İnsan haklarını Avrupa’da da bulamadı

Haberleri —

Ramazan Yüce ismi tanıdık geliyor mu? 6 yıl önce bütün gazeteler onu yazıyordu. Bazıları “vatan haini” olarak, bazılarıysa, büyük bir hukuksuzluğun kurbanı olarak. Yargılandığı dava için “Türkiye’nin Dreyfus Davası” benzetmesi yapılıyordu. Bazı aydınlar da onun özgürlüğü için seferber olmuştu.

Hafızalardan hala çıkmayan Oramar Baskını sonrasında, er Ramazan Yüce ve aralarında bir uzman çavuş bulunan 7 arkadaşı HPG tarafından alıkonulmuştu. Alıkonulmalarının ardından medyada önce bir sessizlik ve görmezden gelme, ardından ise bütün sorumluluğu Kürt er Ramazan Yüce’ye yıkma eğilimi ortaya çıktı. Askeri hapishanede tecrit edilen Yüce’yle ilgili hedef gösteren, hain ilan eden haberlerin ardı arkası kesilmiyor; sosyal medyadaysa adeta bir linç kampanyası yürütülüyordu. Ramazan’ın DTP çalışmalarına katıldığına dair kanıtlar bulunuyor ve suçmuş gibi yansıtılıyordu. Roj TV’ye söylediği gerçekler ise başka bir linç gerekçesine dönüştürülüyordu.
Türk medyası, adeta, gerillanın elindeki askerlere savaş hukukuna uygun biçimde davranmasını, hatta bir misafir gibi ağırlamasını hazmedemiyordu! Ramazan’ın söyledikleri, onların kamuoyuna yaymak istedikleri ‘terörist’, ‘zalim’ PKK’li imajını yerle bir ediyordu çünkü. PKK’nin ortaklaşa yaşam kültürünün, insani değerlerinin görünür olmasına tahammülleri yoktu.
Ramazan Yüce, ‘vatana ihanet’ suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis istemiyle yargılandığı davadan, kamuoyunun baskısı neticesinde, 2 buçuk yıl hapis cezası alarak “kurtuldu”. Ama mahallede, hastanede, kışlada ve gittiği her yerde, linç kampanyasının sonuçlarıyla karşılaşmaya devam etti. Hayatı ona zindan etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Yaşam hakkının gasp edilebileceği tedirginliğini bile yaşıyordu. Sonunda, 2013 yılına girerken, ülkesini terk etmeye karar verdi.
Ramazan Yüce, insan hakları arayışıyla geldiği Almanya’da da aradığını bulamadı. Ağır hastalığına rağmen oldukça kötü koşullara sahip mülteci kamplarında yaşamak zorunda bırakıldı. İltica süreciyse, yaşadığı onca zulme rağmen, neredeyse bir yıl geçmesine rağmen hala sonuçlanmış değil. R.Yüce, ilticasının reddedilebileceği korkusunu da hissediyor. Er Ramazan Yüce’yle önce en baştan yaşadıklarını, ardından mülteci hayatını konuştuk. Türk medyasının söylemesine rağmen yazmadığı veya kendisinin “Zaten yazmazlar” deyip de söylemediği detayları da bize anlattı. Olayın anlaşılması ve sürgünle sonuçlanan(aslında sürgün biçiminde hala süren!) büyük bir hukuksuzluğun tekrar hatırlanması için Ramazan Yüce’ye kulak verdik.

Öncelikle yaşadıklarını tekrar bir hatırlamak istiyoruz. Zorlu bir askerliğin oldu. Ne oldu, neler geçti başından?

1986/3’lerle birlikte askerlik yaptım. 2006’nın sonlarına doğru askere gittim. 2007 Ekim’de gerçekleşen olaydan önce de askerlikte bir sürü şey yaşadım.

‘Er Sedat Başoda’yı devlet öldürdü’

Öncelikle bir olay anlatmak istiyorum, halen karanlıktadır. 2007 Nisan’da ben bir arkadaşımı kaybettim. Diyarbakırlıydı. Adı Sedat Başoda. Arkadaşım askere gelmeden üç dört gün önce amcasının kızı PKK saflarına katılıyor. Bunu da bizimle paylaştı. Kürt olduğumuz için aramızda böyle sohbetler geçerdi. Ama arkadaşlardan bir tanesi, bunu tabur komutanına şikayet etti. İşte Sedat’ın ailesinin PKK’yle bağlantılı olduğu gibi şeyler söylüyor. Aradan bir hafta geçmedi, Sedat’ı aldılar yanımdan, başka bir time verdiler. Operasyon bölgesine gönderdiler. Bir gün sonra şehit olduğu haberi geldi. Ve çatışma bölgesinde değil, yemekhanede vurulmuştu. Gittiği timin yemekhanesinde, olayı duyunca şok oldum. Sedat ölümü hak eden biri değildi. Ardından ‘yemekhanede doldur-boşalt sırasında yanlışlıkla vuruldu’ denildi. Vuran asker aslen Urfalı, Erdal Polat isimli bir askerdi. Dokuz ay cezaevinde kaldı, sonra beraat etmiş. Sedat’ın ailesinin ve görgü tanıklarının mahkemede konuşmasına izin vermiyorlar. Ama o gün orada bulunan arkadaşlarım, Sedat’ın bilerek vurulduğunu söylediler. Yani bu arkadaş çatışmada değil, devlet tarafından vuruldu. Bunun peşine kimse düşmedi. Ben de ailesine ulaşamadım.

Askerlik yaptığın dönemde tabur komutanınız Onur Dirik’ti. Daha sonra hakkında çok tartışma çıkan Dirik’in rütbeleri, kamuoyu baskısı neticesinde sökülmüştü. Dirik’le ilgili şahit olduğunuz olaylar var mı?
Var tabii, anlatayım. Bir gün faaliyet var, dediler. Diyarbakır Çermikli bir binbaşımız vardı, Murat Görmen. Çok babacan bir insandı. Askeri severdi, aydın bir görüşe sahipti. Çok severdim. Taburun hareket subayıydı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nı bize yazılı emirle araziye çıkması yasaklamıştı. Ama yasak olmasına rağmen tabur komutanı askeri araziye sürdü. Ben görevim gereği telsizleri dinleyebiliyordum. Onları da dinliyordum, konuşmalara şahit oldum. Murat Binbaşı itiraz etti. Tabur komutanı dedi ki, “Bu bir emirdir. Sen benim astımsın, emirleri yerine getireceksin.” Başlarında Murat Binbaşı olan 23 kişilik bir timi zorla araziye çıkardılar. Bulunduğumuz bölgeden 2-3 km yürüdüler. Bir ses duyduk. O an anladık ki arkadaşlarımız bir olayın içine düştü. Telsiz konuşmalarından duyduk ki, Murat Binbaşı şehit düşmüştü. O’nun şehit olmasından sonra farklı şeyler çıkmaya başladı. Tabur komutanı Onur Dirik psikolojisini yitirmiş, sürekli askeri ölüme, mayınlı bölgelere gönderiyordu. Böylece birçok arkadaşımız gereksiz yere, çatışma olmadan şehit oldu.

‘Öldürdüler, mayın tuzağı dediler!’

Bir olay daha var, basına da yansımıştı. Ben de bizzat tanık oldum bütün olaya. Onu da anlatayım. Çağlar Canbaz isimli, üsteğmen rütbeli bir karakol komutanımız, akşam bubi tuzaklı bir mayın buldu. Telsizle irtibat kurdu, tabur komutanıyla. Ve “Ne yapalım? Benim buna müdahale yetkim yok; ama tehlikeli bir yer. Günde en az yüz köylü buradan geçiyor. Hayvanlarını geçiriyor. Okul yoludur” dedi. Tabur komutanıysa, “Bu senin görevin. Sen imha edeceksin” dedi. Çağlar Komutan ise “Yetkim yok, yapamam” dedi. Komutan, “O zaman etrafına korucu dik, sonra bakarız” dedi. Ertesi gün sabah beş buçukta tekrar telsiz irtibatı kuruldu. Tabur komutanı yine ısrar etti, sen imha edeceksin, diye. Çağlar Üsteğmen sonunda yapmak zorunda kaldı. O mayını imha ederken de şehit düştü. Hiç görevi olmayan, zorla gönderildiği bir işte şehit düştü. Onun yanında iki tane asker, üç tane de korucu yaralandı. Bu da Türk basınına şöyle geçti: ‘Arazi taraması sırasında mayına basan Çağlar Canbaz şehit oldu.’ Oysa öyle değil yani. Gerçeğin tam tersini yazıyorlar.

Oramar Baskını’na gelirsek... HPG’lilerin sizi alıkoyması nasıl gelişti?

Baskındaki çatışmanın ilerleyen saatlerinde, sabaha karşı yakın mesafeden el bombası atıldı; ben yaralandım. Silahım da elimdeydi o zaman.

‘Silahı isteyerek kullanmadım’
Şunun altını çizeyim: Ben o silahı kullandım. Ama isteyerek kullanmadım; zorla kullandım. Karşımdakini öldürmek amacıyla da kullanmadım; yalnızca kendimi savunmak için kullandım. Yaralandıktan sonra da ya PKK’lilere teslim olacaktım, ya üzerime gelip beni öldüreceklerdi, ya da uçurumdan aşağıya atlayacaktım. Bulunduğum bölge 170-180 metrelik derin bir uçurumdu. Sağa gitsem PKK’liler, diğer taraf uçurum. Kafamdan ve sol bileğimden yaralıydım; sol serçe parmağım da kopmuştu. Yani açık ve net biçimde bizi ölüme göndermişlerdi zaten. 7-8 saat süren bir çatışmada ne jet, ne Skorsky... Hiçbir şekilde çatışma bölgesine müdahale edilmedi.

‘Gerillalar hayatımı kurtarmaya çalıştı’
Ben de kalktım, gerillalara doğru “Ateş etmeyin” dedim. Bir kadın gerilla “Kalk, bize doğru gel” diye seslendi. Ben “Kalkamıyorum” dedim. Sesim de boğuk çıkıyordu, kan kaybediyordum. Onlar gelip beni aldılar. Az ötemde de üç-dört askerin sağ olduğunu biliyordum; ama kim olduklarını bilmiyordum. PKK’liler beni alıp götürdüler; yaralarıma baktılar. Korkulacak bir şey yok, dediler. “Yürüyebilir misin” dediler; “yürüyemem” dedim. “Seni burada bırakırsak öldürürler” dediler. -Ki bu gerçektir de yani, çok defa da yaşanmıştır. PKK’liler de bunu iyi biliyordu. Nerelisin, dedi. Mardinli’yim, dedim. Görevimi sordular, söyledim. “Seni burada bırakırsak öldürecekler seni. Onun için bize biraz yardımcı ol, seni götürelim” dediler. Hayatımı kurtarmaya çalışıyorlardı yani.
15-20 dakika geçmedi ki, baktım 7 askeri daha getirdiler yanıma. İçlerinden yalnız bir tanesini tanıyordum. Aldılar bizi çatışma bölgesinden çıkardılar. Önce diğerleriyle iletişime geçtiler. Kısa bir konuşma geçti, çatışmayı uzaktan seyreden gerillalarla. Telsizde bir gerilla komutanı elimizin, kolumuzun bağlanıp getirilmemizi istedi. Ama bizim yanımızdaki komutan karşı çıktı. Bunun savaş ahlakına uygun olmadığını, bizim savaş esiri olduğumuzu ve bağlanmamızın uygun olmayacağını söyledi. Diğerleri de ona katıldılar. Bağlamadan götürdüler bizi.

‘PKK’liler yaralıya kurşun sıkmıyor’

Bayağı bir yürüttüler; 2 saat kadar. Tam çatışma bölgesinin karşısında bir tepeye götürdüler; çatışmayı izliyoruz. Tabii benim gözlerim gidip geliyordu. Kan kaybediyordum. O bölgeden PKK’liler çekildikten sonra bir sürü yaralı gördüm. Ama PKK’liler öyle güzel bir savaş sistemi uyguluyorlar ki, yaralı bir askere asla kurşun sıkmıyorlar. Yani isteseler orada en az on tane yaralı asker vardı; hepsini öldürebilirlerdi. Ama karışmadılar. Yaraları ağır olduğu için yanlarında da götüremediler. Eminim götürebilseler götürür tedavi de ederlerdi! Bize söyledikleri, “Gerekirse bütün PKK militanları bu yolda ölecek; ama sizin kılınıza zarar gelmesine izin vermeyiz”. Yani canlarını bize siper ettiler. Devletin yapmadığını PKK’liler bize yaptı. Düşün, yaralısın ve senin düşman gözüyle baktığın insanlar sana canlarını siper ediyor ve dağda mükemmel diyeceğin bir yaşam sunuyorlar sana.
Burada şunu vurgulayayım özellikle: PKK’de savaş farklı ve ben onların savaşına hayranım. Bunu mahkemede de söyledim. Gerçekten uluslararası savaş hukukuna uygun biçimde bizi aldılar. Ne bir baskı, ne bir işkence. Sanki yıllardır birbirimizi tanıyoruz. En güzel yemekleri sundular bize; hiçbir zorbalık da yapmadılar.

‘Devlet yaralı askerleri öldürdü’

Bizi o tepeye aldıktan sonra, yanlış değilsem saat 9 civarıydı, Kobra tipi helikopterler bizim tepeye geldi. Olduğu gibi, yaklaşık yarım saat içinde, o tepeyi kurşuna dizdiler. O kurşuna dizdikleri yer de hep askeri alandı zaten. Aslında o yaralı arkadaşların hepsi de helikopterlerden açılan ateşle, devlet kurşunuyla öldürüldü. Acaba orada asker var mı, yaralı var mı? Kobralar bunu hiç dikkate almadı. Dakikada yüzlerce mermi atabiliyor o kobralar ve yarım saat taradılar. Milyonlarca mermi! Birçok asker o silahlardan çıkan mermilerle şehit oldu. Mahkemede bunu söylediğim zaman beni sorgulayan Yarbay Hakan İleri, “Sen resmen devlet düşmanısın! Devletin gizlilerini niye açığa çıkarıyorsun. Ben bunları yazamam” dedi.

Peki sizinle birlikte alıkonulan diğer askerlerin yaklaşımı nasıldı?

Askere ilk gittiğimde, PKK’nin çocuk katili olduğunu, kadına kıza tecavüz ettiğini filan söylüyorlardı. Bu arkadaşlar da böyle inanıyordu tabii. Ama karşılaştıkları zaman düşünceleri tamamen değişti. Kendileri söyledi bunu. Özellikle uzman çavuş, “Ben böyle bir şey görmedim; beklemiyordum” diyordu. Ben de onlara diyordum ki, PKK hiçbir esiri bugüne kadar öldürmedi, öldürmez de... Bu da sonra bana bir suç olarak döndü.

Döndünüz, devlette tutsaklık başladı... Devletin size yaklaşımı nasıldı?

İlk geldiğim andan itibaren öyle bir yaklaşım vardı ki, sanki ben vatana ihanet etmişim. Öyle bir yaklaşıyorlardı ki, aklım almıyordu.

‘Ahmet Türk’ün yeğeni misin?’

“Geçmiş olsun” bile demeden, ilk sordukları soru, “Sen Ahmet Türk’ün yeğeni misin?” Dedim ki “Yeğeni değilim, ama olsam da gurur duyardım”. Sonra direk dedi ki, “Sen terörist misin?” Dedim, “Sen beni nasıl görüyorsan, senin için öyleyim; ama ben de kendimi nasıl görüyorsam, kendim için de öyleyim!” Sonra içeri attılar bizi. Sanki çatışma yaşanmamış da biz 7 arkadaşımla birlikte ihanet etmişiz. İlk gün ne yemek, ne su verdiler. Tecrit altında tutup tek tip elbise giydirdiler. Askerlikte en adi suçlara karışanlara giydirilen elbiseleri giydirdiler. Ben o cezaevinden sağ çıkmayı düşünmüyordum artık. Tepkileri ortada, sistemleri ortada. Bir şekilde öldüreceklerdi beni; ama kamuoyuna yansıdığı için bu planları geri tepti. Ben adi bir suç işlememişim ki yani! Yaralı halde gelmişim, sen bana tecrit uyguluyorsun, tek tip elbise giydiriyorsun. Ben birinin malını mı çalmışım, tecavüz mü etmişim? Ben savaştan çıkmış bir gaziydim aslında artık. Devletin onuru olmuş olmam gerekirdi. Ama bizi aç, susuz bıraktılar. Yani, ben kendi halkıma ihanet ettim, devlete etmedim. Siz bana bu görevi verdiniz, ben de layıkıyla yerine getirdim. Ben size dedim, çatışma olacak. Görevimi yaptım. Ama buna rağmen cezayı alan da ben oldum.

Çatışmada yaralar da almıştın; sonra tedavi olabildin mi?

Cezaevinden tahliye olduktan sonra GATA’ya sevk edildim. Aradan 6 yıl geçti, yaralarım hala kanıyor. O zaman daha kötü kanıyordu. Mahkemeden hastaneye sevk istedim, kabul etti. Ama GATA’da öyle şeyler yaşadım ki! Anlatılacak gibi değil!

‘Git PKK’liler tedavi etsin!’

Oradaki adam bana şöyle bir baktı önce, ters ters. Sonra hızlı hızlı bakıp, tak tak mühür vurdu, ‘askerliğe elverişlidir’ diye! Dedim ki, “Ben buraya çürük raporu almaya gelmedim, tedaviye geldim.” Dinlemediler. Ama ben kötüydüm; kendi olanaklarımla devlet hastanelerinde tedavi olmaya çalıştım. İmkanımız belli, özel hastaneye gidemedim. Sanırım 2008 yılının Temmuz ayıydı, Mersin Devlet Hastanesi’nin Plastik Cerrahi bölümüne gittim. Devletin doktoru, adını hatırlamıyorum, tedavi için olayı anlattıktan sonra, internetten de açtı baktı; döndü bana, “Madem sen PKK’lisin, git PKK’liler sana müdahale etsin; vücudundaki şarapnel parçalarını çıkarsın!” dedi. Oradan çıktım, bir daha da hiç devletin hastanesine gitmedim. Şimdi Almanya’da tedavi oluyorum. Bir ameliyat geçirdim; ama üç ameliyata daha girmem lazım. Çatışmadan kalan yaralar, halen taze. Bazen kilitliyor, hareketsiz bırakıyor.

‘Askerlikten sonra et yiyemiyorum’

Ama benim en büyük sorunum çatışmanın psikolojik etkisi. Askerden önce çok güzel bir yaşamım vardı. Askerde eline eldiven takıp parçalanmış asker cesedi toplamak kadar zor bir şey yoktur. Ben bunu yaşadım. Geçenlerde arkadaşlar etli bir yemek hazırlamışlardı. Ete uzandım; o an aklıma o olay geldi. Bıraktım, yiyemedim.

Yaşadığın bunca şeyden sonra, askerlik çağındaki gençlere ne söylemek istersin?

Askerde çok şey gördüm. 13 ay içinde gereksiz, sebepsiz yere yüzlerce can gitti. Türkiye’deki her askeri bölgede de aynı şeyler yaşanıyordur. Ben Türk askerlerinin analarına sesleniyorum: Bu savaşa dur diyecek insanlar, analardır. Kadınlar bu işin üstesinden gelmezse bu savaş sürecek. Ben her şeye rağmen barışın gelmesini, kardeşçe yaşanmasını istiyorum.

‘Çocuklarınızı askere göndermeyin’

Anneler çocuklarını askere göndermesin. Annelerin bir an önce uyanması ve elleriyle büyüttükleri çocuklarını askere göndermemesi lazım. Bu işe önce anneler dur demeli.

‘Mülteci kampları berbat yerler!’

Peki, artık Almanya’daki mültecilik hayatına gelelim. Niye gelme ihtiyacı hissettin buraya?

Başıma gelenler sonrasında 5 yıl sürekli takibat altında yaşadım. Evimin çevresinde sivil araçlarla polisler gözetliyordu. Karakollara haber verdiğimde ‘sorun yok, sizin için değil’ diyorlardı; ama her şey ortadaydı. Ailem de çok tedirgindi. Can güvenliğim yoktu. Hele gündemden düştükten sonra, “Artık gündemde de değil, öldürebilirler” diyorduk. Ben de artık dayanamadım, Almanya’ya geldim. İşte şimdi de burada mülteci hayatı yaşıyorum.

Aradığın insan haklarını bulabildin mi burada?

Maalesef hayır. Yani çok fazla mülteci gelmesinden dolayı sürecin yavaş ilerlemesi, evrakların yavaş incelenmesi konusunda hak veriyorum, empati kuruyorum. Ama ‘heim’ dedikleri mültecilerin kaldığı yerler insan sağlığına hiç uygun değil. Hijyen diye bir şey yok. Berbat yerler.
Ben bile, çok ciddi hastalıklarıma, enfeksiyon riskli yaralarıma rağmen bu tip berbat yerlerde kalmak zorunda bırakıldım. Yani sadece Almanya’da, şimdiye kadar 39 defa hastaneye gitmişim! Gitmemin en önemli sebebi Türkiye’de yaşadıklarımdır; ama Almanya’daki kamplarda kaptığım mikroplar da etkili oldu. Hele de Münih’te kalmak zorunda kaldığım Obersendling ve Kieferngarten ‘heim’leri insan sağlığıyla ilgili, sıfırdı! Devletin bununla ilgili kurumları bir an önce çalışma yapmalı. İltica edelim de 11 ay oldu; ama herhangi bir şekilde, hiçbir şey sorulmadı. Öylece bekliyorum. Mahkeme süreci nasıl işler, onu da bilmiyorum.

Bir gün koşullar değişirse, ülkene geri dönmek ister misin?

Bugün barış gelse, param olmasa, imkanım olmasa bile, yürüyerek dönerim ülkeme. 11 aydır buradayım, 11 yıl gibi geldi. Yıllardır ülkesine hasret olan insanlar var. Artık bu hasret bitmeli. Artık kardeşçe yaşamak zorundayız. Türkiye de Kürdistan da mükemmel ülkelerdir. Bunu yaşayalım. Ama sınırlar çizilmesin. Haklarımız verilsin. Çocuklarımıza kendi dilimizde isim verelim; kendi dilimizde yaşayalım.
Şu son süreçte de, benim fikrime göre, sürecin muhatabı bellidir. PKK ve Öcalan devletin muhatabıdır. PKK’yi ve Öcalan’ı saf dışı bırakıp yaklaşamazlar. PKK’siz Öcalan, Öcalansız PKK olmaz. Artık bu sürecin sonuçlanması lazım.


OSMAN OÐUZ

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.