Kızıl İnsanın Sonu: İkinci El Zaman

Haberleri —

Zebel MİRKAN

‘Aydınlar kütüphanelerini satıyordu. Halk elbette yoksullaştı ama bu yüzden çıkartmadılar kitaplarını evlerden, sadece para yüzünden değil - kitaplar hayal kırıklığı yarattı. Tam bir hayal kırıklığı. Artık ayıp hale geldi şöyle sormak: ‘Şimdi ne okuyorsun?’ Hayatta pek çok şey değişti ama kitaplarda bu yok. Rus romanları hayatta nasıl başarı elde ediliri anlatmıyor. Nasıl zengin olunuru anlatmıyor… Oblomov koltukta yatıyor, Çehov’un kahramanları ise hep çay içip yaşamdan yakınıyor. (Susuyor.) Çinlilerin bir deyişi var: Tanrı değişim zamanında yaşatmasın insanı.”

Yıl 1991. Sosyalizm tarihi ve dünya devrim tarihi açısından kritik bir kırılma yaşanıyor. Sovyetler Birliği yıkılıyor ve tüm insanlık için yeni bir çağ başlıyor. En büyük gururlarımızdan ve en büyük hayal kırıklıklarımızdan biri olan Sovyetler Birliği’nden geriye ise bir enkazdan başka bir şey kalmıyor. Sadece Sovyet deneyimini yaşamış olanların değil, yeryüzündeki tüm sosyalist ve komünistlerin üzerine yenilgi bir karabasan gibi çöküyor. Yola devam etmek için ise insanların önce bu fikre yeniden inanması gerekiyor. Neden mi?

Nedenini Svetlana Aleksiyeviç başyapıtı sayılan “İkinci El Zaman” kitabında anlatıyor. “İkinci El Zaman”ın alt başlığı “Kızıl İnsanın Sonu”. Bu altbaşlık dahi kitapta nelerle karşılaşacağımıza dair bize bilgi verse de hiç beklenmedik bir şey oluyor ve Aleksiyeviç’in aktarım yeteneği sizi alıp 1991 yılına götürüyor. Bir belgesel netliğindeki bu metin, sizi aniden içine çekiyor.

Tarihimiz koca bir mezar

ve büyük bir kan banyosu

Svetlana Aleksandrovna Aleksiyeviç, 2015 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, eserlerini “Zamanımızın ızdırabı ve cesareti için bir abide” olarak tanımlıyor. 1948 Ukrayna doğumlu Aleksiyeviç, 1901 yılından bu yana verilen ödülü alan 14’üncü kadın yazar. Svetlana Aleksiyeviç, kitaplarında ele aldığı konuları şu şekilde tanımlıyor: “SSCB dönemine ve sonrasına dönüp baktığımızda, tarihimizin koca bir mezar ve büyük bir kan banyosundan ibaret olduğunu görürüz. Kurbanlarla cellatlar arasındaki tükenmek bilmez diyalogları duyarız. Sürekli olarak karşımıza aynı lanetli sorunsallar çıkar: Ne yapmalı, suçlu kim? Devrim, toplama kampları, II. Dünya Savaşı, Sovyet-Afgan Savaşı sırasında halktan gizlenen gerçekler, büyük bir imparatorluğun çöküşü, devasa ölçekte bir sosyalist ütopyanın paramparça dağılması, yeni ortaya çıkan evrensel problemler, Çernobil faciası vs. Bunlar, Dünya üstündeki tüm insanların cevaplaması gereken sorulardır ki, tümü bizim kendi gerçek tarihimizdir. İşte tüm bu cehennemden çıkma soru ve sorunlar, benim kitaplarımın izleğini oluştururlar.”

Eleştirmenler, Svetlana Aleksiyeviç’in Nobel’i kazanmasındaki en önemli unsurun “çok yönlü, hafızalara kazınıcı yazım stili” olduğunu söylüyorlar ki, bu son derece doğru. Gazetecilik geçmişi olan Aleksiyeviç uzun bireysel monologları farklı seslerin duyulduğu bir kolaja dönüştüren özgün dokümanter tarzıyla, kendilerine nadiren konuşma fırsatı verilen, yaşantıları da çoğu zaman ülkenin resmi tarihine karışarak yitip giden sokaktaki insanların hikayelerini kayıt altına alıyor.

Sovyetler Birliği’nin dağılışı ve yeni bir Rusya’nın ortaya çıkışı üzerine senfonik bir sözlü tarih çalışması olan İkinci El Zaman’da Aleksiyeviç, sosyalizmin çöküşünün kroniğini çıkartıyor. Rusya’nın sıradan insanları geçirdikleri son otuz yılı anlatarak bizlere Sovyetler Birliği’nin çöküş döneminde ve çöküşün ardından ortaya çıkan yeni Rusya’da yaşamanın nasıl bir tecrübe olduğunu gösteriyorlar.

1991-2012 dönemini kapsayan söyleşiler aracılığıyla, Aleksiyeviç bizleri propagandanın ve uydurma medya anlatımlarının ötesine taşıyor. Bunu yaparak da hem Rusya’nın hem de baskıya, teröre, açlığa, katliamlara dair, fakat aynı zamanda ülkelerinden duydukları gurura, gelecek umutlarına ve herkesin bir ütopya yaratmak için omuz omuza çalışıp mücadele verdiği inancına dair anılarını hala taşıyan Rusların panoramik bir portresini çiziyor. Sonuç olarak da, bir zamanlar dünyanın üçte birini egemenliği altına alacak kadar güçlü bir fikrin ardından o topraklarda yaşamanın ayrıntılı bir dökümü çıkıyor karşımıza.

Görüşmelerin bazıları Sovyetler Birliği’ni hasretle anıyor, bazıları ise son derece baskıcı ve özellikle Stalin döneminde zulmün tarihine tanıklık ettiklerini söylüyorlar. Bazıları ise anne-babasından duyduğunu objektif bir şekilde değerlendirmeye çalışıyor. Örneğin biri şöyle diyor: “İnsanların büyük kısmı antisovyetik değildi, sadece tek bir şey istiyorlardı - iyi yaşamak. Kot pantolon (blue jean), ‘video’ ve hayallerin ötesi olan otomobili satın almak için! Herkes parlak giysiler, lezzetli yemekler yemek istiyordu. Babam çorapları karneyle verdikleri zaman ağladı: ‘SSCB’nin sonu demek bu.”

Bir diğeri ise yıkımı şöyle anlatıyor: “Sovyet zamanı bir sürü kitaba sahip olmaya izin vardı, pahalı bir araba ve eve değil. Ve biz iyi giyinmeyi, güzel konuşmayı, sabahları meyve suyu içip yoğurt yemeyi öğrendik. Önceleri küçümserdim parayı, çünkü ne olduğunu bilmezdim. Ailemizde asla paradan bahsedilmezdi. Ayıptı. Kitaplar vardı hayatın yerine… Sonra mutfaklardaki gece sohbetlerimiz bitti ve mesailer, fazla mesailer başladı. Lenin ve Stalin unutuldu. Böyle kurtulduk iç savaştan, yoksa tekrar ‘beyazlar’ ve ‘kızıllar’ olacaktır. ‘Bizimkiler’ - ‘bizim olmayanlar’. Kan yerine eşyalar… Yaşam! Güzel yaşamı seçtik. Kimse güzel ölmek istemiyordu, herkes güzel yaşamak istiyordu. Pasta herkese yeter mi yetmez mi başka bir konu…”

Yazar ise oldukça objektif bir şekilde aktarıyor tüm bu anlatıları. Bir yerde konumlanmadan ya da antisovyetik tarafa düşmeden. Ancak yaşanılan acıları ve insanların yaşadığı hayal kırıklıklarını, Sovyetler’i çöküşe götüren tüm o zemini en yalın haliyle anlatmayı da kendine görev edinmiş durumda....

Savaşa çağrılmadıkları için ağlayan ‘hainler’

Kitaptaki en yakıcı anlatılardan biri ise bir çocuğun “hain” babasının hikayesini anlattığı kısım olabilir. Hain ilan edilen baba mahkeme dahi yapılmadan yargılanmış ve cezası verilmiş: Altı yıl çalışma kampı. Vorkuta’ya gönderilen baba, dondurucu soğukta demiryolu inşasında çalışmış. 1941 yılına gelindiğinde Almanlar artık Moskova önündeymiş, ancak çalışma kampına konulan eski askerlere bu bilgi dahi verilmemiş. Bütün Belarus işgal edilince hemen herkes cepheye gitmek istemiş, kamp amirine mektup yazmışlar. Stalin’e. Onlara şöyle yanıt verilmiş: “Sizin gibi pislikler zafer için cephe gerisinde çalışsın, cephede hainlere ihtiyacımız yok.” Ve bu cevabı okuyan tüm eski askerler ağlamış. Altı yıl kamptan sonra elma nedir, lahana çorbası nedir unutmuş baba. Yatağı ve yastığı da… Savaştan sonra tavuk kesememiş kan görmemek için. Ya da tavşan. Her tür ölüden ve sıcak kan kokusundan tiksinerek korkar hale gelmiş.

Üç görüşün de yer aldığı bu devasa kitaba dair bu yetersiz yazıyı Sovyetler’in çöküşünü yönetime değil insanların daha özgür bir yaşam istemesine bağlayan başka bir anlatıcıyla bitirelim: “Özgürlük peşinde koşmadılar, kot pantolon peşinde koştular… süpermarket peşinde… Parlak paketler aldık. Artık dükkanlar her şeyle dolu. Bolluk var. Ama sosis dağlarının mutlulukla bir alakası yok. Şanla da yok. Biz büyük bir halktık! Bundan satıcı ve yağmacılar çıkardılar.”

Kitap bittiğinde hissettiğiniz acı ve üzüntüye bir tebessüm eşlik ediyor (evet, tüm bunlara rağmen), çünkü “bir hayal değil devrim” düşüncesi yankılanıyor zihninizde sürekli. Peki bu kitapta yer alan Sovyet deneyimi iyi ve güzel miymiş? Bunu Svetlana Aleksiyeviç’in Nobel Edebiyat Ödülü’nü neden kazandığına size ikna eden kitabı okuduktan sonra anlayacaksınız. Kendi adıma sonsuz teşekkür ederim…

(İkinci El Zaman - Svetlana Aleksiyeviç - Kafka Yayınları - 2015)

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.