Karlı bir gün hikayesi ve Zeynel Kahraman

“Dünyada ihtilallere yol açan hareketler, bir dağ köylüsünün gönlündeki düş ve vizyonlardan kaynaklanır. Onlar için yeryüzü, bir sömürü alanı değil, bir yaşam alanıdır.”
James Joyce
Kar yağmak üzere kentlerimize, gerçi şanslı değilsek pek göremiyoruz da. Ama yine de gelin, bir karlı gün hikayesi anlatayım bu hafta. Belki yoğun gündemde bir solukluk ara da olur.
Çok uzak günler değil, 4-5 yıl öncesi. Aralık-Şubat arası olmalı, Hozat’ın her yanı karla kaplanmış. Kazım’ın Doğan marka, eski kasa bir arabası var. İlçe merkezinde buluşup yola düşeceğiz. Kar izin verir mi, tam kestiremiyoruz; ama istikamet, Kazımların köyü. Yolda da bir yerlere uğrayıp ‘gıdik’ (oğlak) alacağız. Adak adamış bir arkadaş, Düzgün Baba’ya sunacak.
Doğan eski meski ama hiçbir derdimiz yok kendisiyle. Soluğumuzla ısıtmayı da bir biçimde becerdik. Konuşunca yolu hissetmez ya insan, soğuğu da hissetmiyor sanki.
Kazım şoför mahallinde, yanında ben, Hasan arka koltukta. Arada çişimizle kara şekiller vermekten başka durmuyoruz. Sonunda yukarılarda bir yerlerde, gıdik satan eve ulaşıyoruz.
***
Hozat’ın köy evlerinde, eğer inek, koyun, keçi işine de girilmişse, halı kilim çoğunlukla bulunmaz. Çünkü çok soğuktur ve hayvanlar bir başlarına ahırda bırakılacak değildir. Evin bir odası, onlara ayrılır. O oda ve bitişiğindeki odadaki halı da kaldırılır. Kapısına dayandığımız ev de böyle. İçeride soba, üzerinde şilan; hayvanlarla insanların kokusu birbirine karışmış. İki genç adam, bir de köşedeki sedirde uzanmış, belli ki son kışına kulak vermiş ihtiyar.
Kazım, dürtüyor ikimizi: “Zeynel Kahraman’dır ha!”
***
Üç bıyıklı, düzülüyoruz Zeynel Amca’nın karşısına. Kazım halini hatırını soruyor, kesik kesik cevap veriyor. Yorgunluktan çökmüş, her yanı kırış buruş yüzünde bir gülümseme. Oğulları gıdiği almaya gittiğinde, zor bela doğruluyor yerinde. Duvara asılı üç bağlamadan birini istiyor. Elleri titriyor, sesi titriyor ama yine de deniyor. Az sonra ise, biraz mahcup, bırakıyor elinden. Bu sırada içeri giren oğullarından biri, “İki aydır eline almış değildi, şimdi sizi gördü de söyledi, vallahi ben de hiç beklemiyordum” diyor.
Düşündük sonra, neden olabilir ki? Kara kaşımız, gözümüzden ya da bıyığımızdan değildir herhalde. Bir sonuca erdik: Zeynel Amca gıdiği Dersim merkezine götüreceğimizden habersizdi, büyük ihtimalle ‘talebelere’ götüreceğimizi geçiriyordu içinden. Belki de hak etmediğimiz bu büyülü dinletiyi, o sırada kış sığınağında olan gerillanın yüzü suyu hürmetine görebildik.
***
Doğan’a yeniden yerleştik: Kazım şoför mahallinde, yanında ben, Hasan ve gıdik arka koltukta. Gıdik kulağını bize dikmiş; ne zaman ağzımızı açsak o da başlıyor. Kazım bize yol boyunca kurşun izi olan taşları, çatışmalara tanıklık etmiş gedikleri işaret ediyor. Rehbere kulak vermiş turistler gibi kulağımızı dikmiş dinliyoruz biz de. Köye varmadan bir iki tekliyoruz filan ama ittire ittire de olsa yetişebiliyoruz bi’ şekil.
Köy dediysem, kara gömülü birkaç evden ibaret hepi topu. Kazımların evi, tam merkezinde. Dede ve nene, sobanın iki yanına, kürsülere oturmuş. Sobada şilan kaynıyor tabii yine. Bizi görünce hareketleniyorlar. İki büklüm ama yine de önümüze ron torak (yağ-çökelek) indiriyor nene.
Dede, Kazım’a bizim odada yokluğumuzda kızmış bir ara, “Evimize misafir gelmiş, niye çocuğa sürekli Osman Osman deyip dalga geçiyorsunuz!” Adımın şakadan değil gerçekten öyle olduğunu anladıktan sonraysa, bu kez beni teskine girişiyor. “Aslında Osmanlık o kadar kötü şey değil” bile diyecek neredeyse, üzülmeyeyim diye.
***
Diğer gün, aşure günü. Gözümüzü açtığımızda nene, çoktan uyanmış; aşureyi kaynatıyor koca bir kazanda. Kazım, Hasan, ben, art arda dizilip kara bata çıka yola düşüyoruz. Ama bir fark var: Ben ‘Ovacık’tan Haydar’ım artık, dedenin aşuresini Osman dağıtacak değil!
Gittiğimiz her evde söylenecek ve dinlenecek bir sürü söz var yine.
***
Ne onca hesap kitap, ne başka şeye yer bırakmayan ‘yapılacaklar listesi’, ne de sözü boynu bükük bırakan telaşı, hızı kentin. Dışarıda kar yağıyor, karlı bir gün yaşanıyor; güneş açsaydı, güneşli bir gün yaşanacaktı. Kent büyüdükçe, karın, yağmurun ve güneşin iki paralık hükmü kalmıyor oysa ki. Ve insan, kozmos sanmaya başlıyor küçücük kenti.
***
Karla kaplı bir şiire, Metin Altıok abimize bi’ selam verip dönelim kentimize:
Şölensiz, sevinçsiz yaşıyoruz şimdilerde,
Bir iğdiş ve buruşuk zamanı.
Kimsenin türküsü yok dilinde
Karşılayacak yağan karı
Coşkulu ve sarhoş sesiyle.
Bıçak açmıyor ağızları;
Acı, yalnız acı var yüreklerde.
