‘İhrak-ı Binnar’dan kimyasal silaha  Kürt katliam ve soykırımları

  • Yazının başlığındaki “İhrak-ı Binnar” ibaresini kuşkusuz boşuna koymadım. İslam halifeliği, Selçuklu ve Osmanlı dönemi bâtınî katliamlarında bu sıfat sıklıkla geçer ve “ateşe atarak yok etme” anlamına gelir. Dahası bu katliam uygulanırken tıpkı “Enfal” sûresinde olduğu gibi Kur’an referans olarak verilir. Tıpkı “Enfalci Saddam” ya da “Kimyasal Ali” gibi…

MEHMET BAYRAK

 

Yeni Özgür Politika’nın hatırlattığı…

İslamiyet’in Mezopotamya coğrafyasına yayılmasından bu yana Kürtler, sayısız katliam ve soykırımlara maruz kaldılar. Daha 7. yüzyıla tarihlenen bir Kürtçe ağıtlama-şiirde İslam ordularının Kürtler üzerinde yarattığı büyük yıkım karşısında isyan edilir. Salt Êzidî Kürtlerin tarihlerinde 75 defa katliama uğradıkları göz önüne alınırsa konu daha iyi anlaşılır.

Yeni Özgür Politika gazetesinin 15 Ocak 2021 tarihli sayısında bu katliam ve soykırımlardan ikisi tekrar gündeme getiriliyordu. Gazeteci-yazar Celal Başlangıç’la yapılan röportajla gündeme getirilen bu Kürt katliamlarından biri; 12 Ocak 1996 tarihinde gerçekleştirilen Güçlükonak Katliamı, diğeri ise 1988-89 yılları arasında gerçekleştirilen ve geçen yüzyılın en büyük soykırımlarından biri olan Halepçe Katliamı ve Enfal Harekâtı’ydı. Haberde; binlerce Kürt’ün ölümüyle sonuçlanan Halepçe Katliamı’nı gerçekleştirdiği için 25 Ocak 2010 yılında idam edilen “Kimyasal Ali” lakaplı General Ali Hasan El-Mecid’in oğlu Hasan Ali Mecid’in Bağdat’ta tutunamayarak Kürt kenti Hewlêr’e yerleştiği bildiriliyordu.

Arşivimde katliamlar, soykırımlar ve Halepçe külliyatı

“Celladın Oğlu Hewlêr’de” başlığıyla verilen Amed Dicle imzalı inceleme-haberde bu kişinin babası “Kimyasal Ali”nin Kürdistan’da yaptığı büyük yıkıma ilişkin önemli bilgiler veriliyor. “Gül kokusuyla veya elma kokusuyla gelen ölüm” olarak da nitelendirilen Halepçe Katliamı’na ve askerî Enfal Harekatı’na ilişkin arşivimde çok sayıda kitap, dergi ve bir klasör dolusu gazete haberi bulunuyor. Bunlardan biri de bir dönem AKP’den milletvekili de seçilen gazeteci-yazar Muhsin Kızılkaya’nın bir yazısı. İlkin arkadaşım Tuğrul Eryılmaz’ın yönetiminde çıkan Radikal İki’deki yazı (27 Nisan 2003), “Ölüm, gül kokuları arasında geldi!” başlığını taşıyor ve aynı yazı, Güney Kürtleri’den Dr. Felekeddin Kakayi’nin yönetiminde Kürt-Türk Dostluk Derneği adına Türkiye’de yayımlanan “Diyalog” dergisinin Ağustos 2011 özel sayısında da yayımlanıyordu. Bu yazıda Ümit Aydoğmuş’un “Irak’ta Soykırım, Kürtler’e Karşı Girişilen Enfal Askeri Harekatı” (2003) kitabından gidilerek, bir bütün oluşturan Halepçe ve Enfal Harekâtı için  özetle şöyle deniliyor: ”Harekat sırasında 50 bin kadar Kürt topluca öldürülür, 703 köy haritadan silinir, yaklaşık 180 bin kişi kaybedilir, düzinelerce yerleşim yerinde sivil halka karşı kimyasal gaz kullanılır, binlerce insan hapsedilir, yüzbinlerce köylü yerlerinden zorla göç ettirilir, tarım alanları yok edilir.” 

Söz konusu kitap ve yazıda, “Kimyasal Ali”nin şu sözlerine de yer verilir: “Neden onların hiçbir şey bilmeyen eşekler gibi orada yaşamalarına  izin vereyim ki? Onlardan bugüne kadar ne alabildik? Belki Kürtler arasında iyiler vardır, bulabiliriz diye düşünüyordum ama yok, bulamadık. Onların kafalarını paramparça edeceğim. Beyinlerini parçalayacağım. Onlara hizmet etmek mi? Yok, hayır! Onları buldozerlerle kazıyacağım o topraklardan.” (age. 259 ve yazı).

Yazının başlığındaki “İhrak-ı Binnar” ibaresini kuşkusuz boşuna koymadım. İslam halifeliği, Selçuklu ve Osmanlı dönemi bâtınî katliamlarında bu sıfat sıklıkla geçer ve “ateşe atarak yok etme” anlamına gelir. Dahası bu katliam uygulanırken tıpkı “Enfal” sûresinde olduğu gibi Kur’an referans olarak verilir. Geçmiştekiler bir yana, daha 18. yüzyılda (Afyon) Karahisar Mutasarrıfı Kanyiyici Bekir Paşa, Emre köyünün Kızılbaş halkını toptan köyün tekkesine doldurarak ateşe verir, o tarihten sonra ise adı “Kanyiyici”ye çıkar. Tıpkı “Enfal’ci Saddam” ve “Kimyasal Ali” gibi...

Anadolu-Kürdistan-Mezopotamya hattında bu tür katliam ve soykırımların haddi hesabı yok. Salt Güney Kürdistan’da 286’dan fazla “toplu mezar”dan söz ediliyor. Doğu ve Kuzey Kürdistan da bundan farklı değil. Salt 2013 rakamlarıyla Kuzey Kürdistan’da şu toplu mezar sayıları tespit ediliyor: Diyarbakır 30, Siirt 36, Bidlis 35, Hakkari 33, Bingöl 33, Van 18, Şırnak 14, Batman 11, Mardin 14, Dersim 5, Elazığ 3, Ağrı 2. Diğer Kürt şehirlerinde de birçok mezar bulunuyor.

Özgür Gelecek dergisinin sunduğu gerçekler

1988-1989 yıllarında sahipliğini, yayın yönetmenliğini ve yazarlığını yaptığım Özgür Gelecek dergisi, 1980 faşist darbesinden sonra çıkan üç Kürt kimlikli dergiden biriydi. “Toplumsal Diriliş” dergisi, Diyarbekir zindanının bir numaralı katili Esat Oktay Yıldıran’ın öldürülmesi üzerine operasyona uğramış, geriye İstanbul’da çıkan “Medya Güneşi” ile Ankara’da çıkardığımız “Özgür Gelecek” dergisi kalmıştı. Polis denetimi dolayısıyla Ankara’da basacak matbaa bulamayınca biz de son iki sayıyı İstanbul’da çıkarmak zorunda kalmıştık.

Halepçe katliamı ve Enfal Harekâtı’na denk düşen bir süreçte dergiyi çıkardığımız için bunlar öncelikli konularımızdandı. Nitekim Aralık 1988’de çıkan ilk sayıda “Sığınmacı Kürtler’in Dramı”; 2. sayıda “40. yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Irkçı Baas Yönetiminin Kimyasal Katliamı” ve “Yaralı Coğrafyanın Şairi Civano’dan Yanar Halepçe Halepçe” şiiri; 3. sayıda “Avrupa ve İran-Irak Savaşının Seyri”, “FKÖ Türkiye Temsilcisi Abu Firaz’la Konuşma”; 4. ve 5. sayıda “Hacar’ın (Hejar) Dramını Biliyor Musunuz?”, “Federal Almanya Heyetinin Türkiye Raporu’nda İşkence, Kürtler’in Durumu, Sığınmacı Kampları”, “Yılmaz Odabaşı’nın Şiiri: I. Yıldönümünde Halepçe Katliamını Utançla Kınıyoruz!..” ve “Ressam Kurday’la Halepçe Üstüne Söyleşi”; 6 ve 7. sayıda “Diyarbakır Temsilcimiz Yılmaz Odabaşı, Peşmerge Liderlerinden Ekrem Mai İle Görüştü” ve “8 Mart ve Iraklı Kürt Ana’nın Dramı”; 8. Sayıda “Kürtler’e Bayan Mitterand Ziyareti ve Hümanist Duyarlılık” ve “Kızıltepe Peşmerge Çadırında Toplu Zehirlenme” metinlerini yayımlamıştık.

Diyarbakır temsilcimiz Şair Yılmaz Odabaşı, -sonradan öğrendiğim kadarıyla- gazeteci Fehim Işık’la birlikte Kuzey Kürdistan’a çıkan Kürt liderlerle görüşerek soykırımın boyutları konusunda son derece önemli bilgi ve belgeler sunmuşlardı. Peşmerge liderleri, ırkçı Saddam rejiminin yerle bir ettiği toplam 408 yerleşkenin isimlerini vermişti.

Her sayıda temsil niteliği olan bir politikacı veya insan hakları savunucusu ile konuşmalara da yer veriyorduk. Nitekim Halepçe soykırımı devam ederken bu konuşmalardan birini de FKÖ’nün Türkiye Temsilcisi Abu Firaz’la yapmıştım. Zaten bu temsilciliğin FKÖ Lideri Yaser Arafat ve Ecevit tarafından yapılan açılışını da TRT adına bizzat izlemiştim. Bu nedenle Ecevit’ten başlayarak İlhan Selçuk, Hasan Hüseyin (Korkmazgil) ve Kemal Bayram (Çukurkavaklı) gibi birçok “sol” aydının sözde sosyalist Baas rejimleri ve Saddam’a övgüler dizdiğini biliyordum. Buna rağmen 2. Dünya Harbindeki kimyasal katliamın ardından gelen bu en büyük katliamdan sonra Abu Firaz gibi bir Filistinli politikacının katliamı lânetleyeceğini bekliyordum ancak nafile! Saddam aleyhine bir tek söz etmemişti. Zaten Arap liderlerin bu tutumu Kürt aydınlanma hareketinde büyük bir kırılma yaratmıştı.

İki sayının arka kapak resimlerini ve mesaj yazılarını da Halepçe katliamına, Enfal Harekâtı’na ve toplu sürgüne ayırmıştım. Bunların birinde yüzünde büyük yanıklarla kurtulan küçük Hejar’la babasına yer veriyor ve şunları söylüyordum: “Amerika’nın II. Dünya Savaşı’ndaki Hiroşima ve Nagazaki kimyasal katliamlarının yol açtığı yaralar hâlâ kapanmamışken ve insanlık ‘Bir daha Hiroşimalar olmasın!’ deyip kimyasal silahların tümden yasaklanması doğrultusunda çaba harcarken, 43 yıl sonra bu kez de Irak’taki ırkçı Baas yönetimi benzeri silahları mazlum Kürt halkına çeviriyor ve on binlerce insanın yerini yurdunu terk etmesine yol açıyordu.

Bütün dünyanın gözü önünde yaşanan bu insanlık ayıbı acı gerçek hemen tüm insanlıkça lânetlenirken, Türkiye yönetimi bir yandan sığınmacı Kürtler’e gösterdiği misafirperverlikten dolayı Batı dünyasına ders (!) verirken, bir yandan da ‘kraldan daha kralcı’ bir tutumla kimyasal silah kullanımını gizlemeye ve bunu sağlık raporlarıyla belgelemeye (!) çalışıyordu.

Tüm bunların ardından da napalm bombalarıyla yüzü- gözü yanmış küçük Hacar (Hejar), Türkiye ve dünya kamuoyunun gözleri önünde estetik tedaviye alınıyordu... Küçük Hacar, yoksa sığınmacı Kürtler’den değildi de başka bir diyardan mı gelmişti? Yoksa ‘hafıza-i beşerin gerçekten nisyan ile malûl olduğu’ mu sanılıyordu!..” (Özgür Gelecek, Sayı:3/ Şubat-1989)

Küçük ve anlamlı bir anı

Derginin “Sunu” ve arka kapak yazıları gibi içerde yer alan imzasız yazıların çoğunu da kendim kaleme alıyordum. Nitekim üstteki sayıda, “Hejar’ın Dramı”nı anlatan bir yazımda; Saddam’a övgüler dizdikten sonra Halepçe’yi “sözde katliam” olarak nitelendirenlerle 4 yaşındaki napalm yanıklı küçük Hejar’ı “Peşmerge Hacar” olarak adlandıranları ağır biçimde eleştiriyordum: “Bir zamanlar kimi safdil aydınlarımızın bilerek ya da bilmeyerek yanılgıya düşüp ‘sosyalist’ olarak nitelendirdikleri ve üstüne kitaplar yazdıkları Irak’ın ırkçı Baas yönetimi, 1920’li yıllarda cedleri aracılığıyla İngiliz emperyalizminin gölgesinde kurduğu egemenliğini sürdürebilmek ve egemenliği altında tuttuğu Kürt halkına ulusal demokratik haklarını vermemek için bugüne kadar başvurmadık yol ve yöntem bırakmadı. Sıkıştığı zaman uzlaşma yolları ararken baltası kütükten çıktığı zamanlar hep Kürt halkına ihanet etti. (...) Peşmerge demek, ‘Kürt askeri, Kürt gerillası’ demektir, yani her Kürt peşmerge değildir. Hele Hacar (Hejar) gibi dört yaşında bir çocuk hiç değildir. Öyleyse o ‘Peşmerge Hacar’ değil, yüzü napalm yanıklı ‘Kürt çocuğu Hejar’dır.”

Irak Baas yönetimi bunu yaparken Türk yönetimlerinin tutumu da bundan farksızdı. Nitekim bu büyük soykırım hareketi, Kürt sorununu tüm dünyanın gündemine getirirken, sadece Baas yönetimleri ile -Kürt kökenli olduğu söylenen- Özal yönetimi bu gerçekliği red ve inkâr etmeye çalışıyordu. Bunun içindir ki Stern ve Time gibi ünlü dergiler, bu inkârcı tezleri çürütmek ve gerçeği dünya kamuoyuna göstermek için Kürtçe dahil birçok dil bilen tercüman bir arkadaşla Ankara’ya gelmişlerdi. Amaç, Kürt sürgünlerle görüşüp ailesiyle birlikte küçük Hejar’ı tedavi için Avrupa’ya götürmek ve bu utançlı gerçeği dünya kamuoyuna yansıtmaktı. Özal yönetimi yetkilileriyle yaptıkları görüşmede kamp için izin almışlardı ancak çocuğun götürülmesine izin verilmemişti.

Yayın büromuzu ziyaret eden ve durumu anlatan Alman tercüman arkadaşla Arap harfli bir Kürtçe pusula yazmak zorunda kalmıştık. Eğer gittikleri yerde mahalli yöneticiler izin vermezse, bu pusulayı kendilerine bırakacaklardı. Nitekim öyle de oldu: Özal’dan başlayarak yetkililer bu kimyasal katliamı inkâr edebilmek için çocuğu kendilerinin tedavi edebileceğini söylemişlerdi. Zaten söz verilen tarihten çok sonra Hejar Ankara’ya getirilmiş ve Hacettepe Üniversite Hastanesi’nde tedavi edilmişti... Tüm bu faşist Saddam rejimini aklamaya dönük “kraldan kralcı” politikaya rağmen, bütün dünya Kürt sorununu daha yakıcı biçimde kavramış ve zâlim Saddam ve hempaları cezalarını bulmuşlardı.

Toplu mezarlar, utanç olarak tarihe geçmeyecek mi?

Bu konulara ilişkin bir başka resimli arka kapak yazımda da şu belirlemede bulunmuştum: “Türkiye’de yönetimlerin Kürt sorununa ilişkin politikası ‘asker’e havale edilmiş bir ‘devekuşu’ politikasıdır. ‘Red ve inkâr’ temeline ve askeri çözüme dayalı bu politika yüzünden, salt 1924-1938 döneminde ölen insanların sayısı ‘Milli Mücadele’de ölenlerden fazla olmuş. Bu acı gerçek bilinmiyormuş ve verilen bunca hasar yetmiyormuş gibi aynı politikada ısrar edilmekte ve sorunun çözümü yerine ‘çözümsüzlük’ ikame edilmektedir. Askeri yönetimler döneminde çelişkiler daha da derinleşmekte ve sorunlar onulmaz bir yaraya dönüşmektedir. Baskı, terör ve ‘toplu mezarlar’la ortaya çıkan kitlesel kıyımların insanlık ayıbı ve suçu olmaktan öte hiç kimseye bir şey kazandırmayacağı ortada değil mi? Birbiri arkasına ortaya çıkan ‘toplu mezarlar’, 12 Eylül faşizminin utanç kanıtları olarak tarihe geçmeyecek mi?..” (Sayı:8/ 1989) 

1989 yılı içinde ikinci kez tutuklanınca dergiyi bir daha çıkaramamış ve bu, dergideki son yazım olmuştu. Ancak Özgür Gelecek kapandıktan sonra da bu yakıcı soruna ilgimiz devam ediyordu. Nitekim o tarihten sonra da dergi ve Özgür Gelecek (Öz-Ge) Yayınları adına çeşitli basın açıklamaları yapmıştım. Burada sadece 1991 yılı içerisinde yaptığım basın açıklamasını paylaşmak istiyorum. “Kürtler’in dünyanın en mağdur ve en mazlum halkı olduğu bir kez daha kanıtlandı” başlıklı ve 9 Nisan 1991 tarihli olanı şöyleydi:

Bahtsız bir halk: Kürtler

“30 Milyona varan nüfusuyla dünyanın en büyük ancak yaşamıyla dünyanın en mağdur ve en mazlum halklarından biri: Kürt halkı... Binlerce yıllık tarihiyle Ortadoğu’nun kadim halklarından ve Araplar’la Türkler’den sonraki en büyük halk... Ancak yaşamı kan ve gözyaşıyla yoğrulmuş, kendi iradesi dışında geleceğine ipotek konmuş acılı bir halk... Bilimsel gözlemcilerin ‘avukatsız, devletsiz ve tutsak’ olarak nitelediği, kendinden başka dostu olmayan kimsesiz bir halk: Kürtler... 1920’lerde emperyalist güçlerce ülkesi parçalanıp manda yönetimlerine, daha sonra monarşist-ırkçı yönetimlere terk edilen bir bahtsız halk: Kürtler...

Emperyalist güçlerin bu bölme ihaneti yetmiyormuş gibi Körfez’deki petroller için ayağa kalktıktan sonra bölgesel çıkarları için yeniden yüzüstü bıraktığı iğfal edilmiş bir halk: Kürtler... II. Dünya Savaşı’nın Hiroşima ve Nagazaki’de açtığı yaralar daha kapanmamışken, daha dün sayılacak kadar yakın bir tarihte, 1988’de ırkçı, faşist Saddam yönetiminin kimyasal katliamını yaşama şanssızlığına uğrayan bir halk: Kürtler... Emperyalist güçlerin petrol kazançlarını güvenceye aldıktan sonra bir cinayet şebekesiyle karşı karşıya bıraktığı bir halk: Kürtler... ‘Et’in ‘demir’le başa çıkamayacağı biline biline Körfez Savaşı’nın faturasını ödemeye itilen bir halk: Kürtler...

Özgür ve eşit yaşamaktan başka hiçbir talebi olmadığı halde şovenistlerce ‘şoven’likle; gerçek birliği ve kardeşliği savunduğu halde bölücü ve ayrımcılarca ‘bölücü’lükle suçlanan bir halk: Kürtler... Kendileri her aşamada herkesle her türlü işbirliğine girerken, uluslararası destek arayışları “emperyalistlerle işbirliği” olarak nitelenen bir halk... Uluslararası ilişkilerde sürekli çifte standartlı politikaların kurbanı edilen bir halk...
Uzak görüşlü Kürt yurtsever önderliklerinin tüm uyarılarına karşın sanki yakın geçmişteki Körfez bunalımının sorumlusuymuş gibi savaş bedelini ödemek durumunda kalıp yüzyılımızın en trajik sahnelerini yaşayan bir halk…

Nerede görülmüştür?

Ancak zorbalığın, ırkçılığın ve faşizmin sürgit yaşadığı nerede görülmüştür? Nerede görülmüştür, kanlı katillerin egemenliklerinin uzun sürdüğü? Açıktır ki her ırkçılık gibi Baas ırkçılığı da, her canilik gibi Saddam cinayeti de uzun sürmeyecek, kahrolup tarihin karanlığına gömülecektir. Bunca insanın kanına eli bulaşanların uzun ömürlü olması mümkün müdür? Dahası böylelerinin insanlık âleminde barınması ve cinayetlerinin sürmesi insanlık adına bir utanç değil midir? Öyleyse bu utançtan kurtulmak için Kürt halkına dostluk elimizi uzatıp Saddam’ı ve halkların düşmanı karanlık yönetimini kahr edelim! Böylece halk ve insanlık düşmanlarını silip halkların kardeşliğini ve özgürlüğünü kuralım.

Toplumsal gelişme yasalarının bir kez daha ortaya koyduğu gibi Kürt halkının milyonluk acılı sürgünü de sömürgeciler için bir kurtuluş değil, tersine kahredici bir darbedir. Hasarsız zafer olmayacağını biliyoruz ancak hakkın ve haklının en büyük güç olduğunun ve zafere götüreceğinin de bilincindeyiz.”

Kuşkusuz bu konudaki isyanımız devam edegeldi. Bundan 25 yıl önce kaleme aldığım “Bir İnsanlık Suçu: Katliamlar ve Soykırımlar” konulu yazımı şöyle noktalamıştım: “Bilmiyorlar ki, evini yaktıkları mazlumun ahı onları da yakacak... Bilmiyorlar ki, her gecenin bir gündüzü vardır. Bilmiyorlar ki, giyimleriyle tam da bir yarasayı andıran bu rambo-yarasalar, yarın güneş doğduğunda sığınacak yer bulamayacaklar ve ellerindeki akrep silahlarını kendilerine çevirip kendilerini zehirleyecekler...”(Ronahi, 43/ 1996).

Son sözü Kürtlerin bu acılı yaşamını şiire döken Yılmaz Odabaşı’nın dizelerine bırakalım: “Nasıl yazılır kanla anılan bir tarih?/ Kuşların bile söyleyemediği bir mazlum sevda/ Cana hep kan karışınca nasıl yazılır?.. (...) Orada ölüler/ Öyle düşmüşler toprağın göğsüne birer birer/ Ağıtlara karışmış Kürdistan puşulu seher/ Ben o ağıt olaydım/ Tutunup rüzgarın terkisine/ Yüreklere kalaydım...”

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.