Kadın erkek dönüşümü ama nereye?


Kadına dönük şiddetle mücadele günü etkinlikleri kapsamında bir süredir tartışmalar yürütüyoruz. Bu tartışmalara kadın ve erkekler karma olarak katılıyor ve sorunu karşılıklı diyalogla ele alıyoruz. Kadınlar şiddet ve egemen erkek kimliği hakkında ne düşünüyor? Erkekler egemen erkek kimliğini çözümleyebiliyor mu? Geleneksel erkeklik ve kadınlık yeteri düzeyde görülebiliyor mu? Toplumsal cinsiyetçilik konusunda ne kadar farkındalık yaratabildik? Esasta bu sorunların tartışıldığı halk toplantılarında önemli bazı sonuçların ortaya çıktığını söylemek mümkün.
Erkek kendi kimliğini tanımlamaktan uzak
Birincisi kadın erkek ilişkileri geçmişe oranla kısmen de olsa daha rahat tartışılabiliyor. Eksik veya yarım ağızla da olsa bir şekilde sorunlar dile geliyor. Ancak bu durumda kadın ve erkeklerin pozisyonu farklılıklar gösteriyor. Mesela kadınlar kendi yaşadığı sorunları daha iyi izah edebiliyor. “Aman toplum ne der, şu veya bu kesim ne der” gibi toplumsal baskılara aldırmaksızın, bir şekilde kendini ifade edebiliyor. “Biz toplum olarak şunu yaşıyoruz, kadına böyle davranılıyor, aile içi sorunlarımız var” diyebiliyor. Ancak erkekler gerek kendi yaşadıklarını gerekse genel olarak erkek kimliğini tanımlamada neredeyse eksilerde seyrediyor. Çünkü erkekler “biz erkeklerin şöyle anlayışları var, egemenlikli kültürün üzerimizdeki yansımaları şu tarzdadır, şiddet kültürü davranışlarımıza bir şekilde yansıyor” ya da söz düzeyinde bile olsa “erkek cinsi, egemen bir sınıftır” deme noktasından dahi uzaktır.
'Dernekte demokrat, evde diktatör'
Erkeklerde inanılmaz bir kasılma hali var. Kendilerini, içinde bulundukları egemenlikli pozisyonu, erkek cins kimliğini düşünme, yoğunlaşma eğiliminde değil. Çünkü yaptıklarını doğru ve meşru görüyor. Ayrıcalıklı konumunu normal ve kendisinin hak ettiği bir pozisyon olarak algılıyor. Dolayısıyla erkekler yaşadıkları egemen kimlikle kendi aralarında bir çelişki süreci koymuyor, çelişkiyi alabildiğine itiyor ve mevcut durumuyla barışık yaşıyor. Bu barışık hal, bir tek politik ortamlarda biçimsel bir “Biz de egemenliğe karşıyız, mücadelemiz kadın erkek özgürleşmesine dayanmaktadır” gibi genellemelere dönüşüyor. O da özde değil biçimseldir. Bu anlamda evdeki erkekle dernekteki, yürüyüşteki erkek arasında belirgin farklar bulunuyor. Kadınların toplantılarda sıkça dile getirdiği “dernekte demokrat evde diktatör” söylemi, önemli bir hakikate dikkatimizi çekiyor.
Sorun yeterince düzleme çekilemedi
Kürt kadınların yıllara varan cins mücadelesi herkeste bir değişim zorunluluğunu getirdi. Ancak bu değişimin ne kadar sağlıklı olduğunu bir kez daha düşünmek zorundayız. Erkek egemen kimliğin çözülüşü daha derin bir toplumsal mücadeleyi gerekli kılıyor. Aksi taktirde evde baskıcı erkek tipi, dernekte kendisini hep kabul ölçüleri sınırlarında, kontrol altında tutacaktır. Bu da çarpık şekillenmenin, özgürlük ideolojisine özde değil biçimsel inanmanın ve yüzeysel bağlılığın ifadesi olmaktan kurtulamayacaktır. Bizler “kadın sorunu” olarak nitelendirilen tarihsel, toplumsal sorunlar yumağını henüz bir “erkek sorunu” düzlemine yeterince çekemedik. Kadın sorunundan erkek sorununa geçişlerimiz toplumun geneline yayılmış bir kollektif bilinç olarak şekillenmemektedir. Erkek, geleneksel erkek kimliği, iktidar ve devletle olan tarihsel bağı kendinde sorun haline getirdiği ve sorunun öznesi olarak kendini tanımlamaya başladığı andan itibaren değişim de gerçekleşecek ve zorunlu bir ihtiyaç olarak görülecektir.
Özgürlük algısı
Diğer önemli bir konu ise özgürlük kavramına dönük algılarımızla ilgilidir. Özgürlük kavramı çok farklı tanımlama ve yaşanma biçimleriyle ele alınmaktadır. Örneğin bir kesim kadın Avrupa’da olmayı, buradaki imkanlardan yararlanmayı, görece sosyal bir rahatlığa kavuşmayı özgürlük için temel bir kıstas olarak ele alabiliyor. Bir kısım kadında da –özellikle muhafazakar ailelerde- erkeğin eve para getirmesi, kadına araba alması, ehliyet sahibi olması, evde kendince rahat etmesi yeterli bir düzey olarak görülüyor. “Daha ne istenebilir ki” diyen birçok kadına rastlamak mümkün. “Mutlu aile tablosu” bu söylemlerin üstüne oturtuluyor. Daha anlamlı ve özgürlükçü bir yaşam arayışı maalesef bu sınırlara çekiliyor.
Sosyal hayatın göreceli olarak düzelmesi elbette küçümsenecek bir durum değildir. Bir kadının ehliyet sahibi olması, araba sürmesi kıymetlidir. Ancak arayış düzeyi bu sınırlarda bitiriliyor. Burada sorun ya da çelişki olarak görülmesi gereken, özgürlük, yaşam tarzı ve zihniyetlerdeki dönüşüm düzeyidir. Ne kapitalist modernitenin sunduğu yanıltıcı yaşam ne de feodal hayat döngüsü içindeki kısmi ekonomik gelişmeyi özgürlük olarak algılayabiliriz.
Şu an kendi toplumumuzda bu her iki sosyal algı baskındır ve bir uçtan diğerine kayma gösteriyor. Bir taraftan özgürlük adına 'açılan' bir kadın gerçekliği, diğer taraftan din, ahlak adına 'kapanan' kadın gerçekliği bizim toplumsal dönüşüm dinamiklerimizin hangi yönde ilerlediğini göstermektedir. 'Açılmak' ve din adına 'muhafazakarlaşmak' iki seçenekmiş gibi sunulmaktadır. Görelim ya da görmeyelim, hatırı sayılır bir kesimde dini referans kadınlar için artık belirleyici alan durumundadır.
Sorunlara sağlıklı eğilemiyoruz
Toplumumuzda halen yakıcılığını yaşadığımız birçok sorun bulunmaktadır. Başlık parasından tutalım, küçük yaşta evlendirmeye kadar, görücü usulünden tutalım, ısmarlama evliliklere kadar birçok sorun yaşamaktayız. Kadına dönük şiddetin her çeşidini ise saymaya gerek yok. Boşanma oranları ve boşanmadan sonra yaşanan travmalar ise ayrıca incelenmesi gereken bir konu. Yine kendi kültürüne yabancılaşma, kapitalist moderniteye benzeşme eğilimleri de ciddi toplumsal sorunların kaynağını oluşturmaktadır. Özellikle gençlerin bulundukları ülkelerde yaşadığı kimlik sıkışması ve kültürel çatışmalar, bunun yarattığı kimliksel krizler sağlıklı olarak eğilebildiğimiz bir alan olmaktan uzaktır.
Tam da bu alanda özgürlük, etik, estetik, ahlak gibi kavramların daha fazla tartışılma ihtiyacı bulunmaktadır. Özgürlük olgusuyla mücadele arasındaki bağ, toplumsal gericilikle özgürlük arasındaki ters orantı, geleneksellikle özgürlük arasındaki çelişki bilincini toplumun temel algısı haline getiremeyişimizin sancılarıdır yaşananlar. Cins bilinci burada temel kilit bir kavram olarak toplumsal bilincin de öznesidir.
Cins bilinci toplumsallaştırılmalı
Ancak daha da çoğaltabileceğimiz birçok sorun ve toplumumuzun geldiği düzey, mücadele düzeyimizdeki zayıflıkları da gösteriyor. Bütün toplumsal sorunlar başta da biz kadınlar olmak üzere toplumun ve nihayetinde erkeklerin sorunudur. 35 yılı aşkın bir zamandır yürüttüğümüz kadın özgürlük mücadelesi oldukça geniş bir toplumsal kesimi direkt etkiliyor. Fakat temel sorun, ulusal bilinci de aşan cins bilincini kalıcı olarak toplumsallaştırmaktır. Toplumun geleneksel zihniyetini daha fazla hedeflemek, daha cesur tartışmak ancak cins bilincini temel bir yaşam tarzına dönüştürebilir.
Her gün derneklerde, eylemlerde, toplantılarda gördüğümüz birçok kadında elbette ki önemli değişimler vardır. Hatta özgürlük bilinci konusunda kendini ilerleten ve duruş sahibi olan birçok kadına da rastlamak mümkündür. Kadın özgürlük mücadelesinin aktif birer öznesi olan binlerce kadın bulunuyor. Ancak bu durum toplumsal fotoğrafımızın küçük bir kısmını yansıtıyor. Özgür kadın bilinci tüm toplumsal dinamiklere yayılmış değildir. Özgürlüğün toplumsallaşması ve derinleşmesi için bu alan üzerinde daha fazla yoğunlaşmamız ve tarihsel bir sorumluluk olarak radikal bir mücadele alanına dönüştürmemiz kaçınılmazdır. Devrimimiz bütün Ortadoğu’yu etkilerken, esasında da bir toplumsal özgürlükler devrimi olduğu gerçekliğini sürekli öne çıkarmamız ve bunu kalıcı bir kurumlaşmayla ete kemiğe büründürmemiz, diğer devrimlerin içine düştüğü tarihsel çıkmazlardan kurtaracaktır. İddiamız büyüktür. Aynı iddia düzeyi tüm kadınlarca ve toplumca sahiplenildiğinde kalıcılaşacaktır.
