Korkunun en kötüsü bürokratik korku

Biz, kendi varlığımızı korumak için içgüdüsel olarak korkarız. Büyük bir gürültü duyduğumuz zaman içgüdüsel olarak sığınacak yer ararız. Bu hayvanlarla ortak olan korkumuzdur. Bütün anneler, babalar çocuklarını “ateşle oynamayın” diyerek eğitirler, “yangın çıkar” diye korkuturlar. Bu toplumsal olarak yaratılan “korkunun” en masumudur. Bu noktadan sonra “korku” masum olmaktan çıkmaya başlar. Çıkarların bozulmaması amacıyla konulan kuralların korunması için bir “araca” dönüşür.
“Korku” öyle bir şeydir ki, insanlık tarihi boyunca, egemenler onu en büyük iktidar silahı olarak kullanmışlardır. Alenen insanların boyunlarını vurmak, asmak, yakmak, bu canavarlıkları seyredenleri “korkutmak” için örgütlenmiş “törenlerdir”.
Erkek kadını egemenlik altında tutmak için “korkutur”.
Mülk sahibi mülksüzü egemenlik altında tutmak için “korkutur”.
Bütün dinler, toplumları genel ahlak kurallarına uymaları için “korkutur”.
Dinlerin yarattığı “korku” da, ilk çıkışları bakımından “eğiticidir”. Yine de eğitimde “manevi korku” bir araç olmuştur. Egemenler dinden yalnızca bu “manevi korku”yu ödünç alır, kendi “maddi korku” sistemiyle birleştirir ve toplumları boyun eğdirirler.
Böylece “korku”, aileden, okuldan, dinden ve devletten, farklı amaçlarla binlerce yıldan beri öylesine etkili bir araç olarak kullanılmıştır ki, “yanlış yapmaktan” duyduğumuz korku çok çelişkili bir duygudur. İçinde insanı tehlikelerden koruyan “korkuyu” da, bireyi ahlak ve adalet duygusuna zorlayan “korkuyu” da, tiranlara, egemenlere boyun eğmeye yol açan “korkuyu” da barındırır.
Toplumların üzerindeki ideolojik hegemonyanın bir yüzü “inandırma” ise, diğer yüzü “korkutma”dır. Özetle “korku” insanlığın iliklerine kadar işlemiştir.
“Korku”nun pek çok çeşidi arasında, siyasi mücadelemizi ilgilendiren en tipik “korku”, “bürokratik korku”dur. “Yanlış yapmaktan” duyulan “bürokratik korku”dan beter bir korku yoktur.
Reel sosyalizmin yıkılmasında bu “bürokratik korku” önemli bir rol oynamıştır. Büyük endüstri işletmelerinde genel müdürlerin önerilen her yeni teknolojik değişikliğe, “ya yanlış olursa” korkusuyla karşı çıktıklarını ben biliyorum. Partili yazarların yazılarındaki birbirinin tıpkısı tuhaf benzerliğin sebebi de bu “korku”ydu, daha önce yazılmış ve parti onayı almış bulunan görüşleri aynıyla tekrar ettiğin zaman “yanlış” yapmıyordun, ama yeni gelişmelerle ilgili “doğru” da yapamıyordun.
Türkiye şu anda muazzam bir değişim sürecine girdi. 29. isyanın zaferle sonuçlanma olasılığı arttı. Rojava devrimi Ortadoğu’nun geleceğini aydınlatıyor. Birkaç ay sonra Türkiye’deki bütün siyasi güçler, bütün toplumsal sınıflar ve katmanlar yepyeni görevlerle karşı karşıya olacaklar.
Hem yeni görevleri kavramanın, hem de barış sürecine eleştirel yaklaşarak, onu Hükümet ve devlet organlarının çarpıtmasını önlemenin yolu “devrimci cesaret”tir. Kolektif davranma yeteneği en yüksek düzeye çıkmış, “bireysel özgür inisiyatif”tir.
Böyle bir dönemde, bizi bekleyen en büyük tehlike “yanlış yapmaktan” duyacağımız “bürokratik korku”dur. Bu bizi mahveder.
Bu öyle bir korkudur ki, PKK Önderi Öcalan’ın başlattığı barış sürecinin diyalektiğini kavramayı imkansız hale getirir. Barış süreci boyunca yürüyecek olan müzakerelerin, aynı zamanda bir mücadele süreci olduğunu görmeyi önlemeye başlar. Bu korku, adım adım, barış ve çözüm sürecinin karşı karşıya olduğu “sorunları” görmeyi, bunları “eleştiri” yöntemiyle aşmayı önler ve yalnızca “savunmacı” bir anlayışın sığlığına mahkum eder.
Bu öyle bir “savunmacı”lıktır ki, “eleştirel savunmayı”, “saldırı” sanmaya başlarsın.
