Klişeye derinlik katan dizi: Penny Dreadful

Haberleri —

Penny Dreadful, Amerikan-İngiliz ortak yapımı, John Logan’ın yönettiği bir dizi. İsmindeki ‘penny dreadful’, 19. yüzyıl İngiltere’sinde 1 penny’ye satılan, hem fiyatı hem içeriğiyle ‘ucuz’ romanlara deniyor. Dizi, bu ismi alarak bir ironi yapıyor aslında; zira edebiyatın (ve ardından sinemanın) hafızalara kazınmış korku/gerilim unsurlarını (Kurt Adam, Frankenstein, Dorian Gray, Van Helsing, Mina Harker) kullansa da ucuzlatmıyor; hepsine kendi atmosferi içinde yeniden biçim kazandırıyor. Bu konudaki cesaretinin başarılı sonuç verdiğini de söylemek mümkün.
Penny Dreadful’a başlar başlamaz dikkat çeken ilk şey, olağanüstü atmosfer. Dizi vaat ettiğini yapıyor ve 19. yüzyıl Londra’sını hem burjuvaziyi sarıp sarmalayan romantizm dalgasıyla hem de endüstri devriminin giderek karakteristikleşen kent yaşamıyla gözler önüne seriyor.
Dizi, Vanessa Ives, Ethan Chandler, Sir Malcolm Murray, Victor Frankenstein, Ferdinand Lyle ve Sembene’nin şeytan (ya da canavar) ile mücadelesini merkez alıyor. Bu mücadelenin diğer yanında şeytana hizmet eden cadılar (Gece Gelenler) ve ölüler var. Bir de bu temel çelişkide tuttuğu yere dair net bir şey söylenemeyecek karakterler: Dorian Gray, Brona Croft/Lily Frankenstein, John Clare (!)...
Penny Dreadful, karakter zenginliğiyle de dikkat çeken bir dizi. Her bir karakterin başka bir geçmişi, bugünü var; her biri, kritik dönemeçlerle, gerilimlerle açığa çıkan sırlar taşıyor.

Eva Green, Timothy Dalton, Billi Piper...
Penny Dreadful’u heyecan verici kılan özelliklerden biri de oyuncu kadrosu. Bütün oyuncular, hem rollerinin hem de filmin atmosferinin hakkını veriyor demek, galiba abartılı olmaz.
Her şeyden önce, başrolde Eva Green’in harika oyunculuğunu izliyoruz. Vanessa Ives karakterinin iniş çıkışları, şeytan ile mücadelesi, dönem dönem içine düştüğü saplantılar ve en önemlisi histeri krizleri… Eva Green, hepsinin üstesinden geliyor. Vanessa’nın ihtiyaç duyduğu gizem ve sükûneti, tutkuya zeval vermeden sergileyebilmek, hakikaten büyük iş.
Başrolü Green’le paylaşan ve Sir Malcolm Murray rolüyle karşımıza çıkan Timothy Dalton ise, ‘James Bond’ karakteriyle hatırlanacak bir isim. Dizide günahlarıyla yüzleşemedikçe karakterini sertleştiren bir adam gibi davranması gerekiyor ve tam olarak öyle yapıyor. Yalnızca efsun etkisinde olduğu bölümlerdeki hızlı geçişler, rahatsız edici olabiliyor.
Dizideki bir başka kadın, Brona Croft (Daha sonra Lily Frankenstein) karakterine can veren Billie Piper. İki sezon boyunca Piper, aynı karakterde umarsız bir fahişeyi, masumane bir aşığı, burjuvazinin kibri karşısında gururu incinmiş bir kadını, hafızasını yitirmiş ürkek bir kadını ve son olarak öldürme içgüdüsüyle dolu, ihtiraslı bir ölümsüzü canlandırıyor. Ama Billie Piper her birinin hakkını öyle güzel veriyor ki, aynı yüzde bu denli keskin geçişler hiç rahatsız etmiyor. Aksine Piper, Brona/Lily karakterine merakı kamçılayan ürkütücü bir gizem katmayı başarıyor.

Yaratık ya da John Clare
Dizinin bana göre en ilgi çekici karakteri, Rory Kinnear’ın can verdiği yaratık. Victor Frankenstein, evindeki laboratuvarında, bir cesede yeniden can vererek yarattı onu. Fakat yarattığı anda korktu ve kaderine terk etti. Yaratık, çirkin ve korkutucu suratıyla yapayalnızdı; insanları ve onların iletişim kurma biçimini bilmiyordu; hoş, insanlar da ondan korkuyor, en iyi ihtimalle onunla alay ediyordu. Kendini küçük bir odaya kapattı ve başta şiirler olmak üzere kitaplarda ‘kayboldu’. Yalnızlık ve hayata dair sorgular tavan yaptığında, gidip ‘creator’un kapısına dayanma vakti de gelmişti.
Ona bir isim verilmiş değil fakat iş aramak zorunda kalınca kendine bir isim de buldu: John Clare. Bu isim aslında, dönem İngiltere’sinde yaşamış bir şaire ait. Yaratık onu çok seviyor; çünkü şair de tıpkı onun gibi çirkinlikten muzdarip ve insanlardan kaçıyor. Dizinin bir bölümünde yaratık, kent hayatının artıklarının yaşadığı kanalizasyonda, Vanessa Ives’la birlikte bir şiirini okuyor. Şiir, şu dizeyle başlıyor:

Varım - ama neyim, kimse bilmez, ne de ipinde.
Kayıp bir anı gibi unutmuş dostlar beni;
Tüketirim kendimi kendi dertlerimde,
Kabarır, havalanırlar yokluk içinde,
Coşkun ve ezik, âşık gölgeler gibi;
Oysa varım ve yaşarım, savrulmuş hallaç bulutları gibi.


‘John Clare’, pek çok yanıyla çok güçlü bir eleştirinin ürünü. Yaratıcısı onu terk ediyor; hakim estetik normlarına uymayan varoluşu nedeniyle toplum, ona suçtan başka çıkar yol bırakmamakta ısrar ediyor. John Clare da iyilikte ısrar ediyor ama her seferinde aynı duvara, üstelik daha büyük hayal kırıklığı yarası bırakacak sertlikte toslamayı sürdürüyor. Ona gerçekten yakınlık gösteren tek kişi, Vanessa Ives. Bu yakınlığın bir burjuva kadını olan Vanessa’nın ‘sadece iç rahatlatmak için’ yaptığı yoksullar için yemek dağıtma işi sırasında ve mekânında gerçekleşiyor olmasında düşünülmüş bir mesaj var mıdır, bilinmez; fakat bu yakınlık, John Clare için hakikatin manipüle olmasında etkili olmuşa benziyor. (Belki biraz zorlayarak ‘sivil toplumculuk’ eleştirisi bile çıkarılabilir buradan ya, çok kasmayayım.)

Kötücüllükten kaçılabilir mi?
Dizideki hemen hemen bütün karakterlerin bir ‘sırrı’ olduğunu daha önce söylemiştik. Bu ‘sırlar’ genelde yüzleşilemeyen -ama kaçılamayan da- bir kötücüllüğe işaret ediyor. Bu kötücül yan(lar), hem doğrudan ‘kara’ olarak damgalanabilecek netlikte değil hem de çoklukla iyilikten daha fazla çağıran, tutku içeren bir tıynette. Özellikle 2. sezon finalinde, Gece Gelenler’in şatosunda Sir Malcolm ve ardından Victor Frankenstein’in ‘yüzleşme’ sahnesi, bugünün hayatına ve insanına da dokunabilecek birkaç soruyu aynı anda ve güçlü bir biçimde gündeme getiriyor: Yüzleşmek mümkün mü? Kötücüllükten kaçılabilir mi? Asıl kötü kim?

Politik göndermeler
Hikayenin önüne geçecek bir ‘dönem tahlili/eleştirisi’ amacı, Penny Dreadful’un hiçbir bölümünde yok; ancak dizi, bundan asla geri kalmıyor. Ethan Chandler’in monologa benzeyen konuşmalarında Amerika’da Kızılderililere uygulanan soykırıma, Sir Malcolm Murray’ın Afrika gezilerine dair sekanslarda Batı sömürgeciliğinin pratiklerine dair ipuçları var. Fakat Sir Malcolm’un ‘uşağı’ ile şeytanla mücadelesinde yakın yardımcısı olan ve yüzünde köle tüccarı Afrikalılara özgü bir iz taşıyan Sembene’nin sadık tutumu fazla belirgin bir bağlama oturmuyor.
Dizideki kent tasviri de eleştirel bir tutum olarak algılanabilir. Burjuvazinin izole hayatı ile yoksulların ve en yoksulların (kanalizasyona itilmişlerin) hayatı arasındaki çelişki, zaman zaman karşımıza çıkıyor. Yine özellikle iki bölümde bir miktar yakınlaştığımız köyde ve Sir Malcolm’un hikayesinde, feodalizmin can çekişmesine dair ipuçları bulmak mümkün.

Karakterlerin her biri, derin -ve hatta ayrıca yazı konusu olabilecek- çatışmalara sahip; bu nedenle belki karakter oluşumunda eksikler yaşanabildiği eleştirisi yapılabilir. Fakat netice itibarıyla Penny Dreadful, ilk iki sezonu dolayısıyla denilebilir ki, hem heyecan dozu hem de içerik zenginliği ve çok yönlülüğüyle izlenesi bir dizi. Hikayenin noktalandığı üçüncü sezonu ayrıca konuşmak lazım...

Osman OÐUZ

paylaş

Haberler


   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.