Hemite olmasaydı, Binboğalar olmasaydı...


Bellekten başka hiçbir kaynağı, dayanağı olmayan bu ailenin evine Kürt halkının kutsallık derecesinde sevdiği Evdalê Zeynikê gelip, odalarında diz kılıp sabahlara kadar klamlar söylemeseydi, aile tarafından aşık heveslisi Kemal Sadık’a bu olay sık sık hatırlatılmasaydı; Hemite’de Kozanoğlu ayaklanması, Dadaoğlu’nun, Karacoğlan’ın türküleri her buluşmada bir daha anılmasaydı; Ceyhan ırmağı kıyısında bir bataklıkta doğanın büyük mucizelerinden bir kuş cenneti bulunmasaydı; Binboğa dağlarının her bir koyuğunda 10 bin yıllık ağıtlar, kadınlar tarafından “Kör Kemal”e dikte ettirilmeseydi; “Ağacı, otu, çiçeği, böceği, kurdu, kuşu, ırmağı, pınarı, yılanı, çıyanı, serçesi, kartalı, ceylanı, camuzu, çakalı, çorçocuğu, avradı, tutması, yanaşması, elçisi, parababası, körtopalı, çiftçi başısı, ırgatı, işçisi, yarıcısı ile büyük değişimlerin içinde bulunan Çukurova’nın avaz avaz ağıtlarından” bu çocuk kendini sorumlu hissetmeseydi; Ayağına tez, yüreği aklından geniş bu delikanlı, Binboğanın her varlığını folklor derlemesi olsun diye değil, hayat memat meselesi olarak görmeseydi,
Her bir şeyi ilk kez görmüş gibi, sanki gözünde kocaman bir teleskopla yeni bir yıldızı keşfedercesine inceleyen bir kâşif gibi anlatmayı yaşam yoluna dönüştürmeseydi; Yaşar Kemal diye bir yazar doğmayacaktı. Çukurovayı bütün dünyaya dönüştüren bu eşsiz yazarın gün yüzüne çıkması, rastlantı ve zorunlulukların bir araya gelirken yarattığı kültürel kimyanın her malzemesi tarih boyunca orada duruyordu zaten. O bu elementleri gören, onu söz laboratuarına sadakatle taşıyan oldu. Sözlü kültürün modern çağda kar gibi eridiği, matbaa kurşunlarının soğukluğuna sözün mahkum olduğu bir çağda görmüştü ama bunu. Yaptığı işin zorluğu, çapı, yeniliği şuydu: Onbin yıllık bir sözlü çağın dilini, ona elinden gelebildiği kadar sadık kalacak biçimde başka bir çağın diline taşıması; buna mucize denmezse ne denebilirdi.
Söz kuyusunda kanayan acı
Ailesinin hikâyesini anlatırken bir buçuk yıl süren göçün içinde en yakıcı trajedinin, en koyu dramın ve en dokunaklı aşk hikayelerinin birbirinin içine geçerek birbirini var eden büyülü söz mucizesi, anadilindeki zengin titreşimlerin, göçtüğü Türkçe’de bir yankısını aramasıyla gerçekleşti. Dillerdeki bu yankının içinde Kürt’ten Türk’e, Ermeni’den Rum’a, Ezidi’den Çerkes’e, Süryani’den Arab’a geçen duygu balkımalarının gözetimi, her kültürde benzer türde trajik kökten, halkları var eden büyük destanlardan geldiğini fark etmesi, adını bilmesi kadar doğal bir ortamda içselleşti, yazısında da olabildiğince gerçekleşti Yaşar Kemal’in. Hangi dilden, hangi inançtan, hangi tarihten gelirse gelsin halkların bilincini ve bilinçaltını kurgulayan söz kuyusunda kaynayan acının, bitmeyen yaşama sevincinin, her küllenmede bir daha doğan umudun, kaderleşmiş çilenin benzerliğini her halkta bulması, onu yerelliğin daracık cenderesinden kurtarmıştı. Onun yaptığını çağı yaratan bütün bilgi kaynakları da doğrudan ya da dolaylı biçimde onaylayabilirdi.
Şöyle diyordu örneğin büyük mitolog, kültür tarihçisi, sosyal antropolog James George Fraser: “Mezopotamya ve Asur, gerçekten insanlığın beşiği değilse de, her halükarda Nuh’un torunlarının üzerinde ilk göze çarpan rollerini oynadıkları tiyatro sahnesi… Bu denli çeşitli ve önemli olaylar, bu olayların geçtiği ülkeleri derin bir ilgiye sevk etmeli ve özellikle bu ülkelerden tufan sonrası ilk dönemlere ait kaynaklara sahip olanlar, insanlığın ahlaki gelişimini kaydetmekten zevk alanların merakını uyandırmaktan geri kalmamalıdırlar. Lâkin bu erken tarih olaylarının izlerini sürmek umudu, imkanların yetersizliğiyle bağlanmıştır.” Yaşar Kemal’in yaptığı tam da buydu. Gılgamış’tan İlyada’ya, Dede Korkut’tan Ehmedi Xani’ye, Faqi Teyran’dan Dadaoğlu’na, Türkmen dervişlerinden Kürt, Ermeni dervişlerine hangi kültür mirasını kendine bıraktıklarının sorgulamasıyla yaşadı. Göçmen ailenin her yaşantısında halkların değişmeyen kaderini bulan oydu.
Onlar kuş değil Ermeni İşte şu hikaye: Aile, 1915’te Çarlık kıyımından kaçarken neden Diyarbakır, Antep, Maraş gibi illere değil de, nasıl olmuşsa ulaştıkları Kadirli’de kayalık Hemite’ye yerleşmişti? Ermenilerden boşaltılan yerleri gelen göçmenlere verdikleri bir zamanda ulaşmalarına karşın orada bir toprak değil de Hemite gibi kıraç, kayalık bir Türkmen köyüne yerleştirilmelerini anlatırken Yaşar Kemal, daha sonra edebiyatının kurucu ahlakı olacak olan bir aile anısına yer verir.
“Kadirli’de Karamüftüoğlu Arif Bey İskân Komisyonu Başkanı. Babam Hurşit Beyin mektubunu ona veriyor. Arif Bey mektubu okuyunca babamı çok iyi karşılıyor, yanına bile oturtuyor, bir de kahve ısmarlıyor. “Bak Kürdoğlu, sana bir konak veriyorum ki kasabanın en güzel konağı. Sana tarlalar veriyorum ki, ovanın en bereketli toprakları. Sen kardeşimiz, büyük hürmet ettiğimiz Hurşit Beyden geldin çünkü. Ben ona senin gibi bir adam göndersem, o da benim gönderdiğim adamımı baş tacı eder. Ben de sana Semailin konağını, tarlalarını veriyorum.”
“İstemem.”
Arif Bey, bir deri bir kemik bir adam. Sinirli mi sinirli.
“Öyleyse niçin geldin buraya? Bu mektubu bana niçin getirdin?”
“Beni bir yere yerleştir, diye.”
“Yerleştiriyorum ya işte. Hem de en iyi eve.”
“Ben ev istemem.”
“Niçin?”
“Anam dedi ki?”
Arif Bey küplere biniyor.
“Anan sana ne dedi?”
“Anam dedi ki, yuvasından atılmış kuşun yuvası başka kuşa hayretmez.”
“Onlar kuş değil Ermeni.”
Babam:
“Kuş,”
Arif Bey:
“Ermeni.”
Kuş, Ermeni, Ermeni, kuş, bu tartışma bir süre sürmüş gitmiş. En sonunda Arif Bey çileden çıkmış, Hurşit Beyin mektubunu yırtmış, öfkeyle de çiğnemiş, bütün sesiyle bağırıyormuş, mektubu ayaklarının altında çiğnerken, “işte böyle olur Hurşit Bey, işte böyle olur bu vazalak Kürtleri bana gönderirsen. İşte, işte böyle olur.”
Hemen oradan iki candarma çağırmış, babamı göstermiş, “bunları alın doğru kayalık Hemite köyüne götürün.” O zamanlar Hemite Osmaniye’ye değil Kadirli’ye bağlıymış.
Candarmalar bizimkileri, kayalık Hemite köyüne götürmüşler. Babam her zaman, her yerde söylermiş, “Allah anamdan, Ermeni’den, kuştan razı olsun, beni bol kayalıklı Hemite köyüne gönderdiler, ben bol insanlıklı bir köye düştüm.”
Köylüler bizimkilere on beş yirmi gün içinde güzel bir huğ yapıyorlar, sıvıyorlar, döşüyorlar, neleri eksikse tamamlıyorlar. Bu huğları ben iyi bilirim. Duvarları, yani çitleri kamıştan, damı sazdandır. Bizim köyde renk renk toprak vardır. Mavi, sarı, kırmızı. Gönlü isteyen istediği renkte evini boyayabilir. Şimdi o huğlar, güzeli yapıların yerini taş damlar, çinko damlı evler aldı.
Ailenin bir buçuk yüzyıl Çukurova’ya iniş macerasından sonra şimdi doğduğum bölgenin, benim ve romanlarımın ülkesinin anlatımına geçebilirim. (sf-30-31) Belleğinde uzun bir yaşam sahnesi bulan bu ve benzeri toplumsal olgular Yaşar Kemal anlatısının mayasını oluşturdu. Bu ve benzeri toplumsal olgular; eşkıyalık, göçebelik, yeni bir mekânda yeni bir yaşam kurmak gibi geniş etkileri olan büyük olaylardır. Yazarın anlatı ekseninin toplumsal hayatın kıyısında değil tam da ortasında oluşmasına, evrensel hikâyelerin onda yeniden dillenmesine imkân vermiştir. Ama bütün bunlar Yaşar Kemal olmanın tarih öncesi sayılmalıdır. Asıl kendini var eden olgularda kendi iradesi, kendi rolü, onun mucizesini tamamlayan motif olmuştur.
