakın, oldukça yakın bir dostluk ilişkisi vardı. Çok sıcak konuşurduk, birbirimize güvenirdik. Süreç içinde gelişmiş bir şey tabii bu. Tanıştıkça, konuştukça... Hemen hemen herkes de severdi Apo’yu ve ona güvenirdi. 

Çok zeki bir adamdı. Yani mesela şimdi söylemekte bir mahsur yok: Apo tahliye olduğunda sınavlara 15 gün vardı. 15 gün sonra cezaevinden yeni çıkmış bir insan sınava giriyor ve bütün dersleri verip geçiyor. Bir seferde hepsini verip geçiyor... Bunu duyduk, dedik tamam yani, “Apo’dur yapar.” Siyasal’ın dersleri o kadar basit değil, ilginç yani.

Bunlar dışında da Apo’nun bütün arkadaşlara göre daha aktif ve kararlı olduğu söylenebilir. Ama şöyle bir şey de değil: Bazı insanlar vardır, öğrenci gençlik içinden çok çıkar, işte her şeye en uç noktadan yaklaşır, en uç önerileri yapar... Apo’nunki öyle bir şey değil kesinlikle. Son derece mantıklı ve akıllı, bilinçli öneriler... Öbür türlüleri de vardı; en uç önerileri yapıp iki sene sonra “Hadi bana eyvallah” diyenler... En sivri tutumu alan insandan biraz korkacaksın diye düşünüyorum. Apo öyle biri değildi. Daha oturaklı ama ilkeleri çevresinde tutum alabilen... Daha tutarlı, akıllı ve ağırbaşlı, anlaşılabilen öneriler getiren bir insandı.


Haklıymış...

Bunlar Apo’yu öyle çok metheden, pohpohlayan özel şeyler değil, benim düşündüğüm, gördüğüm şeyler. Duygularım, düşüncelerim, o zaman yaşadıklarımdan edindiğim izlenimler... Kim olursa olsun kişiye tapınmayı, ne bileyim mesela aşırı övmeyi sevmem ama Apo’nun özellikleri bunlardı diye düşünüyorum...

Apo ayrı örgütlenmeyi savunduktan, Türk solu-Kürt solu diye bir ayrım gündeme getirdikten sonra, ki yaklaşımları çok daha uzun vadeli ve... Söz açılmışken söyleyeyim: Çok daha büyük düşünce... Yani biz o zaman açıkçası gırgır geçiyorduk. “Kaç kişiyiz, neyiz, şunun düşündüğü, tartıştığı şeye bak” diyorduk. Bunu daha sonra kendi aramızda konuştuk da... “Biz ne diyorduk, ne oldu” dedik. Haklıymış yani. İleriye yönelik, çok uzun vadeli ve çok büyük düşünmeyle ilgili hayat onu doğruladı. Bu bir gerçek.


Kızıldere’nin ardından...

Kızıldere’yi haberlerden duyduk. Gece geç saatlerde... Ve tabii hepimiz çok üzüldük. İlişki kurmaya, haberleşmeye çalıştık. Tabii birçoğumuz bunu başaramadık. “Bugün ne yapacağız, ne olacak?” Ve aslında o Siyasal boykotu, aniden gelişen bir olaydı. Herkes okulda “Ne yapmak gerekir” diye tartışıyordu. Birbirimizle okulda karşılaştık. Tabii Apo’yla da karşılaştık. Bir tepki göstermek gerekiyordu. Yani çok ciddi bir olay olmuş, insanlar katledilmiş, buna karşı duyarsız kalmamak gerekir. Sevdiğimiz, saydığımız insanlar aynı zamanda onlar... Duyarsız kalmamamız gerekir diye düşündük ve ne yapabileceğimizi tartıştık. İlk başta yapılabilecek, öğrenci olarak bizim yapabileceğimiz şey, dersleri boykot etmek ve bu durumu, devletin bu tutumunu proteste etmek... Buna karşı çıkan, “Ya gerek yok, şu ortamda yapılır mı” diyen arkadaşlar oldu. Bize en çok destek Apo’dan geldi. Yani tartışma içinde onun ciddi biçimde desteklemesi, boykot tartışmasını bitirdi. Karşı çıkan arkadaşlar geri adım attı. Herkes onay verdi. Hep birlikte boykot kararı aldık.

Abdullah Öcalan, boykot sırasında amfi tiyatroda toplanan öğrencilerin yanında slogan attı. Yani orada yapılacak bir şey yok zaten. Bir arkadaş çıktı, konuştu; ben çıktım konuştum kürsüden. İşte darbeyle yapılanları anlatmaya çalıştık...

7 Nisan boykotu da bu şekilde başladı. Öğrencilerin çok büyük çoğunluğu destek verdi, gelmedi okula.


Cezaevi günleri

Boykot bittikten yanılmıyorsam 3-4 gün sonra yakalandı Abdullah Öcalan. Okula gelirken alıyorlar. Orada da buluştuk. Düşüncelerinden bir şey değişmemiş, bir şey kaybetmemişti. O benden yanılmıyorsam bir hafta ya da üç beş gün önce gözaltına alınmıştı. Sonra tabii mahkemeye çıktık, tutuklandık ve 2 numaralı cezaevine, hafif suçluların tutulduğu bir yere gönderildik. Altı üstü bir boykottu sonuçta. O zamana kadar Türkiye’de boykottan bir şey olmamıştır. Belki gözaltına alınmıştır ama bu kadar süre yatmamıştır.

Cezaevinde de Abdullah Öcalan’la son derece sıcak, dostane bir ilişkimiz vardı. En azından 8-10 arkadaş THKP-C sempatizanıyız ve tutum almaya çalışıyoruz. Cezaevinin baskılarına karşı da tutum almaya çalışıyoruz ki, 12 Eylül’le kıyaslandığında 12 Mart dönemi cezaevleri çok daha yumuşaktı tabii. Özellikle 2 numaralı cezaevi biraz da gevşekti, çok rahattı. Kitap giriyordu, gazete okuyabiliyorduk. Eğitim çalışmaları yapabiliyorduk. Apo mesela daha gençlerle, yeni insanlarla ilgili eğitim çalışmaları düzenlendiğinde bu çalışmalarda diyalektik materyalizmi anlatmıştır. Onun dışında çeşitli nedenlerle direnişler olmuştur. Mesela Denizlerin idamı dolayısıyla açlık grevi olmuştur. O tabii bir günlük açlık grevi... Onlar da son derece tutarlı davranmış, içinde yer almış, desteklemiştir. Onun dışında bir şey yok. Cezaevi işte, okursun, yatarsın.

Dama oynardık mesela. Apo’yla çok sık oynardık. Yanlış hatırlamıyorsam satranç bilmiyordu. Biz de çok az biliyorduk. Bol bol dama oynardık.

Cezaevinde yer yer kişisel tartışmalar da olur. Mesela direnişlerle ilgili. O zaman TİP’liler vardı, Şafakçılar vardı aynı cezaevinde. Aralarında yer yer sürtüşmeler olurdu. Bazı direnişlere karşı çıkar, tavır alırlardı. Özellikle TİP’liler... Şafakçılar direnişlere karşı pek tavır almadı. Hatta daha keskin önerilerle geliyorlardı, “Mahkemelere çıkmayalım” şunu yapmayalım, bunu yapalım gibi... Arada bir havalandırmaya çıkarsın, volta atarsın, gülersin, top oynarsın...

Siyasal’dan bir-iki Kürt arkadaşımız da vardı. Teorik olarak biraz daha geri arkadaşlardı. Apo onlarla çok yakın ilgilenir, destek olurdu.


Dönüşüm günleri...

Yanılmıyorsam üç veya dört arkadaş daha sonra 1 numaraya gittik. Ama Apo’nun tutumunda bir değişiklik olduğunu sanmıyorum o dönemde. Yalnızca birkaç arkadaşla biraz daha uzaklaşmaya başladı süreç içinde. Biraz daha fazla düşünmeye başladı. O zaman ranzada ip takardık. İşte uzanıp ayaklarına takar kitap okursun, dinlenirsin... Uzanır, uzun uzun düşünürdü. Birkaç arkadaşla arasında soğukluk olmuştu ama bizim ilişkimiz iyiydi. Ne zaman kafasına bir şey takılsa, canı sıkılsa gelip konuşurdu benimle, anlatırdı mutlaka...

Apo’nun cezaevi öncesinde de hatırladığım kadarıyla ayrı bir örgütlenme kafasında vardı ama böyle bir şey açmadı. Belki, “Cezaevinde o biraz yalnız kaldı” dediğim dönemde aklına geldi böyle şeyler. Belki Türklerin duyarsızlığı diye bir şey yakaladı, oradan yola çıktı. Belki bunların etkisi oldu, belki olmadı. Ama o zamana kadar bildiğim kadarıyla böyle bir yaklaşımı yoktu. Cezaevinden çıktıktan sonraysa tabii ki fikirlerinde bir farklılaşma oldu. Ama bu da bir süre aldı, hemen çıkar çıkmaz ortaya çıktığını sanmıyorum. Bir gelişim izledi ve zannediyorum süreç içinde Parti-Cephe ilişkilerinden koptu ve işte o zaman “Apocular” diye nitelendirilen, daha sonra PKK olarak nitelendirilen bir yapılanmanın temellerini attı. Cezaevinden çıktıktan sonra ve daha sonra, Kurtuluş grubu içinde yer alan bir takım arkadaşlarla Kürt ulusal sorunu konusunda çok ciddi tartışmaları oldu, karşılıklı fikir alışverişleri oldu.


Uğur Mumcu şoven davrandı

Özellikle Uğur Mumcu’nun başlattığı, daha sonra da kendisine Kemalist diyen bir takım insanların halen sürdürdüğü bir kampanyaya, söyleyeceklerim cevap olacak. Çünkü o olayın halen birinci dereceden tanığı benim.

Uğur Mumcu’nun sorusu şudur: “Niye Doğan Fırtına iki sene yattı da Abdullah Öcalan altı ay sonra çıktı?”

Bunu sorarken şunu da sormalı: 70-80 tane insan yargılanıyor. Abdullah Öcalan 6 ay yattı ama onun dışında bir kişi 3 ay yattı, kalanlar en fazla 1 ay, 10 gün, 20 gün yatmıştır. Yani niye Doğan Fırtına’yla kıyaslıyor, benimle kıyaslıyor da diğerleriyle kıyaslamıyor? Niye “Abdullah Öcalan diğerleri 1 ay yatarken 6 ay yattı, neden bu kadar fazla yattı” demiyor? Bu aslında Uğur Mumcu’nun çok objektik yaklaşmadığının göstergesi. Yani birçok yanıyla çok iyi bir araştırmacı olabilir, değerli bir insan olabilir ama bu olaya yaklaşımı tam şoven bir yaklaşımdır diye düşünüyorum...


Apo aynı Apo’ydu

Biz Apo’yla dosttuk. En azından öyle biliyorum ve sonraki konuşmalarımızda da bunun tersini hiç algılamadım. Her zaman dostça olmuştur. İyice ayrı düştüğümüzde dahi birbirimize saygımızı kaybettiğimizi sanmıyorum. Sevgimizi de... Bu ayrı bir şey politik tutumlar ayrı bir şey. Apo benden epey önce, bir buçuk yıl kadar önce tahliye oldu. Ama ben cezaevindeyken mide kanaması dolayısıyla hastanede yattım. O dönemde ziyaretime geldi. Yani Apo, aynı Apo’ydu.

Cezaevi, insanların hayatında bir dönümdür aynı zamanda. Bir takım insanlar, cezaevinde tutarlı davransa bile çıktıktan sonra uzaklaşır. Bunu çok yaşadık. 12 Eylül’den sonra da, 12 Mart’tan sonra da çok gördük. Apo cezaevinde neydiyse, dışarıda daha önce neydiyse, o ziyaretime geldiğinde de oydu. Yani aynı tutumunu, kararlılığını, heyecanını gördüm. Hatta belki de daha da heyecanlı... Çünkü 12 Mart öncesi ve 12 Mart döneminde yaşananlar sanıyorum Türkiye toplumu içinde daha fazla sempati yarattı. Belki o da yansıyordu Apo’ya. Çünkü çıktığımda, ben açık söyleyeyim şaşırdım. Çok canlı, çok istekli bir gençlik hareketi söz konusuydu...


ADYÖD yönetimine önerdim

Biz hastanede görüştüğümüz zaman daha ADYÖD kurulmamıştı. İtirazları, şikayetleri, tepkileri vardı Apo’nun. O zaman Parti-Cephe’den gençlikle ilgilendiğini duyduğum bir arkadaş vardı, onun adını verdik. “Onunla konuş, anlat bnları, bana anlatıkların kafama yatan şeylerdir” dedim. Yapacağım başka bir şey yok. Daha sonra anlat dediğim arkadaşla da görüştük hastanede. Ona Apo’nun anlattıklarını aktardım ve “ADYÖD yönetimine düşünülecek kimse yok” gibi şeyler söyledi. “Apo’yu düşün, git konuş” dedim. Sonra öğrendim ki Apo, ADYÖD yönetimine girmiş.

Çıktığımda biraz mesafeli olduğunu, işte bir grup arkadaşla birlikte davrandığını duydum ama henüz Apocular olayı yok ortada. Çıktıktan birkaç ay sonra üniversite sınavları vardı yanılmıyorsam. Ben de bu aftan sonra okula kaydmı yaptırmak üzere gelmiştim Ankara’ya. İşte ADYÖD’e uğradık, “Bildiri dağıtılacak” dediler. Tesadüf, Apo’yla Beşevler’e gittik, bildiri dağıtacak ekiple... Aynı ekipteydik, bildiri dağıttık. Hem de o zaman faşistlerin kalesi olan İktisadi-İdari İlimler Akademisi’ydi yanılmıyorsam. Faşistler saldırdı, bildirileri almaya çalıştılar, kavga çıktı. O arada bizi koruyacak arkadaşlar koşup gelene kadar kafa kırıldı tabii. Bir tane demir yemişiz kafamıza. Neyse, Apo beni aldı götürdü oradan. Motosikletli bir arkadaşın yanına bindik, tedavi ettirdik kafamızı. 


En yakın grup Kurtuluş’tu

Bir süre sonra daha da uzaklaştığını ve işte ayrı örgütlenmeyi savunduğunu duyduk. Bu arada Cepheliler içinde de çok ciddi bir ayrılık oldu. Daha sonra birinin adı Kurtuluş, diğerinin de Dev-Yol olmuştu, bildiğiniz gibi. O ayrılık sırasında Kurtuluş yanlılarından biriydim ben de tabii. Apo’yla ulusal sorun konusunda çok ciddi tartışmalar yaşandığını biliyorum. Ulusal sorun konusunda yetkin arkadaşlarımız vardı, özellikle onlar yürütüyordu bu tartışmayı. Yalnız Apo’yla değil, arkadaşlarıyla da tartışıyorlardı. Fakat tabii ortak bir nokta bulamadık. Ama yine de kişisel ilişkilerimiz olsun, siyasal ilişkilerimiz olsun çok sıcaktı. O dönemi, özellikle Cebeci yöresinde yaşamış, Ankara’da yaşamış herkes bilir. Kurtuluş, Apocuların ortaya çıktığı, daha sonra PKK adını aldığı dönemlerde çok yardımlaşmıştır, destek vermiştir. Apocuları ezmeye çalışan gruplar olmuştur, onlara tepki gösterip tavır almıştır. Dolayısıyla aramızdaki ilişki daha da sıcaklaşmıştır. Bütün bunların etkisi olmuştur. Kurtuluş, Apocuların bildirilerini basmıştır, dağıtımına yardımcı olmuştur. Muhtemelen eski güvenin, dostluğun da etkisi olmuştur. Bir de tabii ulusal sorun konusundaki yaklaşımlarımız oldukça yakın. Daha doğrusu, Türk solu içindeki en yakın grup Kurtuluş’tu diyebiliriz.

Özet olarak bunlar...

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.