Kendini evinde hissetmek!


Yine yollara düşüyorum. Önce geldiğim alım noktasına geri götürülüyorum. Hayal kırıklığı ile karışık yorucu bir yürüyüş oluyor. Bu geceyi, burada geçirdikten sonra, ertesi gün iki kişi bindirildiğimiz bir pikapla yola çıkıyoruz. İki-üç saatlik bir yolculuk ve bir saate yakın yürüyüşten sonra bir kampa ulaşıyoruz. Kamp diyorum ama burası da bir nevi alım noktası. Daha çok bu bölgeye gelen lerinde kaldığı, sonra da ilgili kişilerle konuşup, geri dönüşün organize edildiği bir yermiş.
Ancak bizim gibi yolcular da, bir süre misafir kalabiliyor. Gürül, gürül akan bir derenin yanına inşa edilmiş bir kameriyeye geçiyoruz. Hemen çaylar geliyor. 10 yıl önceye göre, çok daha yoğun Kürtçe konuşuluyor, gerillalar arasında. Ben selamlaşma bölümünü kazasız belasız atlattıktan sonra, Kürtçe olarak “Ben Türküm, Kürtçe anlamıyorum” deyip, susuyorum. Allah’tan Türkçe konuşan bir-iki kişi çıkıyor ve koyu sohbetler başlıyor.
Özellikle gittiğim her noktada, birileri beni bir süre inceliyor ve bir şekilde sohbet açıldıktan sonra, beni hatırladığını, televizyondan çok gördüğünü ve hatta 10 yıl önce geldiğimde, beni Cemil Bayık ile röportaj yaparken, bize çay getirdiğini bile söyleyebiliyor. Dünya meğerse, ne kadar küçükmüş. Burada, bir yerlere götürülmek için bekleyenlerden biri, cezaevinden daha yeni çıkmış. “Size mektup göndermiştik” diye hatırlatıyor. Cezaevinden çıktıktan sonra, birkaç günü ailesiyle geçirmiş ve hemen soluğu burada almış. Genç gözüküyor ama bir oğlu da burada gerilla imiş.
Öğle yemeği servis ediliyor. Pirinç pilavı tam deminde, tırşık ise ancak bu kadar güzel olur. Tırşık esprileri arasında yemeğimizi yiyor, ardından gelen çayın eşliğinde sohbeti koyulaştırıyoruz. Masada Rojava’dan da (olacak elbette, burası onların), Rojhilat’tan da, benim gibi Bakur’dan ve bulunduğumuz Başur’dan insanlar var. Dahası bu dönemde Avrupa’dan çok kişi geliyormuş. İzne çıkan kişiler, genelde buradaki akrabaları ziyaret edip, buranın havasını teneffüs etmeyi çok seviyor.
Derken, bizi götürecek olan arabamızın geldiği söylendi. Büyükçe bir pikaba 10 kişi sıkıştık. Yine üç saate yakın bir yolculuk ve bir süre yürüyüş ardından bir başka noktaya vardık. Burası da bir alım noktası olmalı. Çok dikkatli bakınca, etrafta şikeftler olduğu görünüyor; ancak bizim orada kaldığımız saatler boyunca, insanlar bir yandan geldi, bir yandan gitti. Biz, çat pat konuşabilen bir Rojavalı kadın ile konuşmaya çalışıyoruz. Hal ve tavrından bir komutan olduğu anlaşılıyor.
Ekolojik bir yaşam
Buranın açık hava kameriyesinde çaylarımız içiliyor. Sabahtan beri o kadar çok çay içtim ki, sorulması üzerine, kahve istedim. Biraz sonra, nefis bir mırra geldi. Dağ başında, mis kokulu ağaçlar arasında kahvemi yudumluyorum. Bu arada, bu mangada kalanlardan olduğunu sandığım bir gerillanın, elindeki küçük yılanla oynadığını fark ediyorum. “Yılana sen bir şey yapmazsan, o da sana yapmaz” diyen gerilla, onu bir süre sonra bulunduğumuz mıntıkadan uzak bir yere koyup geliyor ve artık buraya gelmeyeceğini öğrenmiştir” diyor.
Nitekim buna benzer bir olay da, Gurbetelli Ersöz Basın Akademisi’nin neolitik tarım yaptığı yerde yaşanmış. Tarlayı sebze ve bostan dikimine hazır hale getirmek için karıklar açılıyor. Sabahleyin kürek ve çapalarla çalışırken, bir yılana rastlamışlar. Bunu gören gerilla, yılanı alıyor ve tarlanın dışında bir yere koyuyor. Öyle başkalarının hemen yapacağı gibi, öldürmek falan yok.
Gerillanın çevreyle ilişkisine dair bir başka örnek daha vermek isterim: Buraya Avrupa’dan gelmiş bir gazeteci arkadaşla bir yere ulaşmak üzere yürüyoruz. Elbette bize iki gerilla eşlik ediyor ve yolu gösteriyor. Biz, bol bol mola alıp, yürüyüşe dayanmaya çalışıyoruz. Bir ara, bir hışırtı duyduk. Bir vahşi hayvan olabilir diye iyice kulak kabarttık. Sonra “meee” diye bir ses duyduk. Evet, onu hepimiz gördük. Bir koyundu. Yanımıza kadar gelmiş; ancak onun aradığı kişilerin, biz olmadığını fark ettiği için yanımıza kadar gelmiyordu.
Gerillalar, koyuna seslenerek çağırdılar; ancak koyun biz yabancılardan ürktü ve kaçmaya başladı. Ancak gece vahşi hayvanların saldırısına uğrayıp, ölmesini istemedikleri koyunu uzun süre kovalayıp, yakaladılar. Koyun, dönüşte mangaya götürülmek üzere, bir yere bağlandı. Bizi bir başka yere gönderilmek üzere, teslim ettikleri noktanın komutanı, geri dönen gerillalara, koyunu götürüp mangada yiyebileceklerini, sahibi bulduklarında koyunun parasının vereceğini söylemiş.
Ancak gerillalar, koyunu kaldıkları mangaya geri götürdükten sonra, birkaç gün boyunca arayıp sordukları, koyunun sahibini buluyorlar ve koyunu sağ-salim kendisine teslim ediyorlar. Yani koyunu sahibine sağ teslim etmeyi tercih ediyorlar. Yani satıp satmayacağını kim bilebilir? Dahası, koyunun vahşi hayvanların saldırısına uğrayıp, telef olmasına izin vermeyen bir anlayıştalar. Koyunu yakalamak için sarf edilen onca koşuşturmaca bunun içindi...
Kendi anlayışlarını, kendileri hayata geçirmekle kalmıyor, bunu birlikte yaşadıkları kimi köylerde de yaşama geçiriyorlarmış. Yakın köylerde, köy halkıyla ortaklaşa ekoloji komisyonları kurulmuş. Köylüler, bırakın sahipsiz yerlerdeki ağaçları, kendi tarlalarındaki bir ağacı kesmek için bile bu komisyondan izin istiyorlarmış. Gerillanın başlıca yakıtı olan odunlar, ağaçların kurumuş dallarından oluşuyor. Gereksiz yere ocak yakılmadığı gibi, işi biten ocak, üstüne su dökülerek kesinlikle söndürülüyor.
Bir noktadan, başkasına...
Bulunduğumuz noktada akşam yemeğimizi, çadırdan yapılmış bir yemekhanede yiyor ve ardından televizyon seyretmeye başlıyoruz. Bir süre sonra çağrılıyoruz. Yine yolculuk vakti. İç saate yakın bir araba yolculuğu ve biraz yürüyüş sonrasında saatler gece yarısını geçerken, bir başka alım noktasına teslim ediliyoruz. İki durakta mola verip, 16 saat sonra, nihayet hedefimize ulaştık. Kaldığımız yerde, saat 06:00 gibi uyandığımızda bizi yine kameriyelerin olduğu bir yere götürüyorlar. Çayımızı içip, kahvaltımızı yaparken, güneye çekilen mangalardan birinin kadın gerillalarının geldiğini duyunca, hemen yanlarına koşuyorum.
Onlar, buraya bir başka yere götürülmek üzere getirilmişler. Kalacakları kısa süreyi en iyi şekilde değerlendirmeliyim. Mangaya “Umarım, aranızda Türkçe bilen vardır” diye sesleniyorum. Biri, “var, var” diyor. Manganın komutanı olduğunu sandığım bu kişiye, kendimi tanıtmaya kalkınca, “biz sizi tanıyoruz, diyor. Şahane, hemen ses alıcımı çıkarıyorum ama pek istekli değiller, röportaj vermeye. O kadar çok kişiye konuşmuşlar ki... “Asıl olan, bizim duygularımız falan değil. Asıl olan süreç. İlk olarak gelme piyangosu da bize düştü, o kadar” diyerek, resmi röportaja karşı çıkıyorlar. Olsun, birlikte fotoğraf çektiriyoruz. Bir yandan çayımızı içiyor, bir yandan da sohbet ediyoruz.
Çekilen kadın gerillalar
Güneye çekilme kararı, kendileri için sürpriz olmuş; hem de çok büyük. “Geçen yıl, çok yoğun bir savaş yaşanmıştı ve planlamalar 2013 yılı için çok daha büyük savaş için yapılmıştı“ diyorlar. “Ancak Önderlik’in (Abdullah Öcalan’a PKK’liler böyle hitap ediyor) attığı adımlara biz şaşırmayız. O’nu anlamaya çalışırız. O’nun kavrayışı o kadar büyük ki, bizim kendisini anlamamız bazen zaman alabiliyor. Girilen süreci, sadece Türkiye’deki insanlar değil, bölgedeki devletler, hatta Avrupa ve Amerika izliyor” diyorlar. Daha sonra öğreniyorum ki, oralarda önce gelmek için değil, geride kalanlardan olmak için yarış varmış. Hani, duruşmada size tahliye kararı çıkar, cezaevinden çıkarken buruk olursunuz; geride kalan arkadaşlarınız için. İşte öyle bir duygu içindelerdi gelenler...
Kahvaltı bitti, kadın gerillalarla birlikte fotoğraf çektirdik. Artık onlara veda etmemiz gerekiyor. Buraya Avrupa’dan gelen iki kişiye beni de katıyorlar. Şimdi oluşturduğumuz bu üçlüye eşlik eden iki gerilla eşliğinde buradan ayrılıyor ve önce biraz arabayla gidip, sonra da yürümeye başlıyoruz. Uzun bir yürüyüşün ardından, bir mangaya geldik. Sık ağaçların arasında ve küçük bir derenin kıyısında bir yer burası. Hemen taraça şeklinde bir yerde oluşturulmuş kameriyeye davet ediliyoruz.
Masa kahvaltı masası. Biz biraz önce yedik, sözleri kabul edilmiyor. Gelen çaylar eşliğinde bir şeyler yer gibi yapıyoruz. Bu arada, benim için büyük bir sürpriz yaşanıyor; çünkü Brüksel’deki televizyonlarımıza gittiğimizde hep görüştüğüm ve programlarına konuk olduğum, gazeteci bir arkadaşım da burada. Hemen koyu bir sohbet başlatıyoruz burası ve televizyonlarımız hakkında. Valla onu geri çağırmışlar ama onun pek dönmeye niyeti yok gibi. Her gün, yeni yeni röportajlar yapıyor ki, geri dönmemeye gerekçe olsun!
Bir HPG komutanı
Buraya bir HPG komutanı ile röportaj yapmaya gelmişim. Ancak kendisini tanımadığım için masada oturanlardan hangisinin komutan olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ama bunlar olabilir mi; oldukça genç kişiler bunlar. Evet, bunlar değilmiş; komutan geliyor ve kahvaltıya oturuyor. Çok samimi, çok içten birisi. Masada muazzam bir sohbet havası var. Benimle gelen iki Avrupalı konuğu, komutan çok iyi tanıyor. Zaten biri, çok yakın akrabası. Karşılıklı olarak kimin nerede, ne yaptığı falan soruluyor. Şakalar falan gırla.
HPG komutanı, kahvaltıdan başlayarak tüm öğünlerde masanın bol çeşitle donatılması için çevresine seslenip duruyor. “Menüyü değiştirelim, akşama et bulabilirseniz iyi olur”, diyor, mesela. Konuklardan birinin ablasını bu yılın başlarında yitirdiğimizde hepimizin canı çok acımıştı. Komutanın akrabasının da ailesinde iki şehit olduğunu daha sonra öğrenecektim. Sabahtan akşama, sohbet sohbeti açtıkça, komutan, benim arkadaşlarımla ilgili Dersim anılarını benimle paylaşacaktı. Yani, neredeyse biz de akraba sayılırdık.
Kahvaltı bitti. Komutan adeta yerinde duramıyor. İlla bizim için bir şeyler yapmak istiyor. Diyor ki, biraz aşağıda bir havuzumuz var. Oraya gidelim, hem suya gireriz, hem de bir piknik yaparız. Benim aklım, onunla röportaj yapmada. Oradan dönüşte, röportaj yapma sözünü aldıktan sonra, benim de kabul etmem üzerine hemen yola koyuluyoruz. Sahi, “Hemen şurası” lafına inanmayın, diye sizi uyarmıştım, değil mi?
Neyse, belli bir yürüyüşten sonra havuza vardık! Havuz denilen şey, büyükçe bir derenin şelale gibi döküldüğü bir yer. Suyun önü, kayalarla biraz kesilmiş. Yaklaşık 4 metreye 5 metre genişliğinde ve iki metreye yakın derinlikte masmavi, cam mavisi bir su. Avrupalı konuklar, komutan ve koruması gerillalar soyunup, suya girdiler. Müthiş neşeli bir hava. Yüzme sonrasında derenin bir başka kenarında gerillalar tıraş oldular. Bu koşullarda bile, tıraş olmak zorunlu. Hiç kimse pejmurde şekilde dolaşamaz buralarda.
Bana yapılan ısrarlı suya girme tekliflerini reddettim. Evet, su benim için soğuktu. Ama banyo yapmam için, şohben büyüklüğünde bir kazan, altına yakılan ateşle ısıtıldı; ancak onu da kabul etmedim. Biz, suya girmeyen ikinci kişi olan Brükselli gazeteci arkadaşımla bir kenara çekilip, mevcut sorunlarını paylaşıp, dertleştik. Oraya ne zaman, nasıl getirildiyse, servis edilen çaylarımızı derenin kenarında içtik. Çayın ardından da yenilen meyvelerden sonra dönüş yolunu tuttuk.
Sonra, yeniden ve yeniden düşündüm, niye ‘havuza’ girmedim, diye. Evet, orası gerillaların eviydi. Onlar, orada bulunmaktan mutluydu ve temizlik gibi günlük ihtiyaçlarını ertelemeleri söz konusu olamazdı. Avrupa’dan gelen iki arkadaşın da ailesinde şehitler vardı. Belki de, biraz da, bu yüzden, onlar da, buraları kendi evi olarak görüyorlardı. Ben ise, “Nasıl olsa, kısa bir süre sonra döneceğim; banyomu kendi evimde yaparım” diye mi düşünmüştüm acaba? Öyleyse, yazık bana!.. YARIN: HPG, süreç hakkında ne düşünüyor
HÜSEYİN AYKOL
