İslamcılık, Türkçülük, ırkçılık

  •  ’Yeni vatanın’ İslam adına, İslami bir söylemle başlatılmış bir seferberliğin ‘kutsayıcı’ niteliğiyle donatılmış olduğunun farkındaydı Mehmet Akif Ersoy. Bu yeni vatanın söylem düzeyindeki inşasını gerekli kılan ise özellikle 18. yüzyılın ilk yarısından itibaren bu topraklardaki asli çatışmanın ‘etnos’a dayalı bir çatışma olmasıydı. Bu çatışmanın aldığı biçim ise genel bir etnik temizlik biçimiydi.

Ziya Gökalp, sonradan Cenk Türküsü adını verdiği Attila Marşı’nın sonunda şöyle sesleniyordu “Türk Oğulları”na: Koş, Pilevne yine al bayrak taksın / Gece gündüz Tuna suyu kan aksın / Yaksın kahrın, bütün Balkan’ı yaksın / Attilâ’nın oğlusun sen unutma!” Başkanlığını Miralay Ahmed Cemal Bey’in, başkan yardımcılığını ise sonradan Mustafa Kemal’in dışişleri bakanlığını yürüten Tevfik Rüştü’nün yürüttüğü Türk Gücü gençlik örgütlenmeleri için yazılmış bir marştı bu. Sonraki yıllarda Almanya’dan çağrılan van Hoff’un yönetiminde kurulan Gençlik Dernekleri bu örgütlenmelerin üzerine inşa edilecek ve bu paramiliter örgüt kendisine marş olarak Ali Ulvi Elöve’nin yazdığı “Dağ Başını Duman Almış”ı seçecekti. Bir ihtimal Ziya Gökalp’in şiirinin (!) hala bir anksiyeteyle yüklü olduğunu kolayca ele vermekte oluşuysa, bir diğer ihtimal de “Sesimizi yer, gök, su dinlesin”deki ‘biz’in Attila’nın oğlu kadar bir kesinlik içermemesi nedeniyle bu tercihin yapılmış olduğudur.

Gökalp’in şiiri açıkça bir hınç şiiridir. Hıncı Spinoza, Max Scheler ve Rene Girard’dan hareketle tanımlarsak, kabullenilemeyen bir zayıflık durumunun tuhaf bir simgesel ekonomiyle telafi edilmesi yönündeki çabanın yol açtığı ikili bir ruh hali olduğunu söyleyebiliriz. Yani bir yandan tuhaf bir güçsüzlük duygusu ile diğer yandan ilginç bir kibir ve büyüklenme hali iç içe gitmektedir. Attila’nın oğlusun sen unutma! Burada tarihi hatırlatmak değil elbette maksat; daha ziyade şimdiki zamanın yenilgisini geçmiş yoluyla telafi etmeye dönük simgesel bir girişimdir söz konusu olan. Alman faşizminin Sarışın Savaşçı Siegfried’ı hatırlamasına benzer bu hatırlama.

Epik dramın büyük ustalarından olan Richard Wagner (1813-1883), muhteşem operalarında mite hayat verince, mitin itibarını daha da yükseltmişti. Bir Almanlık fetişizmine kapılmış bir grup sanatçı ve akademisyene öncülük eden Wagner, Bayreuth’ta (Almanya’nın güneyinde bir kasaba), Alman halkının tarihini romantikleştirerek ve mitlerini de dramatize ederek Alman halkını idealize eden bir entelektüel grubu oluşturmuştu. Brünhilde, Hegan ve Kriemhild gibi kahramanlar Alman opera sahnesinde ölümsüzleştirilmişlerdi. Bunlar içinde en önemlisi, doğru ve yanlışla ilgili olarak ölümlülerin standartlarının çok üstüne çıkmış, egemen olma çabalarında büyük başarı kazanmış olan Sarışın Savaşçı Siegfried’dı. Daha sonra Hitler, Wagner’in müziğini dinlediğinde kendinden geçmiş ve Siegfried’ı Nazi Devletinin merkezî kahramanı yapmıştır. Führer’in eski Alman özünün tecessümü ve Alman halkını ihtişama götürmeye yazgılı olduğunu ileri süren Hitler, kendisiyle kadim Alman mitleri arasında bir bağlantı kuruyordu (kısa boylu, koyu renk ve seyrek saçlı Hitler’in, Alman halkının kafasına bu imajı sokmayı nasıl başarmış olduğu, onun kişiliğinin ve hitabetinin nasıl etkili olduğunun ölçüsüdür).

Geç kalmışlık duygusu

Alman milliyetçiliği bir geç kalmışlık duygusuyla (en nihayetinde diğer ‘uluslar’ modernleşme süreçlerini büyük oranda tamamlamış, emperyalist yayılma dönemine çoktan girmişlerdi) romantik bir telafi arayışı içindeydi. Modern Türkiye de kurulduktan sonra bu geç kalmışlık duygusuna, üstelik en entelektüel düzeylerde bile (bu gecikmişlik duygusunun şahsen sevdiğim bir örneği Oğuz Atay’dır) karşılığı olan bir duyguydu; ama herkes Atay değil, dolayısıyla yaygın ve baskın duygu asla geçmeyen bir açlık biçiminde oldu. Sürekli isteyen, sürekli talepkâr, asla tatmin bulmayan bir ruh halinin açlığı bu. Yoksunluktan değil, açgözlülükten ve hasetten türeyip gelen bir açlık…

Bu açlık Ziya Gökalp’te fazlasıyla görünür durumdadır. Onun kişisel açlığı da eklenmiş gibidir söylemine. Ya da belki de zaten tam da bu türlü bir kişisel açlık, ancak tuhaf bir eklemlenmeye sahip bir ‘ideoloji’ içerisinde ifade bulabilirdi. Ötekiyle karşılaşmasında kendi kırılganlığıyla yüz yüze gelen ve bu kırılganlıkla yüzleşmek ve onu benimsemek yerine (yani insanın zaten kırılgan bir varlık olduğunu hatırlarsak, kendi insan oluşunu benimsemek yerine) kırılgan olmadığına dair bir epik hikaye üreten, ötekiyle olası başka karşılaşmalarının biçimini de bu hikaye içerisinde baştan belirleyen bir konumdur bu.

Gökalp’in bu konumuna karşılık “Dağ Başını Duman Almış” daha özgüvenlidir: Sesimizi yer, gök, su dinlesin / Sert adımlarla her yer inlesin.” Demek ki belirli bir mesafe kat edilmiştir artık. Attila’yı hatırlamaya gerek yoktur, çünkü o artık ‘şimdi ve burada’ tecessüm etmiş durumdadır. Üstelik yere, göğe ve suya emreden bir tonda. Öyle ya da böyle, Müslüman bir zihnin cüret edemeyeceği bir tonu vardır bu söylemin. Demek bu konuda da mesafe kat edilmiştir. Fakat hangi konuda? İttihat ve Terakki çizgisinin İslam’ı kullanarak sonradan bir kenara attığı iddiasının bir palavradan ibaret olduğunu bütün çıplaklığıyla önümüze koyuyor değil midir günümüz İslamcı iktidarı? Dönemin söylem biçimlerinde, örneğin Mithat Cemal Kuntay’ın “Vatan, uğrunda ölen varsa vatandır” dizesi Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşında da yankısını bulmaz mı? “Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı! / Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı / Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı / Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.” İkinci bir kayma söz konusudur burada. Attila’nın oğlu olma durumundan ‘şehit oğlu’ olma durumuna yönelik bir kaymadır bu. Türk tipi ırkçılığın ve İslami söylemin iç içe geçebilmişliğinin şifresi de tam olarak bu kaymada saklıdır.

İki ideoloji arasındaki derin işbirliği

Mehmet Akif Ersoy, bir vatan inşası çabalarına ve söylemlerine “burasının zaten bir vatan olduğu” biçiminde bir alternatif yaklaşım geliştirmektedir. Modern rasyonalitenin akıl edemeyeceği bir müdahaledir bu. Eğer bir Türk-Müslüman olsam, büyük bir derinlik olarak selamlardım bunu; fakat yamuk bir bakış, yani nesne yamulmuyorsa bakışı yamultarak bakmak “zaten hakkı olanı talep eder durumdaki” bir sözü geliştiren Ersoy ile zaten hakları olanı talep etmiş ve ele geçirmiş olduklarını ileri süren günümüz İslamcıları arasındaki paralelliği görmemizi sağlıyor. Yani bu kavganın diğer tarafı kimdir? Ve bu söylemlerin sahipleri neye dayanarak ‘zaten hakları olduğunu varsaydıkları’ bir şeyi talep etmektedirler? Daha da önemlisi, bu talep neden hiç sona ermemektedir? Bu sorular, Türk tipi ırkçılığın İslami bir seferberlik söylemi içerisinde inşa olduğunu ortaya çıkaran sorular. Bu ırkçılık biçimi, böylelikle, bu topraklardaki asli çatışmanın, Marksist terminolojiye başvurursak ‘temel çatışmanın’ İslamcı-gerici güçler ile modernist-ilerlemeci güçler arasında cereyan eden çatışma olduğunu ileri sürme imkânı bulmakta ve bu da her iki tarafın da kendi ırkçılığının üzerini örtme fırsatı bulmasını sağlamaktadır. Bu iki ideoloji arasındaki sinsi ve derin işbirliği burada yatmaktadır.

Bu ‘yeni vatanın’ İslam adına, İslami bir söylemle başlatılmış bir seferberliğin ‘kutsayıcı’ niteliğiyle donatılmış olduğunun farkındaydı Mehmet Akif Ersoy. Bu yeni vatanın söylem düzeyindeki inşasını gerekli kılan ise özellikle 18. yüzyılın ilk yarısından itibaren bu topraklardaki asli çatışmanın ‘etnos’a dayalı bir çatışma olmasıydı. Bu çatışmanın aldığı biçim ise genel bir etnik temizlik biçimiydi.

Erzurum kongresi ve etnik temizlik

’Ben de Yazdım’ adlı kitabında bizzat Celal Bayar’ın aktardığına göre Özel Teşkilatın işleyişi konusunda Talat Paşa çok gizli olarak, yani ne dönemin meclisinin ne de bakalar kurulunun haberi olmaksızın, şunu söylemiştir: “İlk iş dahili tümörlerin temizlenmesi davası olunca milli dikkat İzmir’e çevrilmiştir.” Fakat Celal Bayar, Vali Rahmi Bey, Pertev Paşa’dan oluşan komite, bir ‘millileştirme hareketinin’ İzmir’de neredeyse imkansız olduğu yönüne bir rapor hazırlar. Bunun ardından ‘temizleme hareketi’ gözlerini Erzurum’a çevirir. Erzurum’da bir kongre toplamanın bir nedeni de budur elbette. Etnik temizliğin Erzurum’dan başlamış olması… Yani yalnızca söylemsel bir vatan inşası seferberliği değildir söz konusu olan, aynı zamanda tam da bu söylem seferberliğine ihtiyaç duyulmasına yol açan bir gasp söz konusudur. Bu gaspın yolu, toprağın ve ‘ölülerin’ İslam yoluyla kutsallaştırılmasından geçmektedir. Kurtuluş Savaşı adı verilen etnik çatışmalar dizisinin temel simgesel bağlamını bir Müslümanlık ethos’u oluşturmaktadır.

Falih Rıfkı Atay, Çankaya’da söylüyor şunları: “Birinci Dünya Savaşında Ermeni faciası olmuştur. Ne acıklı şeydir ki bu facia olmasaydı Milli Mücadele tutunamazdı.” Neden? Çünkü çatışmanın temel envanteri Milliliğe değil, İslam’a kayıtlanmıştı. Millilik yine Falih Rıfkı Atay’ın kendi sözlerinde, neye ve nasıl dayanılarak inşa edilmiş bir şey olduğunu açığa vurur: “1918 barışı ile birlikte Anadolu Yunan egemenliği tehlikesi altına girmişti. Bu egemenlik Batı Anadolu ile Karadeniz kıyılarında bulunan Rum nüfusa dayanmaktaydı. Atatürk kurtuluş zaferini kazanınca Trakya ve Anadolu’yu her fırsatta kendini gösteren bu tehlikeden tasfiye etti. İstanbul surları dışında bütün Türkiye som bir Müslüman Türklük vatanı haline geldi. Böyle bir milli birlik taslağı Küçük Asya tarihinde ilk defa görülüyordu.”

İki şeye dikkat çekmek istiyorum. Eğer bir toprak parçası “vatan” haline geliyorsa, bu Mehmet Akif Ersoy’un değil, Mithat Cemal Kuntay’ın doğruyu söylediği anlamına gelir; yani ne kadar ‘derin’ olurlarsa olsunlar, ne İslamcıların yapıp ettikleri ‘ulusalcıların’ elini temizler, ne de tersi geçerlidir. İkinci olaraksa Falih Rıfkı Atay’ın yukarıdaki son cümlesi… “Yerli ve milli” diyen birileri, Çankaya’nın yazarının sesini yankılıyorlar. Elbette tesadüf değil. Ve Falih Rıfkı gerçekten de haklıdır; böyle bir milli birlik taslağı Küçük Asya tarihinde ilk defa görülmektedir. Romalılar bile yeltenmemişlerdi böylesine.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.