Kalemin kılıçla mücadelesi


Osmanlı’da (ve devamı Türkiye Cumhuriyeti’nde) sansür, 1908’de resmen kalktı, ama sıkıyönetim dönemlerinde gayrı resmi olarak devreye sokuldu. Basına, kamu ilanlarının dağıtımı, kağıt tahsisi, kağıt zammı gibi yöntemlerle ekonomik baskı uygulandı. İktidara gelmeden önce; basının özgürlüğünden dem vuranların, iktidara geldikten sonra eski yöntemleri benimsedikleri her zaman görülmüştür. Buna karşılık basın, bazen iktidarla tam işbirliği yaptı, bazen zorla boyun eğdirildi, bazen de sesini yükseltti. 1860’larda basının bir güç olarak serpildiği ilk yıllardan günümüze kadar olan dönemde, basın özgürlüğünde ülkenin hep bir adım ileri, bir adım geri gittiğini görüyoruz. Yaklaşık 150 yıllık bu dönemi, iki güç arasındaki iplerin kopacak kadar gerildiği bazı kriz anlarına odaklanarak değerlendirmek, hem konunun daha iyi anlaşılması için hem de bu ikili ilişkinin tüm gerçekliğini gözler önüne koymak açısından önemli olacaktır…
Sansür memurunun saltanatı (1866-1908)
Fuad ve Ali Paşalar 12 Mart 1867 tarihli kararname-i ali ile yeni bir basın rejimi kurarlar. Hükümet artık gazeteleri kararname yoluyla kapatabilecektir. Ali Suavi, Namık Kemal ve Ziya Bey Paris’e kaçarak yeni Osmanlılar adıyla ve basın yoluyla muhalefetlerini Avrupa’da sürdürürler. Onlar yurtdışındayken Osmanlı basını nitelik değiştirir ve gelişir.
1873’te artık pek çok gazete ve dergi yayımlanmaktadır. Sürgünden dönen Yeni Osmanlılar çevresinin yayımladığı İbret, Sirac, Hadika gazeteleri ile bir mizah dergisi olan Diyojen muhalif çizgidedir. Gazeteler ard arda kapatılır! Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre adlı oyunundan dolayı, Nisan 1873’te N.Kemal ve çevresi Kıbrıs, Rodos ve Akka’ya sürülürler. Osmanlı basınında bir dönem daha kapanmıştır.
Ebüzziya Tevfik, gazeteci Hadika’nın 14. sayısında (26 Kasım 1872) basının 1860-1872 arasındaki bilançosunu çizen bir tablo yayımlar. Tablo gazeteleri dört kategoride ele alır; halen yayımlananlar, bir süre sonra kapatılacağı öngörülenler, artık çıkmayanlar ve çıkma izni bile edinemeyenler…
Her gazetenin adının karşısında Hadika’nın deyimiyle “yaralanma” yani alınan kapatılma cezalarının sayısı belirtilmiştir. Halen yayımlanan gazetelerin sayısı, biri resmi (Takvim-i Vekayi), üçü yarı resmi (Takvim-i Ticaret, Ruzname, Basiret) ve altısı bağımsız olmak üzere 10’dur. Hadika’nın hükümetin sözcüsü olmakla suçladığı Hakayıkü’l-Vekayi dışındaki beş bağımsız gazete, toplam 15 kez kapatılmıştır. Vefat edenlerin sayısı 24’tür! Hastalar yedi tanedir, çıkma izni bile edinemeyenler, yani gazetenin deyimiyle “düşük” yüzünden yayın hayatına atılamayanlar ise üçtür…
II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) basın bir kez daha nitelik değiştirir. Artık siyasi gazetecilik yapılmadığından, edebi ve kültürel konulara eğilen dinamik bir basın dünyası doğar. Şemseddin Sami gibi ev hapsine mahkum edilenlerin yanı sıra Ebüzziya Tevfik, Lastik Said Bey, Süleyman Nazif, Malumatçı Baba Tahir, Avanzade Mehmed Süleyman gibi isimler uzak vilayetlere sürülür. Basının eski günlerine dönmesi ancak Temmuz 1908’de Meşrutiyet’in yeniden ilanıyla mümkün olacaktır.
II. Abdülhamid devrinde sansür
1908’de meşrutiyet döneminin bir basın özgürlüğü dönemi olarak başladığı öne sürülebilir! Zaten dönemin hemen başında, 24 Temmuz 1908’de sansür kaldırılmıştı. Gerçi güçlü bir yönetim yaratma yolunda adımlar atılırken, İttihatçılar ağırlıklı Meclis-i Mebusan, anayasa değişikliklerinden bile önce Basın kanunu çıkartarak basını denetim altına almaya çalıştı. Fakat 29 Temmuz 1909’da çıkan kanun, II. Abdülhamid döneminde epey sıkıntı çekmiş ve hatta sürgüne gönderilmiş, gazeteci ve yayıncılardan Ebüzziya Tevfik Bey’in bile aşırı özgürlükçü bulduğu bir kanun oldu.
Ne var ki bu durum, basının susturulması yolunda başka yollar aranmasına yol açtı. İttihatçıların tetikçileri, 1909-1911 yıllarında muhalif gazeteciler Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki Bey’i öldürdüler. Hasan Fehmi, 8 Nisan 1909’da öldürüldüğünde, katil kesin olarak bilinmiyor olsa da, bunu İttihatçıların yaptığından herkes emindi. Bu yüzden cinayet, 31 Mart olayını harekete geçiren önemli gelişmelerden sayılır! Ahmet Samim Bey’in öldürülmesinde (9 Haziran 1910) ise görgü tanığı bile vardı ve katilin İttihatçı bir jandarma subayı ve sonradan İzmir Suikastı nedeniyle asılan, eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey olduğu biliniyordu! Katil, olaydan sonra da paçayı kurtarmıştı.
2. Meşrutiyet döneminin muhalif basını asıl sıkıntıyı 1912’den itibaren birbirini izleyen iktidar değişiklikleri arasında çekti. 1912 yazında iktidardan düşen ittihatçıların en önemli gazetesi Tanin birçok kez kapatıldı. Gazete, her kapatılışından sonra hepsi kafiyeli olan Renin, Senin, Metin gibi isimlerle çıkmayı sürdürmüştür. Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran 1913’te öldürülmesini izleyen dönemde ise roller değişti! İttihat ve Terakki diktatörlüğü altında geçen 1913-1918 döneminin hemen başlarında birçok gazeteci kovuşturmaya uğradı, hapse mahkum oldu, sürgüne gönderildi veya yayın yapamaz oldu.
1. Dünya Savaşında da ağır bir sansür rejimi vardı. O kadar ki, ittihatçıların İstanbul mebusu Hüseyin Cahit’in gazetesi Tanin bile, Enver tarafından kapatılmıştı. Ancak basın 1918 başında göreli bir özgürlüğe kavuşmuş, hatta Osmanlı ordularının Azerbaycan’a giriştiği harekat da Halide Edip’in eleştirilerine hedef olabilmiştir.
Basın ve Şark Islahat Mahkemeleri
Anadolu kurtuluşundan hemen sonra görülen özgürlük ortamı, İstanbul basınında Ankara’ya yöneltilen eleştiriler dolayısıyla bozulmaya yüz tuttu. Cumhuriyetin ilanından sonra, İstanbul Barosu başkanı Lütfi Fikri Bey, bir yazısı nedeniyle istiklal mahkemesince beş yıl kürek cezasına mahkum edildiyse de sonra affedilmiştir.
Basın özgürlüğü açısından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde dönüm noktası, Şeyh Said İsyanı’dır. İsyan başladıktan yaklaşık üç hafta sonra çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu, Meclisi devre dışı bırakarak bakanlar kuruluna olağanüstü bir yaptırım gücü tanıdı. Bu kanuna dayanılarak bütün muhalif gazeteler kapatıldı ve aralarında Velid Ebüzziya, A. Emin Yalman, Eşref Edip Fergan, Suphi Nuri İleri, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, İsmail Müştak Mayakon’un da bulunduğu tanınmış birçok gazeteci Şark İstiklal Mahkemesi’nde, Şeyh Said İsyanı’na yol açtıkları/isyancılara cesaret verdikleri gerekçesiyle yargılandılar. Nitekim bütün gazeteciler M. Kemal’e özürlerini sunan ve kendisinden af dileyen bir telgraf çektikten sonra beraat ettiler ve bir daha Ankara’yı eleştiren yazılar yayımlamadılar. Türkiye basınının en önemli simalarından olan A. Emin Yalman ancak 1936’da, Atatürk’ün özel izniyle mesleğine dönebilmişti. Bu dönemde, Kürtlere yönelik (kötüleyenler hariç) haberler tümden yasaklanmıştı. Osmanlı döneminde çıkan kimi Kürt dergiler ise bu dönemde çıkamaz olmuştu. Bazıları ise ancak Türkiye dışında yayınlanabilmişti.
Aynı dönemde Ankara’yı candan desteklemelerine ve Şeyh Said İsyanını İngiliz emperyalizminin etkinliklerine yormalarına karşın, Türkiye Komünist Partisi’nin yayınları da yasaklandı. Ancak bu çevrelerin gazetecileri, Ankara İstiklal Mahkemesince çeşitli hapis cezalarına çarptırılmaktan kurtulamadılar. Aynı mahkeme, Hüseyin Yalçın’ı ise Çorum’da müebbet sürgün cezasına çarptırdı. Ancak Yalçın, bu kentte 1926 yılına kadar kaldı, 1933’e dek yazı yazma yasağı aldı! 1930’lar Türkiyesi’nde liberalizmin sesi olarak tanımlanabilecek Fikir Hareketleri dergisini yayımlamasına göz yumuldu. Halbuki M. Kemal aynı yıl, Ağaoğlu Ahmet Bey’den, yeni çıkardığı gazetesi Akın’ı, İsmet İnönü’nün uygulamaya koyduğu devletçi iktisat politikasını eleştirdiği için kapanmasını istemişti.
Tek parti dönemi ve basın
Tek parti iktidarı basın üzerinde etkili bir denetim mekanizması kurar. Önemli gazeteciler milletvekili yapılarak, Cumhuriyet Halk Fırkasına alınır. Basın kanunu hazırlanır, 1931 tarihli bu kanun, 50. maddesiyle bakanlar kuruluna gazete kapatma yetkisi verir. 25 Temmuz 1931’de meclis görüşmelerinde kanunun ele alınış şekli; tek parti döneminde basın-iktidar ilişkilerinin nasıl olacağının da ipuçlarını verir. Fazıl Ahmet, Ahmet İhsan ve Ahmet Süreyya’nın verdikleri önerge de, “bazı gazetelerin takip ettikleri muhataralı istikamet”in , “masum ruhları tamamen zehirleyecek mahiyetler” almaya başladığını iddia ederler. Kanun, basın mensubu milletvekillerinin de katkısıyla kabul edilir. Ahmet Süreyya konuşmasında “düşman matbuatı” olarak adlandırdığı gazetelerin memleketi anarşiye sürüklemek istediklerini söyler.
Tek parti dönemi gazeteleri birer resmi bülten niteliğini alır. Haberlerde meclis zabıtları birebir aktarılır. Tek parti iktidarının güdümlü bir basın rejimi oluşturduğu söylenebilir.
12’ye çeyrek var krizi!
Vatan gazetesi sahibi A. Emin Yalman; “Amerika’da Indianapolis ve Arizona Rebuplic gazetelerini çıkaran Eugene Pulliam eski bir dostumdu. 1958’de eşiyle Türkiye’ye geldi ve Menderes her an telefon edilebilir diye üç gün Hilton’daki odasından kımıldamadı. Nihayet bir akşam şu haber geldi; “başbakan yarın vapurla İzmir’e gidiyor, vapurda sizinle konuşacak”. Pulliam ve eşi vapura koşarak mülakat istiyorlar. Menderes, “böyle bir görüşme isteğinden haberim yok” diyor. Kızan gazeteciler, Amerika’ya dönüşte hakkımızda iki zehirli yazı yazıyorlar. Ben bunları Türkçe’ye çevirdim ve bir de baş yazı yazdım. Gazete ve dergiler bizden alıp sütunlarına geçirdiler. Hepimiz hakkında davalar açıldı” diye yazmaktadır.
72 Amerikan gazetesinde yayımlanan bu yazıyı Dünya, Ulus, Vatan ve Kervan gazeteleri, Kim, Akis ve Altı Ok dergileri yayımladılar. Pulliam, yazısında Türkiye’deki politik gelişmeleri tehlikeli olarak niteliyordu. Başlıklardan biri de “12’ye Çeyrek Var”dı. Bir kıyamettir koptu, yazıyı basan gazeteler hakkında davalar açıldı. 1959 yılı boyunca gazetelerde bu konuyla ilgili haberler görünüyordu.
Ulus; iki ay, Akis; bir ay çıkmayacak, A. Emin Yalman, Naim Tirali ve Selami Akpınar’ın 1-3 yıl hapsi istenmişti. Falih Rıfkı Atay, Bedii Faik, Yekta Ragıp Önen’in duruşmalarına devam edilmişti. Kim dergisi bir ay kapatılmış, Şahap Balcıoğlu 16 ay hapis cezası almıştı. Milliyet yazarı Abdi İpekçi de 31 Temmuz 1959’da şu açık mektubu yazmıştı; “Sayın Pulliam, lütfen bir daha Türkiye hakkında yazı yazmayınız. Gerçi sizin oralarda herkes düşünüp yazmakta serbesttir, basın hürdür. Ama bizim buralarda basının hala hür olduğunu zanneden bazı meslektaşlarımız var. Aradaki fark şimdilik; 6 yıl, 7 ay, 16 gün hapis, 19 bin 888 lira para cezası ve üç gazetenin kapatılıp, yüzlerce gazetecinin işsiz kalması.”
Demirel’ler ve basın
23 Kasım’da Günaydın; “Bu Baskı Niye ve Kime?” başlığıyla çıktı. O günden sonra aylarca birinci sayfasını Demirel’e ayırdı. Gazeteler 8 Şubat 1970’te oklarını Demirel ailesinin yolsuzluklarına çevirdi. Manşetler çok etkileyiciydi. Necati Zincirkıran devamını şöyle anlatıyor; “bu talihsiz olay sonrasında Demirel aleyhinde başlattığımız büyük kampanya sonucunda iktidar sarsıntı geçirdi. 12 Mart muhtırası ile Demirel alaşağı edildi. Aslında bu isteyerek yaptığımız bir şey değildi.”
Sıkıyönetimin sımsıkı yönetimi
Telefonla talimat vermek, haberlere önceden sansür koymak, sıkıyönetim dönemlerinde hep uygulanan bir yöntemdi. Demokrat Parti döneminde gazeteler sütunlarını boş bırakarak buna direniş göstermişlerdi. Ancak 12 Eylül 1980’de ülkeye el koyan iktidar, böyle bir protestoya tahammül edecek bir rejim değildi! 1980’lerde Hürriyet’te çalışmakta olan gazeteci Mehmet Sucu, sözü edilen panolardan topladığı yasakları dosyalayarak, bu döneme ilişkin önemli bir belge dağarcığı oluşturmuştu...
Tercüman gazetesi 1981’de üç kere kapatılmış, yazarı Nazlı Ilıcak da 25 Ağustos 1981’de yazdığı bir yazı nedeniyle üç ay hapse mahkum edilmişti. Aynı Tercüman’da o dönemde rejimi destekleyip öven birçok yazısı da çıktı. Darbenin lideri Kenan Evren, yıllar sonra gazetelerde artık kıyasıya eleştirildiğini görünce çok şaşırarak 12 Eylül’den Önce ve Sonra… Ne demişlerdi? Ne dediler? Ne diyorlar? diye bir kitap yayımlamıştı.
Bu kitapta Evren; “…basına verdiğim önem ve değeri, benim dönemimde görev yapmış basın sahipleri ile yazarlar yakinen bilirler… Zaman zaman gazete sahiplerini, genel yayın yönetmenlerini ve başyazarları toplamış, yaptıkları yanlışları, maksatlı yalan haberleri ve yorumları gözlerinin önüne belgeleri ile sermiş ve bir daha bu tür yanlışların yapılmaması dileğinde bulunmuşumdur” diyordu.
Uzun bir geleneğin devamı ve günümüz
Basının “özgürlüğü” ise her zaman göreceli kalan, hatta çoğu zaman gücü elinde bulunduranların imtiyazında kalan bir özgürlük anlayışı olarak gelişmiştir. Bu alanda uygulanan sansür ve baskı; tarihin birçok dönemecinde sözde gazeteciler tarafından da uygulanmıştır. Ayrıca bazı gazetecilerin, günümüzde nasıl bir yol izledikleri ya da geçmişte ödedikleri bedellerin yanında bugün durdukları yeri çok iyi bilmekteyiz. Bu durumu tarihin garip bir ironisi olarak görmek mümkündür.
Günümüzde uygulanan politikaların değişmesi veya basının “özgürlüğüne” gerçek mana da kavuşabilmesi için geçmişin izlerini ve uygulanan, kendini tekrarlayan geleneğin bir an önce son bulması gerekmektedir. Bunun için toplumun bütün kesimlerinde, özellikle basın cemiyetinde bu duruma karşı örgütlü bir duruş ve mücadele kaçınılmaz olmaktadır.
CEVAHİR ÖMÜRCAN
