İsrafil Sur’a üfledi

  • Gökyüzünün, ölüm ve yaşam arasındaki o ince çizgide asılı kalmış tüm acıları yeryüzüne kustuğunu aslında. Yoksa nasıl arınır göğe uzanan bunca ruhun çığlığından. Ya vazgeçeceksin ya direneceksin der gibi. Biz neyi seçiyoruz? Ben neyi seçiyorum?

 

MERAL ŞİMŞEK

Henüz şehrin girişinde, yıkanmaktan grileşmiş bir çarşaf gibi, iki metre öteyi görmeyi engelleyen sisin hükmüyle karşılaştım. Otobüsün ön koltuğundaydım ve şehrin girişindeki bu yoğun sis, tekerlekler asfaltı ezip ilerledikçe flu suretlere dönüşüyordu. Sisin bir bellek oluşturma misyonu yüklendiğini düşünüyorum. Gökyüzünün, ölüm ve yaşam arasındaki o ince çizgide asılı kalmış tüm acıları yeryüzüne kustuğunu aslında. Yoksa nasıl arınır göğe uzanan bunca ruhun çığlığından. Ya vazgeçeceksin ya direneceksin der gibi. Biz neyi seçiyoruz? Ben neyi seçiyorum?

Şehir merkezine ilerledikçe sisin hakimiyeti azalıyor, güneşin ezber bozan hükmü doluşuyordu caddelere. Okul yolundaki çocuklar ve onlara eşlik eden yüzü solgun kadınlar, işçiler, işsizler, kaybolanlar, kendini arayanlar ve nicesi işgal ediyorlardı sokakları, şehrin girişindeki sisten habersiz.

Hava, tahmin ettiğimden daha sıcaktı. Yürüdüğüm zaman dilimi, beş dakikayı bulmamıştı ki çantamın sırtımı terlettiğini fark edip, ceketimi çıkardıktan sonra çantamı yerine takıp yeniden yürümeye devam ettim. Durağa ulaşıp, Balıkçılar yönünde giden şehir içi dolmuşuna bindiğimde insanların yüzlerine sinmiş olan, şehrin girişindeki sisin griliğini görmek içimi ürpertmişti. Büyürken, inancına ve direncine tanıklık ettiğim bu şehir ve içindeki insanlar hangi ara bunca umutsuzluk ekmişlerdi yaşama? 

Restorasyon adı altında daha yakın zamanda kurşunların duvarları yıktığı, zamanın ve yaşamın katledildiği sokaklara ulaştığımda kalbimde oluşan kağıt kesiği sızının etkisi çoğalmış, hava daha çok ısınmıştı. Dengemi sağlamaya çalışırken, benden daha çok acı duyumsayan bir ses süzüldü kulaklarımdan;

-“Lütfen ceketini giyer misin?”

Yüzüne baktım, oturduğu ahşap sandalyede bulunan derin yarıklardan da derin olan çizgilere takıldı gözlerim. 

-“Hava soğuk değil, üşümüyorum.” diyebildim sadece.

Yüzündeki yarıklar derinleşti. 

-“Kırmızı kazağın... Kırmızı kadınlara ne çok yakışıyor değil mi? Hele Kürt’ün kadınına... Ama artık bütün kırmızılar canımı yakıyor. Her kırmızıda kırmızı lekelere vuruyor bilincimi. Lütfen ceketini giyer misin? Kırmızıyı örtmen gerek, kırmızı bayraklar inat.” 

Biz kırmızıyı kutsamadık mı yıllar boyu? Üstelik ben yeni yeni kırmızı giymeye başlamışken neden örteyim ki onu? Kırmızı, bayraklardan yağan kan ve ölümden ibaret değildir ki. Kırmızı ateştir, kırmızı inançtır, kırmızı aşktır, kırmızı kadındır tüm zamanlara inat, kırmızı nardır zulme inat!

-“Hayır, örtmeyeceğim kırmızıyı! Kırmızıdan vazgeçmeyeceğim bir daha, ölüm kusan bayraklar yüzünden.”

-“Canımı yakıyorsun!”

-“Canın yanmalı belki de. Yüzündeki çizgilere ölüler gömmüşsün, kırmızı bayrakların yok ettiklerinden daha çok üstelik, kırmızı gülüşler mirasken hem de. Yüzüne bakarken ürküyorum. Sen nerede bıraktın inancını? “

-“İnancımı nerede bıraktığımı biliyorsun. Sözünü tutacak mısın, şiir okuyacaktın bana?”

-“Sana şiir okuyacağım ama üzerimdeki kırmızıya bakmayı göze alırsan. Ha bu arada biliyor musun, şehrin girişinde öyle yoğun bir sis vardı ki, yüzünde tıpkı o sise dönüşmüş.”

Bana bakmadan gökyüzüne baktı. Boynunda kabaran şah damarının gözyaşı döktüğüne tanıklık ettim. Birkaç saniye sonra gözlerini kısarak konuşmaya devam etti. 

-“Lütfen sözünü tutar mısın?”

Şiir okuyacak durumda değildim, üstelik hala ayaktaydım, bana otur bile dememişti. Sadece ona iyi geleceğini düşündüğüm ve söz verdiğim için, otobüste gelirken sırf ona okumak için ezberlediğim birkaç dizeyi okumaya çalıştım.

“Silah seslerine yakın değil bu kent yüreğim olmasa

Silah sesleri uzak, silah sesleri yanı başımda

Çocuklar serpilmiş sabaha, yüzü kan revan çocuklar

Ağaç karartıları, çocuk sesleri, bu kurdeşen soğuk

Uyumalı mı, uyanmalı mı

Ya da topyekûn tükenmeli mi?”

“Bunu birkaç ay önce yazmıştın, biliyorum. Uzaktayken bile acıyı bu denli hissetmeyi nasıl başarıyorsun sen?” deyip, yeniden üzerimdeki kırmızıya odaklandı. 

-“Çünkü acıyı umuda çevirmeyi öğrendim. Çaresizlikten değil, inançla. Hissetmediği yok oluşu nasıl yeni bir yaratıma çevirebilir ki insan?”

-“Ben neden yapamıyorum? Neden bu acı bir vazgeçişe gömüyor beni, her gün daha çok, daha hoyrat?”

-“Çünkü acı, teninde asılı kalmış. Eğer o acı kemiklerine inmiş olsaydı hücrelerin seni uyaracaktı. Bak şu kuruyup, düşen yapraklara. Yapraklar kuruduğunda herkes onları öldü sanır, oysa yeni yapraklar yeşersinler diye kendilerinden vazgeçtiklerini kimsecikler düşünmez. Kuru yapraklar, toprağı yurt edinip hem yenilerine yeşerecek yer açar hem de gövdesinden düştüğü ağaca gübre olur. Yapraklar düşer, yapraklar can verir. Yaprakların gidişindeki amacı anlamalısın artık.”

Gözleri üzerimdeki kırmızıdaydı. Gözleri yere devrildi, elleri göğsünün üzerinde birleşti, kendine sarıldı. Sustu ve yarıklar içindeki sandalyeden kalktı. 

-“Yorgun değilsen gidelim. Karanlık bastırırsa sıkıntı olur, hem net göremezsin her şeyi.” dedi. 

-“Yorgun değilim, gidebiliriz.” 

Karşılaşacağım manzarayı düşündükçe üzerimdeki sıcaklık, soğumaya başlamıştı. Bunu neden yaptığımı biliyordum ama yine de ağzımın içinde kilitlediğim dişlerimde uyanan ağrıya engel olamadım. Yürüyorduk, yürüyordu insanlar, akşama geç kalmamak için telaşla koşturan insanlar. Üşümeye başlamıştım. Ceketimi giydim, kırmızı saklandı. Buna rağmen hala bakamıyordu bana. Kırmızı, bedenimden çıkıp onu kuşatacak sanıyordu. O değil, gözleri söylüyordu bunu, canım yanıyordu. 

Yıllar sonra ilk kez geçiyordum bu sokaklardan, sokaklar yaralıydı. Kimisi boyanmış, kimisi sıvalanmıştı ama yaralıydı sokaklar. Dişlerim ağrıyordu, üşüyordum, sokaklar daraldıkça daha çok üşüyordum. Koridorun sonundaki karanlığa düşmekten korkan bir çocuk kadar üşüyordum. Yarası saklanmış sokakların sonuna geldiğimizi, acıyla inleyen köpeklerin sesleri yakınlaşınca anlamıştım. Attığım her adımda sanki evren ayaklarımın altında çatırdıyordu. Duvarlar yaralıydı, intihar etmişti bazalt taşlar. Kurşun izleri o kadar tazeydi ki daha az önce tam kulağımın dibinden geçmiş gibi uğulduyorlardı. Yıkıntılar vardı çokça ama çocuklar yoktu. Akşam üstü kapı önünde toplanan kadınlar da yoktu, çünkü kapılar yoktu. Şehrin girişindeki sis vardı ve uğultular insansızlıktan çok daha çoktu. Yüzüme baktı, yüzüne baktım. Donuyordum, ömrüm donuyordu. Çantamı sırtımdan indirdim. Yüküm daha çok ağırlaştı. Binlerce öyküyü yığdıkları molozlar yüreğime döküldü. Ceketimi çıkardım. Kırmızı, yüreğime dökülen öyküleri selamladı. Göz göze geldik.

-“Kırmızı ölümdür!” dedi, sustu.

-“Hey etrafına bak! İsrafil SUR’a üflemiş!” dedim, sustum. 

Asfaltları bile kurşunlanmış sokağın ortasında diz çöktü. Sis sarıyordu sokakları.

-“İsrafil Sur’a üfledi ama sonu getirmedi. Bak kırmızıyla vuracağız onu. Sisi dağıtacağız kuruyan yaprakların hatırına.” dedim. 

Yüzüme baktı, yüzündeki yarıklara baktım. Kırmızıya baktı, yüzündeki yarıklar eskidi.

-“Sisi dağıtacağız aşkı kutsayan kırmızıyla, ölüm yağdıran kırmızılara inat üstelik.” dedi, gülümsedi.

İsrafil Sur’a üfledi, yapraklar kurudu, kırmızılar yapraklara yurt oldu...

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.